can kozanoğlu'nun futbol ve kültürü kitabında (ilk basım 1993) yer alan "gençler deplase olunuz!" başlıklı yazısından;
mahalli taraftarlar zaman zaman kendi aralarında kapışabilirler ama istanbul'dan gelenlere, stadı inleten geleneksel "s**miş istanbul" tezahüratına inat, büyük muhabbet gösterirler. maçın oynandığı şehirle istanbul arasındaki mesafe arttıkça bu muhabbet de artar. mahalli taraftarlar, istanbul'dan gelenlere yardım ederler, koltuk çtkarlar, sizi duygulandırırlar.
hilmi'yle orduya gitmiştik. istanbul'dan gelenler az. ikişer üçer kişilik gruplar halinde, dağınık düzen yola çıkılmış. biz nasıl döneceğimizi hesaplamadan stada girdik, maçı 2-0 kazandık ve kendimizi, uçuşan kiremit parçalarının ortasında sokakta buluverdik. ne yapacağımızı düşünürken baktık içinde sarı-lacivertli şapkalı adamların oturduğu bir minübüs "nereye gidiyor" dedik, samsun a gidiyormuş, iyi, samsun'dan istanbul'a rahat rahat döneriz, hemen atladık. kısa sürede istanbul'dan geldiğimiz anlaşıldı. yol arkadaşlarımız bize büyük ilgi gösteriyor, para almıyorlar. "istanbul'da şu nasıl, bu nasıl" sorularını cevaplaya cevaplaya yol alırken adamlardan biri "samsun'dan nasıl döneceksiniz?" diye sordu. niçin yaptık, niçin yalan söyledik bilmiyorum ki; "ulusoy'dan akşam sekiz otobüsüne biletimiz var" dedik. saate baktılar, "bastırırsak anca yetişirsiniz"... şoför hızı artırdı biraz riskli gidiyoruz. derken, samsunlulardan biri arkadaşlarına döndü, yolda iftar yapacaktık ama madem arkadaşlar istanbul'dan gelmiş. evde yaparız artık, onları otobüse yetiştirelim" dedi. herkes onayladı, hatta adamın lafı belki gereksiz de bulundu, "madem arkadaşlar istanbul'dan gelmiş..."!
niçin o yalanı söyledik ki, aldı mı bizi büyük bir vicdan azabı. adamlar bizim hayali biletlerimizin yanmaması için aç karnına yol gidiyorlar. durup durup "abi hep beraber bir şeyler yiyelim, siz iftarı açın, başka otobüse binsek de olur" diyoruz, dinlemiyorlar. fener için ta istanbul'dan gelmişiz ya... neyse, yol arkadaşlarımızı hiç değilse bir fırından ekmek almaları için durmaya ikna edebildik. birisi fırladı, pideyi kaptı geldi. yarım dakikalık iş ama yine de adamın arkasından "çabuuk, çabuuk" diye bağırıyorlar. sonuçta bizi olmayan otobüse yetiştirdiler, otogarın kapısına kadar bıraktılar. çok teşekkürler ettik, önemi olmadığını söylediler. "madem istanbul'dan gelmişsiniz..." ama bir de kazara bize el sallama hevesine kapılıp otogarın içine kadar bizimle girselerdi, yediğimiz dayağa değil adamları üzdüğümüze yanacaktık herhalde.
evet, deplasman anıları böyle işte. laf olsun diye gerçekten anlatmakla bitmez...
bir nokta açık, deplasman aralarındaki şiddet dozu yüksek. çünkü türkiye'de deplasman böyle bir şey. ama onca yoldan kazasız belâsız dönmemiz de tesadüf değil. sonuçta, siz belanın üstüne üstüne gitmedikçe çoğu zaman şiddetin etkilerinden sıyrılabilirsiniz. tavsiyelerde bulunmayı pek sevmem ama yine de diyorum ki: gençler, deplase olunuz!
özellikle gençlere söylüyorum çünkü bir yaştan sonra deplasman yorgunluğu bünyeyi sallayabiliyor. dahası, yol arkadaşı bulmakta güçlükler ortaya çıkıyor ki, deplasman da tek başına çekilecek iş değil... evet, deplase olunuz. takım sevgisini rasyonel biçimde açıklamanız gerekmez ve takımınızı gerçekten seviyorsanız, deplasmanın meşakkatlerine değer. şehrinizden yüzlerce kilometre ötede, takımınızın arkasında bir ses olursunuz, az şey mi? doğru, futbol seyir sporu olarak çok güzel, seyircilik bir zevk. ama "taraftar" olmak, seyirciliği de kapsayan ve bunun ötesine geçen bir şey. "tribünde" olmak değil "tribünden" olmak, söylendiği gibi sürüye katılmak değil paylaşmak, belki zaman zaman kendini kaybetmek ama zaman zaman da kendini bulmak, yalnızca takımın en parlak günlerinde sokakları korna sesleriyle inletmek değil iyi günde kötü günde birlikte yürümek...
elbette taraflarlar çeşit çeşit. herkes maçlara bu ruhla böyle niyetlerle gelmiyor. ama bu ruhla, bu niyetle gelenleri de kimse engellemiyor. yani yine diyorum ki, deplase olun, taraftar olun, "tribünden" olun. zaten, bence, seyirci değil taraftar olduğunuz zaman, tribün sosyalizme benzer. tribünle de sosyalizmle de bir kere buluştuktan sonra hiç ayrılmamak en iyisidir. ama ayrılsanız bile, birlikte geçirdiğiniz zamandan miras, tanımı zor bir şeyi hep taşırsınız. o güzel bir şeydir. üstelik biz, "gitmeyin" sesleri arasında yollara düştüğümüz her haftasonunda yaşadıklarımızı ayrıntılarıyla hatırlıyoruz, hatırladıkça eğleniyoruz. bize "gitmeyin" diyenler neler yaptılar acaba o haftasonlannda, aynı yükseklikte bir hatırlama ve eğlenme oranı tutturabiliyorlar mı?