imran ayata'nın takımdan ayrı düz koşu kitabında yer alan "plotonik bir aşk - almanya'da galatasaraylı olmak" başlıklı yazısından;
17 mayıs 2000'de giga popescu galatasaray'ın dördüncü penaltısını david seaman'ın kalesine tıktığında, büyüklük cinnetinin doruğunda olduğum anlardan bile tasavvur edemediğim şey gerçekleşmişti: bizimkiler kupayı kaldırdı. franfurt'un beyoğlu barlarını andıran telis'nde insanlar birbirlerinin kollarına atlıyor, 30'lu yaşlarındak adamlar sevnçten ağlıyordu. maç sırasında futbolcun ayrıntısına pek takılmadıklarını söyleyen, ama buna karşılık life-style ile ilgili engin bilgileri sayesinde hakan şükür veya arif erdem hakkında şaşırtıcı ayrıntılar bilen genç kadınlar, pek az zaman böylesine rengarenk olmuş bir bodrum barında mutluluktan uçarak sarı-kırmızı bayraklar sallıyorlardı. trt-int'te maçın naklen yayınından hemen sonra, sanki ısmarlanmış gibi, bir şekilde sembolik bir tesadüfle, ebediyyen 70'lerin müzisyeni edip akbayram'ın "bekle bizi istanbul" klibi çalmaya başladı. bu şarkı bir anda yeni bir bağlamda anlam kazandı: bardakiler özlemle ekrana baktılar, onlar da bu teri dökmüş, bu zahmeti çekmiş ve şimdi istanbul şenlikleriyle onları bekliyormuş gibi. "lan inanmıyorum bizimkiler kupayı aldı" ve bunun gibi şaşkınlık sözlerinin yanı sıra, "en büyük türkiye" sloganları duyuldu. bunlar çok sürmedi, çünkü solcu galatasaray taraftarları derhal müdahale ettiler, başarının kendi kulüplerine ait olduğunu ve milliyetçi ayaklarla bir alakası olmadığını duyurdular bağıra çağıra. çoğu ilgilenmedi bu konuşulanlarla; telis'te politik tartışmlarla ilke olarak pek yer yoktur. edebiyattan bahsedene anında "entel" damgasını vururlar. canlı müzik dinlerken konuşması hoş olan şeyler başkadır: pop ve life-style, iş, para, eğlence, muhabbet. ama 17 mayıs'ta piyanist-şantör ismail abi sabahın erken saatlerine kadar tuşlara vur ha vurdu. defalarca tempo tuttu. "bir iki üç dört... cimbom şampiyon", müşteriler masaların üstünde dans etti. olağandışı havaya rağmen melankoli altedilir gibi değildi; "burasını istanbul'a çevirdik, dışarısı almanya..."
dışardakiler başka bir perdeden çalıyordu: orada galatasaray bayraklarının yanında türk bayrakları ve bozkurt simgeleri sallanıyordu -belki de türkiye'dekinden daha fazla oranda.- almanya'daki ırkçılık bağlamını, politik örgütlenmeyle durumsal güç gösterisi karışımını hesaba katsa bile, bazı uzmanların iddia ettiği gibi bir normalleşmenin görülmediği gözden kaçmamalı bu ortamda: kazansınlar, insanlar alışır, aşırı davranışlar, milliyetçi gösteriler biter, azalır gibi tezlerden almanya'da çok uzağız.
galatasaray'ın o yıl uefa ve süper kupa'yı kazanması ve türk milli takımının euro2000'de çeyrek finale yükselmesine sadece türkiyeliler sevinmedi. galatasaray arsenal'i yendiğinde almanya'nın mannheim şehrinde küçümsenmeyecek sayıda alman da galibiyeti sahiplendi. çünkü galatasaraylı ümit davala mannheim'da yetişmiş, futbol oynamıştı. "bu koç bizim" duygusu ve hemşeri mantığıyla alman futbolseverleri de bağırığ çağırıştılar sokaklarda.
tanıl bora'nın "karhanede romantizm: futbol yazıları" adlı kitabında bulunan "yaşlı kurtlar... ve bülent korkmaz'a saygı" başlıklı yazısından;
türkiye'de bu nadir tür ('yerinden' ayrılmayan ihtiyar kurt) içinde bülent korkmaz'ın özel bir yeri var. bülent korkmaz, 2005 yazında 37 yaşındaydı ve hala müthiş bir iştahla futbol oynamak istiyordu. jübile tekliflerini işitmeyeyim diye, yöneticilerin telefonlarına çıkmadığını yazıyorlardı basında! tam saha dergisinin haziran 2005 sayısında yayımlanan söyleşisinde, fiziken gayet iyi durumda olduğunu söylüyordu. güngörmüşlerin genç oyunculara aktaracağı tecrübe, yerini başka hiçbir şeyin tutmayacağı bir değerdi ona göre. milan'ın hala arada sırada costacurta'yı oynatmasından, belli ki aklı ve gönlü kamaşarak bahsediyordu.
2001-02 sezonunun ardından kendisiyle yapılan bir söyleşide, avrupa'dan aldığı tekliflerden bahsederken, tercihinin ingiltere olduğunu söylemişti bülent korkmaz: "çünkü ada futbolu benim karakterime çok uygun." hakikaten de öyle! premiership'te oynarken izlemek isterdik bülent korkmaz'ı. ingiliz spikerin "what a wonderful tackle!" diye ünletmesini, tribünlerdekilerin onun ikili mücadelelere dalışını huşu içinde "yeaaah" çığlıklarıyla kursamalarını görmek istersik. kim bilir, belki de 38 yaşında, blackburn'de...
