ilk basımı 1993 yılında olan jupp derwall'ın "türkiye anıları" kitabından;
son maça arkadaşım peter jung'u da götürdüm. koyu bir galatasaray taraftarı olan jung, istanbul'daki alman konsolosluğu'nun mensuplarındandı.
15 yıl önce togo'da tanışmıştık onunla, ikinci kez ise, brezilya, uruguay, arjantin, italya, hollanda ve alman millî takımlarının iki grup halinde karşılaştıkları bir turnuva sırasında montevideo'da görüşmüştük.
bu mini dünya şampiyonası, bir yandan geçmiş yılların dünya şampiyonlarının yeni ölçütleri belirlemeleri, öte yandan da avrupa ile güney amerika arasında bir kıyaslama imkânı doğurulması için düzenlenmişti.
ve şimdi de istanbul'da karşılaşmıştık yeniden. bizimkinden iki ev ötede, yeşilköy'de, marmara denizi kıyısında...
sezonun bu son maçında peter'i yedek kulübesine, oyuncuların, masörlerin ve antrenörlerin arasına oturttum. o zamana kadar maçlarımızı hep tribünden izlemiş olan peter, takımımızın bir dostu ve her zaman yardımcı olmasını bilen bir insandı.
yurt dışı gezilerinde, vize işlemlerinde ve avrupa kupası yolculuklarında galatasaray taraftarlarının en kısa zamanda vize alması gerektiğinde bize daima yardım etmişti.
köln'de, monaco'ya karşı oynadığımız avrupa kupası maçında da oradaydı. uçaktan indiğimizde, alman pasaport kotrolünü ve gümrük memurlannı o idare etmiş, ülkeye girişi kendi mühürü ve imzasıyla sağlamıştı. ayrıca, ankara'dan köln'e vizesiz gelen iki delikanlının, daha sonra ankara'daki alman konsolosluğu'na gidip kimlik tespiti yaptırmaları kaydıyla ülkeden çıkış izni almalarını sağladığına da şahit oldum
şimdi benimle birlikte yedek oyuncuların arasında oturan adam, dostum peter, işte böyle biriydi. daha önce soyunma odalarındaki atmosferin içinde yaşayan peter, her şeyin, tribünlerde oturup da sadece seyretmekten çok daha zor ve sinir yıpratıcı olduğunu da görmüştü. gerçek bir taraftar için bundan daha güzel bir olay olamazdı.
bu son maç sadece bir dostluk maçı havasını taşımakla kalmıyor, maçın sonuna doğru ortalık, nihayet sezonun bitirilip şampiyonluğun kazanılacağı heyecanıyla giderek bir coşku ve bayram havasına bürünüyordu.
devre arasından sonra peter la bir kez daha sahaya çıkarak stadyumdaki bu sevinç curcunasının içine daldık. sonra arkadaşıma, birkaç dakika içinde staddan ayrılmamız gerektiğini işaret ettim. sanki şok geçiriyordu. "nasıl, niye?" diye sordu. onu önce yanıtlamadım. stadyumun iç koridorlarında beni izledi. güvenlik görevlilerinin şaşkın bakışları arasında koridorlardan geçerek arka kapıdan stadyumu terk ettik.
mercedes'i orada duruyordu. her hangi bir engelle karşılaşmadan hareket etmeye hazırdı. bunun için ona daha önce rica etmiştim. arabaya bindik. bu kez, anlaşılmaz bir gülümseme ve şaşkın bir ifadeyle tekrar yüzüme baktı. stadın köprüsünün altından geçtikten sonra îstanbul-edirne otobanına saptık. yeşilköy'e eve doğru giderken ona anlatmaya başladım. "peter," dedim; "bütün bir yıl boyunca bu şampiyonlukla içice yaşadım. deneyimimden yola çıkarak etkili olmaya ve oyuncuları motive etmeye çalıştım. mustafa ve ahmet'e geniş bir özgürlük tanıdım. bu onların şampiyonluğu, benim değil!"
olabildiğince hızla eve giderken, radyodan, o gün son maçların pek dramatik olmayan havasını yansıtmaya çalışan maç spikerlerinin verdiği haberleri dinledik. eve gitmenin tadını çıkardık ve eşlerimizle harika bir gece geçireceğimiz için sevindik.
diğer bir dostum, hilton'un müdürü peter sulzenbacher, benim düşüncelerimi, duygularımı ve tavrımı bilen biri olarak, beni stadyumdaki karmaşadan çıkarmak için, günler öncesinden bir helikopter ısmarlamıştı. bugün bile hâlâ takdirle andığım, çok hoş ve dostça bir jestti bu. ancak biz stadyumu otomobile binip erken terkedince, böyle bir önleme gerek kalmamıştı. sonraki günlerde eşim ve ben eşyalarımızı topladık. eşyalarımızın büyük bir kısmını hediye ettik ve almanya'daki evimize geri dönmeye hazırlandık.
