ilk basımı 2004 yılında olan halit kıvanç'ın "futbol! bir aşk..." kitabından;
1986 dünya kupasına katılan yirmi dört finalist arasında türkiye gene yoktu. 13. dünya kupası'nda elemelerde ingiltere, finlandiya, kuzey irlanda ve romanya ile aynı gruba düşmüştük. doğrusu iyi antrenman vermiştik rakiplerimize... ingiltere'ye 5-0 ve 8-0, romanya ya 3-0 ve 3-1, finlandiya'ya 2-1 ve 1-0, kuzey irlanda'ya da 2-0 yenilmiştik. ve öteki maçta, kuzey irlanda ile 0-0 berabere kalma başarısına erişmiştik. izmir atatürk stadı nda dalga dalga tüm yurdu dolaşmıştı sevincimiz... çok şükür, bu kez elemeleri puansız kapamamıştık. "1", yazıyla "bir" puanımız vardı hiç değilse... averajımız mı? bir önceki kupada yediğimiz yirmi iki gole bir tek golle karşılık vermiştik. bu kez daha çok yemiş ama daha çok da atmıştık. kalemize giren yirmi dört gole iki golle karşılık vermiştik. gollerimizden birini ilyas tüfekçi (fb), penaltıdan finlandiya ağlarına takmış; ötekini de metin tekin (bjk), romanya maçında şeref sayımız olarak kaydetmişti.
ilk basımı 2004 olan islam çupi'nin "olaylar, sağbekin lahana dolmasını yemesiyle başladı" kitabından;
izmir'deki milli maç ve futbol devleti gerçeği
wimbledon aristokratı celal ulug'dan, türk futbolu için şimdi kapılarını kapatmış bir wembley naklen yayını dinleyelim... o, 5-0'lık yenilginin altından çok sular aktı ama, ne kadar su akarsa aksın, gerçeklerin, takvim yapraklan ile birlike kopartılıp yok edilmesi mümkün değil...
"...futbolda olsun, diğer branşlarda olsun, artık türkiye kafile başkanlannı en az bir yabancı dili kusursuz konuşan kişilerden seçmelidir. bu seçim yapılmadığı sürece, avrupa'da konuşan türkiye'yi, futbolda saygınlık basamağına basmış türkiye'yi yaratmamız asla mümkün değildir..."
"... türkiye içinde iken, biz bize iken, her türlü densizliği denemek serbesttir... ama uefa veya fifa'nın reglamanında olan bir maça gelirken, futbol federasyonu mutlaka oynayacağı ülkenin, futbol federasyonu'nun önüne, oyunculann önce soyadının, sonra adının yazıldığı bir esami listesi bırakmak zorundadır. sadece isimlerin yazıldığı türk milli takım'ı listesini ingilizlere kabul ettirmek için sadece göbeğimiz değil, her tarafımız çatladı. adamlar ukala katiyen, kati haklı... çünkü, elektronik cihazlar, önce soyadının, sonra adının yazılmadığı bir esami listesini kesinlikle hafızasına kaydetmiyor..."
"... takım listemiz tetkik edilirken k. hasan (küçük hasan) ve b. hasan'ın (büyük hasan) önündeki (k) ve (b) harflerine takılan ingiliz futbol federasyonu genel sekreteri, bunun manasını bana sordu. kendisine b. hasan'ın (big hasan), k. hasan'ın (little hasan) olduğunu söyleyince, adamın kahkaha atmaktan nerede ise bel kayışı kopup pantalonu yere düşecekti... sonuç, türkiye'yi avrupa'da artık bu harf komedisinden kurtarmak gerekiyor..."