40'larını, 30'larını ve 20'lerini süren galatasaraylılar için, ancak babalarından dinlemiş olabilecekleri kadar mitolojik bir figür, bülent korkmaz. her şeyden evvel, 12 yaşından beri galatasaray forması taşıyor. fatih-edirnekapı'nın arsalarından gelip, galatasaray futbol takımlarının her kademesinde oynadı: 21 yaş altı, amatör, 3. lig... zaman zaman da aynı hafta içinde bunların birkaçını birden. 19 yaşında, derwall-denizli döneminde a takımı formasını giydi. 1980'lerden 1990'lara, galatasaray'ın "avrupa takımı" olmaya gidişinin bütün duraklarında oradaydı. sarı-kırmızılı forma artık ikinci derisi sayılır. sanki mümince bir devamlılık, bir adanmışlık.
oyundaki adanmışlığıyla da bir mitoloji figürü, bülent korkmaz. kendi resmi internet sitesinde de işleniyor, çoğaltılıyor bu mitoloji: "o doğuştan cengaver: o doğuştan cesur." diye tanıtılıyor. anne babası onu "cesur" adıyla kaydettirmek istemişler zaten, nufus memuru "bülent" adıyla kaydetmeyi uygun bulmuş. (biliyorsunuz yurdumuzda çoçuğun adı nüfus memurunun iki dudağının arasındadır!) bülent, memleketin "tekmeye kafa uzatan futbolcu" menkıbelerine çoktan sabit kalemle yazılmış bir isim. (sevin okyay sever bu "sabit kalem" mecazını ona özendim!) türkiye'de "mücahit futbolcu" ikonolojisini, kanlar içinde sargılı başıyla "mehmetçik" basri dirimli'nin fotoğrafı temsil ederdi, şu binyıl dönümüne kadar. 17 mayıs 2000'de kopenhag'da oynanan uefa kupası finalinden beri, yeni ikon, sarılı kol ve yüzündeki derin acıyla, bülent korkmaz'ın fotoğrafıdır. eli belinde durakalması, gevşemesi, hırsını yitirmesi, pes etmesi tasavvur edilmeyecek bir futbolcu, o. oynadığı takımın taraftarları için, tam aşık olunacak futbolcu. üstelik nesli tükenen türden bir taraftar-futbolcu. söyleşilerinden, futbol kamuoyunun sair kısımlarını kaale almadığı, sadece taraftarlarını ve camiasını gözettiği izlenimini alıyorsunuz.
17 mayıs 2000 galatasaraylı olmaktan en cok gurur duydum gun takı super kupayı kazanıncaya kadar suren suerece kadar:))macın oynandıgı tarıhte lısede hazırlık sınıfda okuyordum ve ertesı gun 3 tane yazılım vardı 17 mayıs gunu yazılısı olan hocaların hepsıyle konusup yazılıları ıptal ettırmıs tamamen galataray macına motıve olmustuk!!!o yıl tum macları uefa maclarını bılgısayardan cıne5 kacak ızlemıstık son mac yanı arsenal-galatasaray macının saatı gelmıstı aparmandakı komsularda artık alıskanlık olmuskı herkes mac yıne cıne5 te dıye bıze toplanmıstı ama mac trtdeydı tum komsular mac saatınde televızyonun basına gectık ve macı ızlemeye basladık sankı canakkalede hayat durmustu sokakla mac saatınde 1 saat oncesınde bosalmıs kuruyemıs satan alkol satan yerlerde kuyruklar vardı!!!mac basladı 45 dakıkada evde ne cerez ne kola ne alkol kalmıstı devre arasında evımızın yakınında markete gıttıgımde ordada kola alkol cerez tukenmıstı:))neyse macın ıkıncı yarısı uzatmalar derken penaltı atıslarına gelmıstık arsenalın kacırdıgı ıkı penaltı popenın attıgı son penaltı bulentın sakat oynaması hagının gordgu kırmızı kart tafarelın kurtarısları ve trt spıkerının hadı hadı popescu hadı dıyerek gelen son penaltıdan sonra kupa galatarayın demelerınden sonra evımızdekı komsular annem babam fblı gslı herkesın sevınc gozyaslrı ıcınde aglamasından sonra tum apartmanca arabalara bınıp 8 araba kordona konvaya gıdıp konvoyda arabayla gezemeyıp trafık tıkandıgından dolayı arabaların kenarında meydanda sabah kadar sarı kırmızı galataray dıye bagırıp dvavul zurnda oynadıgımız sabah saat 05.00 da eve gelıp oglene kadar okula gıtmedıgım okula gıttımde herkesın daha galataray dıye bagırdıgını gordugum ancak benım seslerımın kısılmasından dolayı bagıramadıgım gunun bır oncekı gunuydu!!!teşekkurler galataray bana o gunu yasattıgın ıcın gerceklerı tarıh yazar tarıhıde galatarasaray...başkaları ruyasında göremez ama kupa bızım muzemızde...