hüzünlü ve üzüntülü bir hazırlık oldu bu. türkiye'deki yıllarımız harikulade yıllardı ve eşim elisabeth, bu yılların yaşamının en güzel yılları olduğu düşüncesindeydi.
kendi ülkesini seven ve değerini bilen bir isviçreli'den istanbul'a bundan daha güzel bir kompliman olabilir miydi?
bu şehrin insanlarına, futbola, bu güzel ülkeye, kurulan sağlam ilişkilere, kutlamalara ve ayrılmaz dostlukların egzotik "bahçe"sine yapılmış bir komplimandı bu...
biz antrenörler için en güzel yerin, başarı ve şampiyonluklar kazanılan yer olduğu düşüncesini bir kenara bırakacak olursak, tüm yüreğimle ve içtenlikle söylemem gerekir ki, bu ülkede yaşamaktan, onu sevmekten ve oradaki insanlara biraz sevinç ve dostluk verebilmekten daha güzel bir şey olamazdı herhalde.
işte şimdi eşim ve ben havaalanında duruyor, takımın, çalışma arkadaşlarımızın ve diğer meslekdaşlarımızın başarılı olmaları için dua ediyorduk. en içten dileğimiz, takımın daha üst düzeylere ulaşması ve dört yıllık meşakkat dolu bir çalışma sırasında hep birlikte ekmiş olduklarımızı biçmesiydi.
sonradan kendi kendime de itiraf ettiğim gibi, istanbul'a ve boğaza gelmekle çok iyi bir iş yapmıştım. almanya'daki kargaşa, düşmanlıklar, kampanyalar, yıkıcı eleştirilerden sonra bu benim için yeni bir kimlikle yeniden dirilmek gibi bir şeydi. paris'deki 1984 avrupa şampiyonasından sonra istifa ettiğimde, kendim için olumlu bir yol aramış ve onu bulmuştum. telefonda konuşmaktan nefret eden alp yalman'ın beni araması tanrı'nın bir armağanıydı sanki. bu yolu bana o açmıştı. bu dört yıl için kendisine yürekten teşekkürlerimi bir kez daha şahsen dile getirmek isterdim; tabiî telefonda...
aslında bir antrenör için yabancı olan bu derin düşüncelere dalmış bir halde, yeşilköy atatürk havaalanı'nda, eşim ve ben bavullarımızın üzerinde oturuyor ve istanbul'da geçirdiğimiz günlerin sonuncusunu, öte yandan da, hayatın bir başka yüzünün nasıl görünebileceğini hatırlıyorduk.
ilk basımı 1993 yılında olan jupp derwall'ın "türkiye anıları" kitabından;
bir gün önce ali sami yen stadı'nda boluspor'a karşı oynadığımız son maçın ardından, akşam üstü günay restaurant'da şampiyonluk kutlanacaktı. hülyalı müziği ve enfes yemekleriyle şık bir lokanta olan günay'daki bu kutlama ne yazık ki katmerli bir felâket haline dönüşecekti...
futbolcuların çoğunun lokantaya girmeleri dışarıdaki taraftarlar ve yoldan geçen meraklılar tarafından engellendi ve hareket edemez hale geldiler, içeridekilerin büyük çabalarına rağmen, giriş kapısına yaklaşamadılar bile.
aynı şey benim de başıma geldi. galatasaray taraftarlarının arasından geçmek mümkün değildi. en azından takım mensuplarının geçmesi için anlayış gösteren kimse yoktu.
şampiyonluk kutlamalarının sonu da başlangıcı gibi olmuştu benim için... insana sevimsiz şeyler getiren, elemli, hüzünlü, tükenmiş, sıradan bir günün sonuydu...
kimse bizimle ilgilenmemişti. kimse, daha sonra bir kere olsun aramak veya bundan sonra neler olacağını sormak gibi bir duyguya kapılmamıştı. birlikte çalıştığım insanlara, onlarla vedalaşmak üzere elimi uzattığımda, kimse çıkıp bir veda konuşması yapmamıştı. stadyumda da vedadan tek söz edilmemişti. kimse bir demet çiçek vermemiş, stadda anonsları yapan spiker de, maç başlamadan önce sadık taraftarlarla benim vedalaşmamı sağlayacak bir anons yapmamıştı. tribünlerde oturan ve o dört yıl boyunca yüreğimde hissettiğim, bizimle acı çekmiş, bizimle sevinmiş insanların hiçbirinden bir "güle güle herr derwall" gelmemişti.
birlikte geçirdiğimiz ve pek çok kez zor durumların üstesinden birlikte geldiğimiz o dört yılın güzel bir zaman olduğunu dile getirmeyi kimse aklına getirmemişti... düş kırıklığına uğramıştım. içimi kaplayan unutulmuşluk ve yalnızlık duygusuydu. otuz yıllık antrenörlük kariyerimin, istanbul ali sami yen stadı'nda yaşamış olduğum son maçımda hissettiklerim bunlardı.