"...maçtan 10 gün önce menajer bobby robson'dan bir idman randevusu istedim. kararlaştırılan gün ve saatte robson'un özel jaguar arabası otelin önünde idi. ingiliz milli takımı'nın devamlı kamp ve idman yaptığı londra'nın 60 kilometre dışındaki federasyon tesislerine geldiğinde, idman sahasının su içinde olduğunu gördüm. hayret, oysa londra'ya aşağı yukarı 15 günden beri yağmur yağmıyordu. şaşkınlığımı tesis sorumlusu yakalamış olacak ki, kısa bir açıklama ile alıklığımı kesiverdi... bu saha her sabah saat altıda elekronik arazözlerle, çimi besleyen ve diri tutan vitaminli su ile sulanırmış... o gün idman, çift kale idi. maç başlamadan sahanın dört bir tarafından yerden açılan kapaklardan oyun alanı bir kamera kuşatmasına uğradı... ben yine afalladım... afallamış celal'i tam afallamış şaban'dan kurtarıp, afallaşmamış celal haline getiren yine tesisin sorumlusu oldu. bu elektronik kameralardan her biri, sahada kaç futbolcu varsa tek tek onlara kumandalı imiş. kim ne yapıyor ne yapmıyorsa saniye saniye banda geçiyor. ertesi gün mister robson, takımı film salonuna alıyor ve tek tek oyunun içinde yapılan ferdi ve kollektif hataları futbolcularla tartışıyormuş..."
kameraya şimdi biz "zoom" yaptıralım... ingiliz futbol imparatorluğundan bizim bedevi çadırına düşelim...
şahap sayın bey, geçen gün ağzını müjdeli (!) açtı... "istanbul 5 yıl daha çamurdan kurtulamayacak" dedi. sebep?.. genel müdür 3 yıl büyüklerin bir yıl boyunca istanbul sahalarını istedikleri gibi kullandıklarını itiraf etti. bu devlet aczi değilse, darülaceze de darülaceze değildir...
dört pilon dikip, onları ampulleyip istanbul'u gece maçı oynamaya müsait hale getirememek, hem evrensel bir ayıptır, hem de devlet aczidir.
inönü stadı'nın su tesisatını, kalorifer düzenini değiştirmeyip, stat altındaki o batılı insanı iğrendiren ve de güldüren o mezbeleliği, olduğu gibi tutmak devlet aczidir.
kışın bir çirkin bataklık haline gelen, üstünde değil insanların, hayvanların bile yürümekten çekindiği o ali sami yen stadı'nın etrafını bir greyderle düzeltmeyip asfaltlamamak, devlet aczidir. statlarda anons edildiği halde şoförü gelmeyen cankurtaranlara kontak açtırmamak, devlet aczidir. statlarda görevli sıhhiye ve doktorların eline ilk yardım çantası diye bir asker bavulu vermek, devlet aczidir...
şükürler olsun ki, sayın gibi çok sayın genel müdürler sayesinde, türkiye'de devlet bir türlü 52 milyonun devleti olamıyor, 250 ailenin devleti olmanın aristokratik yalnızlığını sür dürüyor.
yarın izmir'de romanya ile dünya kupası grup eleme maçlarının sonuncusunu oynayacağız. kelle sayısı belki 30'u, 40'ı bulacak, binlik yığınlar yine müsabaka boyunca, "türkiye... türkiye" diye bağıracak.
fakat bir dev gerçek yarın da bağırsak, yarından sonra 100 maç daha bağırsak, değişmeyecek...
bu kafalar kafa olarak kaldıkça, veya bu kafalar kafa olmaktan bıkıp futbol topu bile olsalar, türkiye'nin "futbol devleti" olabilmesi, 50 fırınlık ekmek değil, daha 50 yeni yılı yemesi gerekiyor...
ilk basımı 2004 olan islam çupi'nin "olaylar, sağbekin lahana dolmasını yemesiyle başladı" kitabından;
önce istanbul sonra her şey bozuldu
şu izmir'de oynadığımız ve 3-1 kaybettiğimiz son dünya kupası grup eleme maçı, 35 yıl önce istanbul'da yapılsa idi, ne milli takım'ımız bir yuhalanan, bir alkışlanan çirkin bir tostun arasında sıkışıp kalır, ne de teknik direktör, istifaya kadar varan bir hamağın içinde, bir açık tribüne, bir kapalı tribüne doğru savrulup durmazdı.