halamlarda izlemiştim maçı herkes inanıyodu kupayı kaldıracağımıza ve nitekimde kazndık hala izledikçe tüğlerim diken diken oluyo o gün unutulmazdı türk futbol tarihinin en büyük günüydü
köy kahvesindeydik ozaman ve belkide hayatımda seyrettiğim en heycanlı maçtı o akşam çünkü kavede babamle birlikte nerdeyse 4 galatasaraylıydık ve işin ilginç yanı kahvedekilerin hemen hepsi fenerbahçeliydi. sadece bizim sesimiz çıkıyordu maç sırasında ama kupayı kaldırdığımızda kemdimi fenerli bi akrabamızın omzunda buldum ve kafam alçak olan köy kahvesinin tavanınıa çarpmıştı. olsun yinede o maçı seyretmeye değer ...
maç öncesi iki kale arkasında dev galatasaray ve arsenal formalarının açıldığı, türk taraftarların gençlik marşını tüyler ürpertircesine söylediği, henry'ni kafa şutunun taffarel tarafından olağandışı bir şekilde çıkarıldağı, türk futbolunun sınıf atladığı maç...
tribün dergi sayı 1'de yer alan "ingiltere'de tribün grupları" başlıklı yazıdan;
70’li yıllarda başlayan gang modası neredeyse ingiltere’nin tümünde, amatör ligden 1.lige kadar her takım taraftarının birer grup oluşturmasına yol açtı. kendilerini "elite" olarak gören bu gruplar, diğer taraftarlardan kendinlerini soyutlayarak organizatörler konumuna gectiler. çok ciddi olaylara karışanların yanı sıra, isim yapmak isteyenler, diğer taraftarların gözünde "idol" olma çabasındakiler ve sırf bu olayın verdiği "thrill" i yaşamak isteyen futbolla alakası olmayan ancak içlerindeki "vandalism" duygusunu dışarı çıkaran toplumun değişik kesimlerine ait insanlar da vardı. bazı grupların yaş ortalaması pub’a girip içki almaya dahi yetmeyecek kadar (18) küçüktü ama yumruk sallamak için her zaman büyüktüler...
bu kısımda amacım bu grupların ne kadar güçlü, kalabalık ve etkili olduklarını anlatıp onları onore etmek değil. bu suçlu ordusunun askerlerinin işsiz serseri takımı değil, subay işadamı, profesyonel meslek sahibi olması ve hatta bazı grupların internet ve mobile iletişiminin en üst düzeyde olduğu günümüzde bile aktivitelerinin devam ettiğini göz onüne sermek istiyorum.
16 mayıs 2000 tarihinde final öncesi kopenhagta çıkan olaylarda bir kuzey londra posthanesi’nde çalışan bir grup postacının kurduğu "the postmen" gang’inin varlığı sizi endişeye düşürmesin, yakalandılar ve işlerinden atıldılar, polis tarafından yakın takipteler, ancak oynanacak ilk galatasaray maçında tekrar yollara düşerek güvenlik güçlerinin perdesinden sızarak eylem yapmaya çalışacaklar ve eylem yapacaklardır. işte problemin kaynağı burada !!!
biz bu insanların arasında yaşıyoruz,günlük hayatta dükkan sahibi, doktor, asker, öğretmen postacı, kasap taksi şoförü olarak karşımıza çıkabiliyorlar. intenette planlar yapılıyor: stratejiler saptanıyor. londra metrolarında ambush planları uygulanıyor, hersene insanlar yaralanıyor hatta ölüyor.
ama ne ilginçtir ki dünya basını bu haberlerı atlıyor. bu olayları kim çıkarıyor? kim körüklüyor. neden gazeteler yazmıyor?
tribün dergi sayı 3'de yer alan ilker dinçtürk'ün "biraz çamur ve gözyaşı" başlıklı yazısından;
sene 2000. parken stadı pırıl pırıl. oldu işte, nice zorlu yollardan sonra. arsenal direklere nişanlıyor penaltıları.levent özçelik “tanrı bizim kazanmamızı istiyor, sayın seyirciler” derken çamurlu günler geliyor aklıma. 0 günlerin geçilmesi gereken yollar olduğunu popescu’nun golüyle anlıyorum: “kupa bizim.”
tüm bunları niye mi anlattım? sırf az sonra söyleyeceğim son sözlere zemin olsun diye. biz (yani galatasaray) zaferlere hayatın gerçeklerini yaşaya yaşaya ulaştık. efsanelere inanmayışımız bundandır.
ve şimdi herkes tartışıyor kendi arasında cim bom’un avrupa başarılarını. oysa sorsalar söyleyecek cim bom: unuttuklarınız bende kaldı: biraz çamur ve gözyaşı... yani zafer, yani avrupa kupaları.
tribün dergi sayı 3'de yer alan volkan eser'in "kopenhag hacıları" başlıklı yazısından;
aslında her şey hertha berlin maçı ile başlamıştı, bu maçtan sonra mailing list’te yanılmıyorsam ilk bendim, “11 maç yenilmeden uefa kupasını alacağız” diyen. bunu dedikten sonra uefa’nın sitesine girip maç tarihine bakmıştım: 17 mayıs 2000... hertha maçından sonra mucizevi milan maçı, peşinden gelen bologna maçı (ki kendisi ilk avrupa deplasman maçım olur, sağolasın patron) ve devamındaki dortmund, mallorca, ve leeds maçları...