çökmüştüm ve içim bomboş gibiydi. dünyayı artık anlamıyordum ve içten içe yanılmış olmayı umuyordum. yoksa, aşırı duygusallık içinde bir karmaşaya ve gerginliğe mi kapılmıştım?
belki bana soru sormaya çekinmişlerdi... belki de benim özel hayatıma karışmaktan çekmiyorlardı...
çok aradım; fakat hiçbir zaman tatmin edici bir cevap bulamadım.
her şeyin böylesine sessiz sedasız geçmiş olması ve pek çok ortak yanımızın unutulmuşluğa terk edilmiş olması bugün bile beni rahatsız eder.
kulüpteki beylerle ortak bir akşam yemeği de yenmemişti. arada sırada görüşme ve bundan sonra da dost kalma gibi şeylere işaret edilmişti sadece. eşime döndüm ve "böyle mi olmalıydı bu ayrılık?" dedim. "boş yere hayal kurma" diye cevap verdi ve devam etti; "başarının sarhoşluk denizinde pek çok şey unutulmaya mahkûm olur ve peş peşe gelen iki şampiyonluktan sonra, geçmişte hiçbir zaman kötü günlerin yaşanmamış olduğu gibi bir duyguya çok kolay kapılabilir insan." böylece eşim ve ben oradan ayrıldık. belki kırılmamıştık, ama mutlu da değildik. hayal kurmanın ve gerçekle yüz yüze gelmekten kaçmanın yanlış olduğunu bilecek kadar uzun bir süredir bu işin içindeydik.
ahmet akçan arada bir arar beni; sağlığımı, her hangi bir şey isteyip istemediğimi sorar. her zaman olduğu gibi o sadık bir ruh olarak kalmıştır. o olmasaydı oyuncuların ve antrenörlerin işi son derece zor olurdu herhalde.
eve vardığımızda eşimi ve çocuklarımı kollarımın arasına aldım ve hep birlikte, şampanya dolu kadehlerimizi geçmiş güzel günlerin şerefine kaldırdık. bize pek çok sevgili dost, sınırsız mutluluklar armağan etmiş güzel ve başarılı günlerin şerefine...
eşim bugün bile hala evimizin duvarlarında asılı olan istanbul resimlerine ve gravürlerine bakıp, "istanbul'da yaşama olanağı bulduğumuz o güzelim yılların benzerlerini yeniden yaşamayı ne çok isterdim. o yıllar hiçbir zaman hatırımdan çıkmayacak," der.
1987-88'de galatasaray şampiyonluğunu haftalar öncesinden garantiler ve bolu karşısındaki son maçına gösteri için çıkar. maç öncesi ali sami yen stadı'nın üzerinde san-kırmızı renkli, üzerinde "şampiyon galatasaray" yazan büyük bir balon uçurulur. hatta galatasaray'ın defans oyuncusu ismail demiriz'e trt "neler düşünüyorsun ismail?" sorusuna balonu kastederek, "ne düşünebilirim ki! göklerde bile 'şampiyon galatasaray yazıyor" yanıtını verir. kutlamalar bir sene önce olduğu gibi yine önce boğazda devam eder, ardından gece kulüplerinde... o gece yine trt muhabirinin uzattığı mikrofona galatasaray başkanı ali tanrıyar'ın verdiği cevap sadece o güne değil, döneme damgasını vurur. 1980'lerin ikinci yarısında popüler olmuş şarkı ve tezahürattan esinlenerek, trt mikrofonlarına "galatasaray'ı sevmeyen ölsün" diyen başkan, haftalarca eleştirilir. beşiktaş'ın kaptanı samet aybaba trt'yi suçlar, fenerbahçe başkanı tahsin kayanın açıklaması ise ilginçtir: "şike ile şampiyon olan ölsün!"