çünkü, 35 yıl öncesi seyirci bilinci, estetik algılama yetisi, kötü oynayan takımın çevresinde bir eşek arısı sürüsü gibi vızıldamaz, futbolu sadece kendi takımının üstüne yığılmış bir öfke ve sevinç tepinmesi yapmaz. güzelliği kim daha güzel yuvarlıyorsa, hayranlıkların ve alkışların yönü, o takımın, "mecburi istikamet" yazan otobanı olurdu.
çünkü, 35 yıl önceki seyirci, bu günün 90 dakika boyunca, kime neden niçin bağırdığı belli olmayan, öfkelerinin içinde delirme raddelerine gelip kafasında ve göz bebeklerinin içinde estetik kırıntıları zerresini bile taşımayan bir seyirci değildi...
35 yıl önceki seyirci, bu günün hiçbir psikolojik, pedagojik, patalojik testlerden sıçrayacakları çok şüpheli yığınlara karşılık, özellikle 17-18 yaşındaki genç kesim, şayet maça 3 saat önce gelmek zorunda iseler, ellerinde varlık yayınevi'nin küçük cep kitaplannı taşırlar ve hakem düdüğü ötünceye kadar çenelerini sadık gösteriler için paralamazlar, zamanı london'u, istrati'yi, steinbeck'i, caldwell'i ve sait faik'le haldun taner'i tanımak gibi, hiçbir güzellikle değiştirilmeyecek bir edebiyat idmanının buğulu dünyasında yüreyerek tüketirlerdi...
o seyirci, 1947 yılında isveç aik takımı ile istanbul'a gelen ve ayaklarını bir futbolcudan çok bir balet kurnazlığında kullanan sarışın carlsson'u omuzlarda taşımıştır. o seyirci, macar deak'ı şeref stadı'nda oynadığı bir ujpest-beşiktaş maçından sonra, denizden gideceği moda burnu'ndaki manopalas oteli'ne kadar 50 motorluk bir konvoyla kadıköy'e dek takip etmiştir. seyirci, türkiye-fransa dünya ordulararası finalinden önce, "bugün türkiye'yi yenemezsek, ben maçtan sonra bir canlı fare yerim" diyen ünlü kopa'nın oteline müsabakadan sonra, çikolatadan bir fare maketi gönderecek kadar, espri sahibi zarif ve çelebi idi...
inönü stadı, 1947 yılının sonunda açılmıştır. 1947'nin sonunda açılan inönü stadı'nın açık ve kapalı tribünlerinin seyirci tuvaletlerinden kışın bırakın soğuğunu, sıcak su akardı. soyunma odalarına giden koridorlar şerit halılı, ışıl ışıl ışıklı, kenarlarında dev saksılı renk renk begonya ve kasımpatı ile örülmüş bir bodrum bahçesini andırırdı. soyunma odalan pırıl pınldı. bir futbolcunun maç öncesi ve sonrası için gerekli her türlü araç-gereç ve konfor vardı. zemini, bünyan ve kayseri halıları kaplardı. 1985'lerde ise, inönü stadı'nın dediğim yerlerini dolaşmaya kalkarsanız, yüzünüze ve burun deliklerinize, bir çöp istasyonunun iğrenç mezbeleliği ile, kokuların en çekilmezi yapışacaktır.
35 yıl, seyirci ve tesiste ne erozyon yapmışsa, aynı erozyon ejderhası, adamlığın başına da pala sallamıştır. hamdi emin çap, a. sami yen, yusuf ziya öniş, orhan şeref apak, hasan polat'la yani "devlet içinde devlet" olan insanlarla şekillenen futbol federasyonu koltuğunda şimdi erdoğan ünver oturuyorsa, türkiye'de hangi cenaze namazlarını kılmak gerektiği açık seçik bellidir.
türkiye, bir futbol tutkunu ve gerçek bir seyirci olan şükrü saraçoğlu gibi başbakanlardan hayatında eşofman giymemiş başbakanlara pupa yelken dümen tutmuşsa, bunu sadece demokrasinin, "oyların getirdiği sonuç" felsefesine bağlamamak gerekir...