20 nisan gecesi hep birlikte seyrettiğimiz maçtan sonra barış haseski ile sarılmıştık, o ağlayarak “allah’ım ne olur beni bu rüyadan uyandırma” diyor, ben rüyada olmadığımızı, 17 mayıs’ta finali oynayacağımızı anlatmaya çalışıyordum.
o günden başlayarak kopenhag’a nasıl gideceğimizi konuşmaya başladık, gidilecek tur şirketinin adı belli olmuştu, ama fiyat daha belli değildi. ben havacılık camiasıyla yakın olduğumdan fiyat tahminleri yapıyordum, fakat sonuçta “oha” dediğim bir fiyat çıktı ortaya: günübirlik tur, maç bileti hariç: 450 $. eh, kulüp de 25 dolarlık bileti bize 150 dolara satınca, kopenhag uefa kupası teslim alma operasyonu’nun maliyeti 600 dolara çıkıverdi. ama feda olsundu cim bom’a...
maçtan bir hafta öncesine kadar benim için her şey normaldi. bir hafta kala hafif heyecanlanma belirtileri çıktı ortaya. sonra 15 mayıs’a, yani maçtan iki gün öncesine geldik. uykusuzluğum o gece başladı, yatağa ilk yattığımda gözümün önüne galiba 6 yaşındayken seyrettiğim ilk uefa final maçı geldi, juventus’la bir takım oynuyordu sanırım, boniek ve platini’yi ilk o zaman duymuştum. ulan dedim, şimdi biz orada olacağız ha? hay demez olaydım... sabaha kadar uyku girmedi gözüme.
ertesi gün işyerinden erken kaçtım, biraz istanbul turu falan, ı-ıh zaman geçmiyor. saat 9 gibi kadıköy’e ailemin yanına gittim. yemek falan derken saat 12 oldu. ben 12’de ev ahalisine “hakkınızı helal edin, ben gidiyorum” deyip kalktım. çıkarken annemin “nereye gidiyorsun oğlum manyak mısın?” sorusunu, babamın “e manyak tabii, ta kopenhag’a maça gidiyor adam” yanıtını duydum.
uçak sabah 5’te, bu kadar saat ne yapayım ben diye kara kara düşünürken aklıma nedense bana dahiyane görünen bir fikir geliverdi. hemen tekirdağ’daki yazlığa doğru yola çıktım. yazlığa ulaştım, eve girdim, bir bardak su içtim (galiba suydu) ve tekrar istanbul’a döndüm.
saat gece 3,5. zaman geçmiyor, bir baktım ki bilal’in elinde bir şişe metaxa var, hemen dalıverdim şişeye, o da fazla direnmedi. yarım şişe kadar kanyağı orada halletmişim...uçak saati geldi ve biz tezahüratlarla uçağa bindik, kaptandan sigara ve içki için izin aldıktan sonra (ki buna bile laf edenler vardı ama 310 kişiden 250’si bir anda sigara yakınca susmak zorunda kaldılar) yerlerimize geçtik.
biz uçağın ön tarafındayız... bir anda alp özgör yanındaki poşetleri açmaya başladı, ben de dumura uğramaya... manzara öyle böyle değildi, bir büyük rakı, beyaz peynir, domates, ahmet çakar (hıyar), kavun ve pilaki getirmişti...
uçak yolculuğunda maçtan çok mehmet şenol’la beraber galatasaray’ın geleceğini konuştuk, bundan sonra ne yapılması gerektiğini falan...
uçak kopenhag’a indiğinde henüz kargalar kahvaltı etmemiş, ancak biz çakırkeyif olmuştuk. havaalanında otobüslerimizi beklerken gördüğümüz ingilizlerin “hassikkkttiiiiirrrrr” diyen bakışları, bizim onlara ilişmememizle “ulan bunlar barbar değilmiş be, aynı bizim gibiler, sarhoş” bakışlarına döndü. otobüslerimize bindik, yaşlıca bir teyzemiz bize kopenhag’ı anlatıyor, işte şurası kral bilmemneyin çükü, burası kraliçenin tacını giydiği yer falan... bu arada otobüsten, “hoop yenge, bizi meydana bırakıver, bana ne lan danimarka tarihinden” sesleri yükselince otobüs mevcudu dörtte bire indirilerek kopenhag turuna devam edildi. ünlü denizkızı heykeli’ne gittiğimizde ise şoka uğradık, zira bizim devasa diye bildiğimiz heykel meğer yarı boyumda imiş, tabii deniz kızının boynuna atkı takıp fotoğraf çektirmeyi ihmal etmedik. oradan tivoli’ye doğru yola koyulduk...
tivoli’ye vardığımızda büyük meydanın türkler, karşısında bulunan barlar bölümünün ise ingilizlerle dolu olduğunu, aradaki birkaç bağrışmadan öte bir şey çıkmadığını öğrendik ve kopenhag meydan turuna başladık... ingilizlerle burun buruna bağırıyoruz, tezahürat yapıyoruz, ama olay çıkmıyor... bayağı eğlenceli ortamdı.