mustafa denizli sezon başında açıklamıştı: hedef 90 puan, 90 gol
şampiyonluğa adım adım gidenlerin öyküsü
güçlü bir kadro ile şampiyon adayı olarak 1987/88 sezonuna giren galatasaray dördüncü yılına başlayan derwall ve teknik sorumlu denizli ile 20 kişilik geniş futbolcu kadrosuna
hedefi gösteriyordu: "ikinci şampiyonluk"
mutlu bir doygunluğu tatlı rüzgârları esiyor galatasaray’da. zorlu bir maraton daha şampiyonluklu noktalandı. sarı kırmızılı takımın golcüsü tanju liglerinin gol rekorunu 39 golle
kırarak hedefini belirledi: "avrupa"
güçlü bir kadro ile şampiyon adayı olarak lige başlayan galatasaray teknik menajer konumuyla galatasaray’da dördüncü yılına başlayan derwall ve teknik sorumlu denizli 20 kişilik
geniş futbolcu kadrosuna hedefi gösteriyordu: "ikinci şampiyonluk "
ilk maçı eskişehirspor’la oynayan galatasaray prekazi'nin golüyle üç puana ulaşıyor. transfer döneminde kulübüyle anlaşmak da sorun çıkaran prekazi daha sonra attığı dillerden
düşmeyen gollerle tanju gibi takımın bir başka yıldızı olacaktı. çok başarılı bir sezon geçirecekti yugoslav futbolcu ve kritik dönemlerde klassıyla sırtlayacaktı takımınıtı
takımını...
sakarya rize ve zonguldak maçlarında kazanılan puanlardan sonra ilk beraberlik sarıyer önünde alındı. takımına geldiği ilk yılda önceki sezonun gol kralı tanju ayaklarını
konuşturmaya başlamıştı. dokuzuncu haftadaki fenerbahçe maçından sonra üç hafta susan ayakları ligin 13. haftasında kocaelispor karşılaşmasında attığı dört golle yeniden
canlanıyordu.
zor günler
samsunspor yenilgisi bir kriz başlatıyordu. "kendinize gelin, işi gevşettiyorsunuz. beşiktaş öne geçti. babam para vermiyor, evdeki tüpü satıp malatya deplasmanına gideceğiz" diye
flora tesislerinde hesap soran fanatik bir taraftara denizli gereken cevabı veriyordu ama bir sonraki hafta alınan malatyaspor yenilgisi bunalımı arttırıyordu. bu kez gündeme
galatasaray’da patronluk sorunu geliyordu, dwerwall mi? denizli mi?
denizli, şampiyonluk sonunda belirttiği gibi o günlerde de derwall’in birinci adam olduğunu vurguluyor, yardımcısı olmaktan onur duyduğunu söylüyordu. ve şampiyonluk yarışını önde sürdüren beşiktaş’ın dört hafta üst üste aldığı beraberlikler galatasaray’ın ilk yarı birincisi olmasına yetiyordu.
ikinci yarı başlarken üst üste alınan deplasman galibiyetleri galatasaray’ın zirvede tutuyordu ancak sarıyer, bursa ve ankaragücü beraberlikleri milli takımda oynayanların yedek kulübesinde oturmalarından doğan bunalımla birlikte ufak da olsa yeni bir krize yol açıyordu. ilyas, yusuf, prekazi, savaş kimi zaman yedek olmaktan duydukları sıkıntıyı dile getiriyorlardı.
ligin sonu yaklaştıkça kızışan şampiyonluk yarışı 26. haftadan 30. haftaya deyin puan cetvelinin ikinci sırasında yer alan galatasaray’ın 31. haftada yeniden liderliği yükselmesiyle temposunu yitirmiyordu. ancak beşiktaş’ın bursaspor maçıyla kaybetmeye başladığı puanlar giderek sarı kırmızların daha avantajlı konuma getiriyordu. kocaelispor maçında siyah-beyazlıların üç puan alamaması aynı hafta karşıyaka‘yı istanbul’da yenen galatasaray’ın lig şampiyonluğu olduğunu duyuruyordu. artık adana demirspor ve bu spor maçları şampiyonluk için formalite görünümündeydi. tek amaç tanju’nun rekor kırması ve avrupa’da altın ayakkabıyı yakalamasıydı. ve tanju adana demirspor maçında attığı gollerle liglerin yeni kralı olurken metin oktay’ın rekorunda tarihe gömüyordu. denizli’nin sezon başı gösterdiği 90 puan barajıı’na ulaşıp şampiyonluk yakalanıyordu.
en büyük amaca şampiyonluğa ulaşılmıştı ya, belirlenen diğer bir hedef 90 gole ulaşılamaması fazla önem taşımıyordu.
fakat bu yazı yazıldığında, her şeyde tek doğru kaynak olarak görülen wikipedia'da derwall'in 87'de galatasaray'dan ayrıldığı bilgisi geçiyor. kısacası bu bilgi yanlış kanıtları da linklerde...