* * *
istanbul'un burjuva semtlerine hiç bakmayın. zengin çocuklarının ayakları bmw'nin gaz pedalında, elleri deniz sürat motorlarının direksiyonlarında... oralardan futbolcu çıkmaz.
futbolcu güneşliköy, gaziosmanpaşa, sefaköy, beşyüzevler gibi istanbul'un fakir semtlerinden, gecekondu kesimlerinden çıkacaktır.
bugün oralardan futbolcu çıkaramayışınızın sebebini kalemler kalemi üstat çetin alton, olanca tekrarlarla sütununda germektedir.
dört ve dörtten fazla çocuk sahibi olan 4 milyon aile, türkiye'nin ve özellikle istanbul'un en büyük kuluçka sorunudur ve bu hatalı kuluçkanın ürünleri, türkiye ve istanbul'u eksik vezinli bir nesille donatmakta, türkiye'yi gelecekte, "kaliteli adam" açığına doğru korkunç bir hızla sürüklemektedir.
türk milli takımı, 1954 yılında dünya kupası finallerine son kere katılmıştır. bu takımın altyapısı 1945'ler ve 1950'lerde istanbul'daki bine yakın semt sahalarının varlığı idi.
şimdi istanbul'da ne var? yeşillik olarak karşıda sadece karacaahmet mezarlığı var...
dünyanın her mutfağında patates ve bezelye garnidir, yemeği olmaz... sen, 600 yıldır patates ve bezelyeden 10 çeşit yemek yapmayı sürdürüp, mutfağını aynı zevksizlikte tutuyorsan, dünya kupası finallerine gidecek bir milli takım, daha yığınla yıl, mideleri patates ve bezelye ambarı olan midelerden çıkmaz...
bu maçta milli takımımızın kalesini koruyan okan gedikali,nin babasının ölümü kendisinden saklanmış okan"a babasının ölüm haberini coşkun özarı mactan sonra vermiştir.okan bu macta ilk kez milli takımın kalesini korumuştur.
allah’a şükürler olsun ki, 19 mayıs 1919’da, bu ülkede yaşayanlar, bugün ülkenin sporunu yönetenler gibi düşünmüyorlar, 19 mayıs 1919’da, bu ülkede kamuoyunu bugünün babıâlisi oluşturmuyordu...
romanya maçından sonraki teslimiyeti gördünüz mü? bütün bayraklar hemen inmiş... zaten biz neymişiz ki... zaten bizde altyapı, cart curt, falan filan neymiş ki? zaten adamların fiziği, zaten adamların matematiği, kimyası, hal ve gidişi bizden çok çok üstünmüş... hayal bitmiş, gerçek gelmişmiş... kendi kendimizi kandırıyormuşuz...
doğrudur, türk sporu bir adım ileri gitmez. böylesine kolay bayrak indiren, böylesine kolay teslim olan babıâli ile bir adım ileri gitmez... türkiye’nin pek çok dalda olduğu gibi, sporda geri kalmışlığının sorumlusu da, işte bu teslimiyetçi basındır...
avrupa’da iki maça gitmiş, orada iki tesis, iki kulüp kuruluşu görmüşler ya! vay sana bir altyapı edebiyatı... olimpiyat şampiyonları çıkaran kenya’da, fas’ta, trinidad’ da ne altyapılar var ya... 1954’te, isviçre’de, ispanya gibi bir devi eleyip final oynarken, bu ülkede ne altyapı vardı ya! altyapının, üstyapının ne olduğunu bilmezler, ama teslim olmak kolay ya! hele yanına böyle bir de bilimsellik katıp, «vay be adam bu işten ne iyi anlıyor yahu» dedirttin mi, tamam bu iş.