sonra meydandan ayrılarak yakınlarda yatacak bir yer aramaya başladık, zira saat bir anda 2 olmuştu, üzerimize bir yorgunluk çöktü. sonunda şahane bir parkta yattık ve sohbete başladık. bu sırada bilal’in ve benim telefonlar zırıldamaya başladı (kek gibi telefon götüren sadece ikimizdik sanırım), ilk duyduğum annemin çığlığıydı: “nerdesin sen?”, “ya anne kopenhag’dayım, nerede olacam...” “kopenhag’da nerdesin?” ulan, annemi tanımasam “aha arkamdan o da kopenhag’a geldi” ya da “daha önce çok kere kopenhag’a gelmişti, o yüzden soruyor” diyeceğim. “anne parkta yatıyoruz, ne oldu ki?” dedim, “yalan söyleme, televizyon veriyor her şeyi, kavga ediyorsunuz” diye bağırdı. biz de az önce cengiz’le çimenlerin üzerinde şöyle bi güreşmiştik, ama bunu televizyonların vermesi garip geldi bana. “yok anne,ne kavgası ya” falan diyince anlaşıldı ki, tivoli meydan muharebesi çoktan başlamıştı... ama biz geç kalmıştık...e, madem geç kalmışız, bari yatalım deyip yatmaya devam ettik. saat 5’te otobüslerle buluşacağımız yere gittiğimizde kavga ortamında bulunan arkadaşların durumunu gördük... kiminin gözü kan çanağı olmuş atılan gözyaşartıcı bombadan, kiminin rengi atmış, ama kayıp yok.
stada girdiğimizde bir an her şey kayboldu, yemyeşil çimler, etraf sarı kırmızı (daha arsenal’liler gelmemişti)... ve tezahürat başladı, “kapalı buraya!..” hah, şimdi tamam oldu, sebahatin, savaş, hepsi oradaydı işte. hemen o tarafta yerimizi aldık, sesler kısılmasın fazla bağırmamaya dikkat ediyoruz.
ve galatasaray sahayı incelemek üzere sahaya çıktı... aman allahım... “burası sami yen, buradan çıkış yok!” tezahüratı başladı, her yer inliyor, bu arada yasin’le beraber asacak yer bulamadığımız pankartlarımızı açmaya başladık, “muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur”, ağlayacağım ama daha erken. sonra arsenal geldi sahaya “welcome arse” pankartını açıverdik hemen. sahaya ponpon kızlar da çıkınca iyice neşelendik. şarkılar, türküler derken maç saati geldi.
maç başladı... aslında maça dair çok şey hatırlayamıyorum. arifin kaçan pozisyonu vardı, arsenal’in 18 içinden kaçırdığı pozisyon, hakan’ın yere çakılısı, direkten dönen top, hagi’nin attığı ve bergkamp’ın hâlâ etkisinden kurtulamadığı çalım. 80. dakikadan sonra tribünler coşmaya başladı. zaten coşkuluydu aslında, delirmeye başladı diyeyim, daha doğru olur.
bildiğiniz gibi, normal süre 0-0 bitti, uzatmalar başladı. bir kırmızı kart geldi, hagi artık yok. biz tempoyu hiç bozmuyoruz, hem ağlamaya hem dağ başını’ya devam. henry 1 metreden inanılmaz bir gol kaçırıyor, daha doğrusu tafi kurtarıyor. 115. dakikada fatih terim’i görüyoruz, takıma var gücüyle “ileri” diye bağırırken. uzatmalarda da bozulmuyor eşitlik. sıra penaltılarda. kale arkası tribünde ağlamayan yok gibi, hem ağlıyoruz hem bağırıyoruz. penaltılara gelince... pozitif enerji olgusuna ister inanın ister inanmayın, ama o gün viera ve suker’e penaltı kaçırtan şey o taraftarın pozitif enerjisidir... anlatılamaz bir şey bu... onlar kaçırıyor biz “kaçırdı kaçırdııııııı” diye bağırıyoruz. aklıma annemler geliyor, arıyorum ve telefonu havaya kaldırıyorum dinlesinler diye. zaten televizyon başındalar ama... ve sonra popescu geliyor, benim ömrümün her 5 yılı popescu’nun her adımında gidiyor, pope geliyor, o anda zaman duruyor sanki... bizim tribünde tıss sesi bile yok, sadece ağlayanların iç çekişleri var, gözüm yedek kulübesine ilişiyor, emre yere çökmüş, tahminen ağlıyor, fatih terim’den malzemeciye kadar herkes birbirine sarılmış, sahanın ortasındada bütün futbolcular yumak olmuşlar, e gel artık popescu ya, geliyor, vuruyor veeeee...
o an kayıp bende... ne yaptım, nasıl yaptım, nasıl sevindim bilemiyorum.ben kendime geldiğimde maç bitmiş, futbolcular seremoni için hazırlanıyordu. annemin anlattığına göre hayatında gözünün yaşardığını bile görmediğim babam ve hatta dedem bile gözlerini siliyorlarmış o anda...
stattan çıkarken hemen yanımızdaki tv kabininde bulunan hıncal’a tezahürat yapıyoruz, ulan o da gözünü siliyor, herkes mi ağlamış ne? stattan çıkıyoruz ve otobüslerimize biniyoruz... 0 anda bilal ve benim aklıma o günü ölümsüzleştirecek bir laf geliveriyor... “bu maça gelenler dünyanın en şanslı insanları diyor” bilal, ben de ekliyorum, “ne şansı be, hacı olduk ulan hacı”. o günden sonra maça gelmeyenler için söylenen “hacıların kalkan parmaa girsin ...in gözüne” tezahüratı başlıyor...
havaalanındayız, bağırmak istiyoruz ama ses yok ki... bir anda aklımıza ıslıklar geliyor, başlıyoruz “kalplerde yıldız/ gönüllerde ay/ şampiyonsun galatasaray”ı ıslıklarla söylemeye... dönüşü hatırlamıyorum. 1 şişe absolut içtikten sonra sızmışım galiba. istanbul’a iniyoruz... havaalanında alkışlarla karşılanıyoruz resmen, e manyakça geliyor insana, ama pek değil tabii...
bu istatistiğin yazıldığı anda avrupa kupalarında 2008-09 sezonu ocak ayı itibari ile (şampiyonlar ligi ve uefa kupasında grup maçları bitti ve eleme turları başlayacak)
avrupa kupalarında aynı sene içerisinde bir türk takımın aynı ülke takımları ile yapmış olduğu max. maç sayısı 5 dir. galatasaray ocak 2009 ayına kadar1999-2000 sezonunda şampiyon kulüpler kupası ve uefa kupasında ingiliz takımları(chelsea,leeds ve arsenal ile toplamda 5 maç yaparak bu rekoru elde etmiştir.bu maçlar şöyle;
1999-0028.09.1999chelsea fc1-0galatasaray(şampiyonlar ligi 1.eleme turu grup maçı) 1999-0020.10.1999galatasaray0-5chelsea fc(şampiyonlar ligi 1.eleme turu grup maçı) 1999-0006.04.2000galatasaray2-0leeds united(uefa kupası-yarıfinal) 1999-0020.04.2000leeds united2-2galatasaray(uefa kupası-yarıfinal) 1999-0017.05.2000galatasaray0-0arsenal fc(uefa kupası-final)
ilk basımı 1996 olan simon kuper'in "futbol asla sadece futbol değildir" kitabından;
bu kitap için 1992'de dünya turu yapmayı planladığımda türkiye'ye gitmek aklıma bile gelmemişti galiba. gençlerin avrupa'da bir ay yaklaşık 250 dolara dolaşmasını sağlayan bir interrail tren bileti almıştım, istanbul güzergâhımın çok dışında kalıyordu. pek de üzülmüyordum bu duruma: türkiye zaten futbolda iyi değildi. türkiye'de nasıl iyi bir öykü çıkarabileceğim konusunda en ufak bir fikrim yoktu. bütün bildiğim, her zamanki basmakalıp görüşlerdi: kızgın güneş, kızgın taraftarlar. kimin umurundaydı?
ancak 2000'in eylül ayında ilk kez geldim türkiye'ye, türkiye'nin dünya kupası eleme grubundaki isveç maçını yazmak üzere bir japon dergisi tarafından gönderilmiştim. 2003'ün mart ayında, ingiltere-türkiye maçının hemen öncesinde türk gazetecileri, oyuncuları ve elimden geldiğince çok kişiyle röportaj yapmak üzere yeniden geldim. her iki ziyaretimde de 1992'dekinden daha güzel, daha hoş vakit geçirdim.
ınternet icat edildiğine göre türkiye'de birtakım insanlar bulup gelmeden onlarla randevulaşabilirdim. dilini konuşmadığım bir ülkeye gelip, elimde bir kâğıt parçasına kargacık burgacık yazılmış birkaç eski telefon numarasıyla sekreterlere estonya dilinde (ya da ukrayna, ya da portekiz ya da hangi ülkeyse o ülkenin dilinde) bay talanca'nın hiç tanışmadığı bir 'ingiliz gazeteciyi' kabul edip etmeyeceğini, bay falancamın hâlâ o adreste bulunup bulunmadığını ve aslında yaşayıp yaşamadığını sormakgibi eski bir yönlemden daha üstündü kuşkusuz bu veni yöntem.
türk lirasının aşağı kayması bir başka nimetti benim için. 1992'den beri sefaletten kurtulmuştum (japon dergilerinden allah razı olsun), istanbul ise durmadan ucuzluyordu. otobüslerin kalkış saatlerini arayarak vaktinizin yarısını harcamak zorunda olmayınca bir kitap için araştırma yapmak çok daha kolay. taksilere binebiliyordum, günde dört öğün tıka basa yemek yiyerek moralimi de adamakıllı yükseltiyordum. böyle yolculuk yapmak neredeyse haksızlık gibi geliyordu bana.
on yıl içinde korkaklığını da biraz azalmıştı. bu kez o kadar cesurdum ki türk milli takımı menejeri can çobanoglu'nu cep telefonundan arayıp ondan almanca konuşan oyuncularla görüşme ayarlamasını istedim. (kendimi kitap yazdığını ileri süren dilenci kılıklı bir öğrenci gibi tanıtmak yerine, times gazetesinde çalıştığımı söyleyebilmek yararlı oldu.)
bu yaklaşımım sayesinde ümit davala ve tayfun korkutla röportaj ayarlandı. tayfun bana iki saat ayırdı, almanca yerine ingilizce konuşmak için yalvardı (reddettim), hattâ çayımızı oteldeki hesabına yazdırmak konusunda ısrar etti (umarım türkiye futbol federasyonu kızmaz buna). tayfun'a minnettarım.
yeni bir yeri gezen karacahilin yapması gereken ilk şey kendini önyargılardan kurtarmaktır. istanbul'da ben birkaçından hemencecik sıyrıldım. birincisi, basının -yıllar önce manchesıer united'ı karşılarken açılan pankarta gönderme yaparak- bu kenti sürekli 'cehennem' olarak tanımladığı bir ülkeden gelmiştim. mavi boğaziçi'ne ve milyonlarca neşeli ıstanbullu'ya bakarak bir tepede otururken istanbul'u cehenneme benzetenlerin ikisine de gitmediği açıkça anlaşıldı.
ikincisi, türklerin futbolla yaşayıp futbolla öldüğünü duymuştum. ama bir son dakika golüyle isveç karşısında uğradıkları yenilginin 2002 dünya kupası'ndakı yerlerini tehlikeye sokmasından sonra (tarih ne kadar da değişik olabiliyor) yanı maçın ertesi günü istanbul'da dolaşmaya çıktım ve herkesin her zamanki gibi neşeli olduğunu gördüm.