51 milyondan bir 16 kişi bulmanın, bu 16 kişiye üst düzey futbol oynatmanın, bir alt değil, üstyapı olayı olduğunun farkında bile olmazlar, meszöly’nin deplasmanda isviçre önünde oynattığı futbolla, coşkun’un izmir’de kendi sahamızda ortaya koyduğu rezilliğin farkını bile anlamaz, bunun sebebini de araştırma gereği duymazlar. macar o takımı, o futbolu gökten zembille indirmiş gibi, «altyapı da altyapı» edebiyatı yaparlar.
30 ekim 1984 salı... 1986 dünya kupası eleme maçlarının ilkini finlandiya ile oynamadan bir gün önce, «meksika matematiği» başlığı altında bir yazı yazıp, daha kura çekildiği gün, «zor gruba düştük. hiç şansımız yok» ağıtları düzmeye başlayan coşkun özarı ve onun gibi düşünenlerin önüne, anlamaları daha kolay olur diye, futbol değil, matematik hesabı koyarak, , şöyle demişiz:
«işe başından başlayalım. isterseniz, biraz da bilimsel konuşalım, türkiye’nin şansı kuralarla başlamıştır. dörtlü bir gruba düşseydik, bu tür gruplardan sadece bir takım meksika’ya gideceğinden, matematik şansımız, dörtte bir yani, yüzde 25 olurdu. oysa beşli gruptayız. bu tür gruplardan iki finalist çıkıyor. kazanma şansımız beşte iki. yani yüzde 40. daha çekilişte yüzde 15 gibi bir avantaj ihmal edilemez.
türkiye’nin bulunduğu grupta 20 maç oynanacak ve toplam 40 puan dağılacak. sekizer maç oynayacak her takım, en fazla 16 puan toplayabilecek. takım başına düşen ortalama puan ise 8.
grubumuzda bizden başka ingiltere, kuzey irlanda, romanya ve finlandiya var. ilk ikisi 1982 dünya kupası, üçüncüsü ise 1984 avrupa şampiyonası finalisti. ingiltere bu grupta tüm otoritelerin favorisi. ilk maçlarında finlandiya’yı wembley’de 5-0 mağlup ederek güçlerini ve hırslarını da kanıtladılar. ingilizleri bu elemelerde mağlup etmek güç. o halde, matematik çalışmaya devam edelim. ingiltere kendi sahasındaki maçları kazanacak, rakip sahalarda da birer puan alacak olsa, 12 puan toplar ve grup lideri olur. 40 puanın 12’si ingiltere’ye gidince geriye, dört takıma 28 puan kalır. bu da ortalama 7 puan eder.
meksika’ya gidecek ikinci takım, işte bu 7 puanın üzerine çıkmayı başaran olacaktır. yani kendi sahasında ingiltere’den başkasına puan vermeyen ve rakip sahadaki maçlarından 2-4 puan almayı başaran takım...
işte, eğer meksika’ya gitmek istiyorsa, türkiye’nin yapması gereken hesap budur. takımın oyun şeklini ve taktiğini de bu hesap belirleyecektir. bu matematik, ‘kendi sahasında iki, rakip sahada bir puan için oyna’ demektir. yani kendi sahasında onurlu beraberlik, ya da şerefli yenilginin meksika yolunda hiçbir faydası yoktur. türkiye, grup maçlarında, 7 puanlık ortalamanın üzerine çıkabilir, 9 ya da 10 puan toplayabilirse meksika’ya gidecektir.
peki ne olmuş sonunda? yani bugün... yani 15 kasım 1985 cuma günü... gruplar maçlarımız bitmiş. ingiltere puanla birinci olmuş. bizim 30 ekim 1984’te ingiltere'ye verdiğimiz puan kaç: 12...
«türkiye 9 ya da 10 puan alabilirse, ikinci olur, gider» demişiz. ikinci irlanda’nın puanı kaç: 10... ingiltere, irlanda'yı yenseydi, romanya kaç puanla meksika’ya gidecekti: 9...