2003'ün mart sonunda türkiye'ye tekrar geldiğimde savaş falan da yoktu. türkler için bu durum apaçık, ama binlerce kilometre öteden bakan biz avrupalılar için istanbul bağdat'a komşu neredeyse, istanbul'dayken bir gün, real madrid'in pazarlama müdürü jose angel sanchez'e telefon ettim, öyle bir zamanda istanbul'da oluşuma hayret etmişti. dahası, bir pazar öğleden sonrası ırak'ta ağır çarpışmalar sürerken istanbul'da bir gazetenin bürosunu ziyarete gittiğimde herkesin televizyondan gaziantepspor-beşiktaş maçını seyrettiğini gördüm.
türkler savaşta olmadığı gibi, kızgın insanlar da değillerdi, hattâ kızgın güneş de yoktu. doğrusunu isterseniz mart sonunda kar yağıyordu. kulağa sıradan gelebilir ama bu benim istanbul'u yepyeni bir gözle, önyargılardan kurtulmuş olarak görmeme yardımcı oldu. bir arkadaşımın dediği gibi, bir ülkeyi görmeye gittiğinizde işin püf noktası zihninizin stereotiplerle değil bilgilerle dolu olması. bu olanaksız ama deneyebilirsiniz.
tamam, stereotiplerden kurtuldum, istanbul'un bir üçüncü dünya kenti olduğuna karar verdim. üçüncü dünya'nın ana özelliklerden birkaçı istanbul'da da vardı: sokakta bir sürü insan sizinle konuşmaya çabalıyor ('nereden geldin ahbap?'); güzel eski bir kentin üzerine çirkin bir modern kent kurulmuş; küçük bir seçkinler tabakası güzel aydınlık ofislerde çalışıyor ve yabancı dil biliyor ve nüfus da günden güne artıyor. 1950'de (beşiktaş'ın sahasının kentteki tek futbol stadı olduğu dönemde) istanbulluların sayısı belki bir milyonken bugün yaklaşık 9,5 milyona yükselmiş. bu durum istanbul'un avrupa dakı herhangi bir yerden çok bombay ya da mexico city ye benzemesine yol açıyor. kent 'avrupa' kentlerinden sıluetiyle (minareler) ve gece atmosferiyle de (burada daha az sarhoş var) farklı. ama herkes bana çok iyi davrandı. herhangi bir uygarlık çatışması hissetmedim.
bu durum şu önemli soruya/soruna yol açıyor. avrupa birliği'nin yeni anayasasının mimarı giscard d'estaing, türkiye'nin 'bir avrupa ülkesi olmadığını' ve ab ye alınmaması gerektiğini söyledi. ülkenin müslüman nüfusuna, yüksek doğum oranına göndermede bulundu, türkiye'nin 'farklı bir kültür, farklı bir yaklaşım, farklı bir yaşam biçimi' olduğunu belirtti.
türkler'in çoğu avrupa ya katılmak istiyor. bu kuşağın türkler'e ilişkin en büyük siyasal sorunu bu galiba (galatasaray'ın uefa kupası'nı kazanması bir metafordu). futbolsa bu sorunu irdelemek için en uygun ortam, çünkü futbol türkiye'nin avrupalılaştıgı tek alan. spor baskı noktası, türk 'kültürü' (o her ne ise) ile avrupa'nın buluştuğu nokta. ülkenin olası geleceği konusunda işte o noktada fikir edinebilirsiniz.
türkiye'nin avrupa tarzı futbol oynamaya nasıl başladığı türkler'in iyi bildiği bir öykü. beşiktaş'ın boğaz kıyısındaki stadına tepeden bakan bir yerde, hilton otelinin barında o öyküyü baştan sona ilk kez, iktisatçı ve futbol yazarı deniz gökçe'den dinlemiştim ben. her şey 20 haziran 1984'te, paris'te oynanan batı almanya-ispanya maçının doksanıncı dakikasında, büyük ispanyol savunma oyuncusu antonıo maceda'nın, oyunun tek golünü kafa vuruşuyla kaydedip almanlar'ı avrupa şampiyonasının dışında bırakmasıyla başlamış. almanya'nın çalıştırıcısı jupp derwall, kovulmuş. aynı yıl galatasaray'a gelmiş. o dönemde ortalama türk futbolcusu, bencil, bastıbacak bir top sürücsüymüş. 1984'ün kasım ayında türkiye kendi evinde ingiltere'ye 8-0 yenilmiş. "türkiye'yi tutardım. berabere kalınca sevinirdik." tayfun çocukluğunu böyle hatırlıyor. o yıllarda futbol tutkunları ulusal takım yokmuş gibi davranırmış, kulüpleri izlerlermiş onun yerine.