şimdi biz kâhin miyiz?.. deha mıyız?.. futbolu bu ülkede herkesten iyi mi biliyoruz? bize gökten vahiy mi geliyor?.. içimize mi doğuyor?,. hayır... yazımn başlığını o günden «matematik» diye koymuş, toplama, çarpma, bölme ve çıkarmadan ibaret dört işlemi bilmenin yeterli olduğu bir hesap yapmışız. sonra da bu hesabı değerlendirme bölümünde, «ey ümmeti müslimin, elinizi vicdanınıza koyun.. finlandiya ile yapılacak iki maçta 4 puan alırsak geriye kalan ihtiyaç 5 ya da 6 puan. irlanda, ingiltere ve romanya ile, birer tanesi kendi sahamızda oynayacağımız, ikişerden altı maçtan, toplam değeri 12 puan olan altı maçtan 5 puan almak çok mu büyük hayaldir. biz bu irlanda’yı da, romanya'yı da, geçmişte bağırta bağırta yenmedik mi?.. öyleyse niye hayal olsun, meksika yolları soralım bakalım, babıâli’nin altyapı ulemaları ve 50 maçta bir tane başarısı olmayan coşkun’u baş tacı etmek, bir elli maç daha bu ülkeyi hezimete götürsün diye ona şimdiden koltuk çıkmak için, ‘zaten biz neyiz ki’ ağıtları ile, 19 mayıs 1919’lardan, 30 ağustos 1922’lere gelmiş bir ülkenin evlatlarının beynini bulandıranlara? niye hayal olsun ha?.. niye?.. niye?..
51 milyon içinden seçilen 16 adamın, futbol diye ortaya koyduğu bu rezilliği, bu rezilliği yaratanları savunmanın özrü yoktur. türkiye o kadar geri, bu ülkenin insanları o kadar yeteneksiz değildir. bu ülke gerçek bir liderle nereye nasıl gelebildiğini daima kanıtlamış insanlardan kuruludur...
üç beş çapsız kişinin kişisel başarısızlıklarını gizlemek için, bu ülkeye ve bu ülkenin insanına dil uzatmak kimsenin hakkı ve haddi değildir.
bugünkü rezilliğin sebebi ve sorumlusu erdoğan ünver’dir... m. ali yılmaz’dır, coşkun özarı'dır... metin emiroğlu’dur... tıpkı dünkü rezilliklerin sebebinin dünkü yöneticiler olduğu gibi...
babıâli artık bunu bilmek, öğrenmek ve gerçekleri korkmadan, çekinmeden yazmak zorundadır.
milli takım, 28 ağustos 1985’te isviçre’de isviçre ile oynuyor. oyun harika... skor da güzel... deplasmanda 0-0... kadro: yaşar - ismail, raşit, abdülkerim, erdoğan - müjdat, rıdvan, k. haşan, metin - şenol, erdal.
13 kasım 1985: izmir'de kendi sahamızda, romanya ile oynuyoruz. kadro: okan-müjdat, ismail, yusuf, erdoğan - rıza, metin, ünal, tanju - şenol, selçuk.
başarılı bir takımın 2.5 ay ve dört maç sonrasında, altı adamı, sekiz yeri değişmiş. yani meszöly’nin o harika top oynayan takımının içine edilmiş, romanya önünde o rezillik, futbol diye sergilenmiş. babıâli, coşkun’a, «meszöly’nin takımını niçin değiştirdin?» diye sormuyor.
bu yıl, ismail stoper, yusuf libero, müjdat bek diye talımlarında hiç oynamadılar. hem de dünya kupası finallerine gidecek bir takımı belirleyecek kadar önemli maçta, ; türk milli takımı kobay gibi kullanıldı.
babıâli coşkun’a, «deney için özel maçları niye beklemiyorsun?» diye sormuyor.
ingiltere gibi puan değeri sıfır olan bir maçta, daha önce ingiltere’den 8 gol yemiş, bir hafta sonra fenerbahçe ile avrupa şampiyon kulüpler kupası maçına çıkacak yaşar oynatılıyor. okan yedek bekliyor. özarı, basın toplantısında «genç okan’ı harcamamak için takıma koymadım» diyor.
babıâli, coşkun’a, «okan’ın morali önemlidir de, avrupa kupasında üçüncü tur mücadelesi yapan fenerbahçe önemli değil midir?» diye sormuyor.
eskişehir deplasmanına çıkılacağı gün, ismail ve semih, galatasaray kampına sabaha karşı saat beşte geliyorlar. derwall ikisini de kadro dışı bırakıp coşkun’a başvuruyor. «milli takımı gençleştirdin. yeni bir takımın iskeletini kuruyorsun. bu gençlere örnek ol. bu içki kadın uğruna kamptan kaçanlara ben ceza verdim. bunları o gençlerin yanına sokma» diyor. coşkun özarı cevap veriyor, «ben oynatmam, derwall haftaya affeder oynatır. bana ne derwallin cezasından» diyor.
babıâli kalkıp, «bu ne rezillik, bu ne sorumsuzluk, bu ne komplekstir?» diye sormuyor.
coşkun özarı televizyonda 50 milyon kişi önünde, «ben her gelişimde takımı kötü buldum. kötü sonuçlar o ilk maçlardadır. sonunda düzeldik» diyor.
ne o televizyon spikeri, ne de ertesi gün babıâli, «ya demek coşkun, sen lüksemburg’a yenilen bir takımı aldın; rusları, bulgarları, avusturyalıları yenen takım yaptın da, onun için iki kez görevinden kovuldun. bu nasıl mantıktır, bu milleti geri zekâlılar mı yönetiyor?» diye sormuyor.
coşkun özarı, «beni hep kamuoyu baskısı yeniden göreve getirdi» diyor. babıâli, «bre özarı, senin iki maçından birinde, bu ülkenin seyircisi ‘özarı istifa rezalet’ diye bağırmıştır. rezalet artık ayyuka çıktığı için görevden alınmışsındır, bunu nasıl dersin?» diye sormuyor.
özarı, «ben takımın iskeletini kuruyordum, görevden aldılar. her defasında işe sıfırdan başladım» diye göz boyuyor.
babıâli kalkıp, «bre özarı, sen 1972 başından 1976 sonuna kadar tam dört yıl aralıksız teknik direktörlük yaptın. sana gösterilen sabır kimseye gösterilmedi. bu dört yıl içinde hangi başarılı sonucu aldın, hangi iskeleti kurdun da, şikâyet ediyorsun?» diye sormuyor.
gene aynı babıâli kalkıp, «haydi diyelim ki, bugüne kadar böyleydi, ama bu kez senin eline, irlanda’da ve isviçre’de dosta düşmana parmak ısırtacak gibi takır takır top oynayan meszöly’nin takımını verdiler. iki buçuk ayda, bu takımı, ingiltere, finlandiya ve romanya hezimetlerini birbiri ardına oynayacak hale getirdin. ya bu kez mazeretin ne?» diye sormuyor, soramıyor...
şimdi bu babıâli’ye biz soruyoruz:
türkiye’nin bu futbol rezaletinden sorumlu coşkun özarı mıdır?
yedekler: fatih uraz, fatih parmaksız, kemal serdar, rıdvan dilmen
romania: silviu lung, mircea rednic, gino iorgulescu, constantin stefanescu , michael klein, gheorghe hagi, ladislau boloni, marcel coras (dk. 83 ion geolgau), stefan ıovan, victor piturca (dk. 64 rodion gorun camataru), ılie barbulescu
goller: (0-1) dk. 15 constantin stefanescu (0-2) dk. 28 marcel coras (0-3) dk. 53 stefan ıovan (1-3) dk. 78 metin tekin