derwall, daha iyi beslendikleri için daha yapılı ve almanlar gibi yetiştirilmiş almanya doğumlu türkleri takıma almaya başlamış. ne yazık ki, türk futbolcuların padişahlar gibi yaşadığı harem hayatına maruz kalınca onlar da işe yaramaz olmuş. ama yine de bir başlangıçmış bu. derwall, oyunculara çimlerde antrenman yaptırmak gibi yeni bir düşünceyi uygulamaya koymuş. o ve öbür alman çalıştırıcılar (ve beşiktaş'ta da ingiliz gordon milne) futbolcuları gerçekten çalıştırmayı başarmış. türk televizyonu yabancı maçları yayınlamaya, izleyicileri pas kavramıyla tanıştırmaya başlamış. euro 96'ya katılan türkiye, ne gol atabildiği ne de puan alabildiği halde oldukça başarılı sayılmış. öykünün geri kalanını herkes biliyor.
türkiye'nin vasat bir futbol takımı varken bugün avrupa'nın en iyi takımlarından birine sahip olması ve aynı zamanda da orta ölçekli bir avrupa ülkesiyken kıtanın nüfus açısından üçüncü ulusu haline gelmesi bir rastlantı değil. türkiye'nin nüfusu 1945'te 19 milyonken 1973'te iki katına çıkmış, günümüzdeyse 68 milyona ulaşmış. avrupa'da yalnızca rusya ve almanya daha kalabalık. türkiye büyürken avrupa ülkelerinin çoğunda nüfus azalıyor. avrupa'dakilere birkaç milyon türk ekleyin, hem de genç olsun, ülke futbol potansiyeli açısından almanya'ya bile rakip çıkar.
kısacası, küreselleşme ve nüfus patlaması türk futbolunu kurtardı. türkler sonunda iyi futbol oynamanın yalnızca bir yolu olduğunu kabullendiler: brezilyalıların hünerini, italyanların savunmasını. almanların çalışma ahlakını, hollandalılar'ın hareket yeteneğini birleştirmek. futbol, ulusal üslupların işe yaramadığı bir endüstri. butun farklı öğelere sahip olmanız gerekiyor. ben bu kitabı yazarken bora milutmovic santa barbara'da bana şunu söylemişti: "en iyi futbol her yerde aynıdır." bugün iyi futbol seyretme şansınızın en yüksek olduğu yerler batı avrupa ve brezilya, iyi futbol öğrenmenin tek yolu da bu bölgelerden birinde kalmak (şaşmaz biçimde batı avrupa'da, çünkü brezilya'nın real'i türk lirası gibi). en azından futbolda türkiye avrupalı oldu.
aslında avrupa'dakı hiçbir ulusal takımda, bir başka avrupa ülkesinde yetişmiş bu kadar çok oyuncu yok. türkiye 30 ekim 1961'de batı almanya'yla, alman ekonomi mucizesine katkıda bulunmaları için binlerce 'misafir türk işçisi' gönderilmesine ilişkin bir antlaşma imzaladı, işçilerin eninde sonunda türkiye'ye geri döneceği düşünülüyordu. ama hiç dönmediler. kadınlar da almanya'ya gitti, aile kurup yerleştiler. bugün almanya'da iki milyon türk yaşıyor.
"almanya'daki birçok türk, vatanına özel bir bağla bağlıdır çünkü özlerler türkiye'yi" dedi bana tayfun, kulağa herhangi bir stuttgart'lı genç konuşuyormuş gibi gelen schwaben aksanlı almancasıyla. türk takımının ingiltere'ye uçmadan önce kaldığı otelin barında konuşuyorduk. içerisi loştu, bir şarkıcı, modası geçmeyen şarkılardan söylüyordu, neredeyse geceyarısına kadar konuştuk, bu sırada ona bir merhaba demek için durmadan yanımıza gelip giden oluyordu. garsonlardan biri fenerbahçe'ye ne zaman döneceğim sorunca, tayfun kibarca yanıt verdi ama sonra bana dönüp şöyle dedi: "işte tam türkler'e özgü bir davranış, meşgulken insanı rahatsız ederler.
"annem temizliğe giderdi, babam da işçiydi. tipik bir işçi ailesi işte. bu insanlar hep geri dönmek istediler ama babam hiç dönmedi, ailem türkiye ye hiç dönmez artık, ama ülkem için oynadığımı görmek onlara gurur veriyor."
almanya'dan gelen türkler takım arkadaşlarından farklı mı? "sorun oluyor" dedi tayfun. "bazan sofrada üçümüz dördümüz almanca konuşuyoruz çünkü esas dilimiz almanca. bazı şeyler var ki 'hah işte onlar almanya'dan' dedirtebilir sana. başlangıçta türkçemız o kadar iyi değildi, hem bazan birbirimizi daha iyi anlıyoruz çünkü aynı şekilde yetişmişiz. birkaç yıl öncesine kadar alman kültürünü türk kültüründen daha iyi biliyordum. ancak fenerbahçe'de beş yıl oynayınca tanıdım kendi ülkemi. ama artık o sorun yok. oyuncuların çoğu türkiye'de de oynuyor, almanya'dan gelenler de öyle. elbette burada çok şey öğrendik."
işin tuhaf yanı, o mükemmel oyunculardan yalnızca yıldıray baştürk almanya'da başarılı oldu. tayfun şunu anlattı: "alman kulüpleri, alman çalıştırıcılar, türkleri topla oynama açısından çok yetenekli ama disiplinsiz buluyordu. bu ırkçılık değildi, türk futbolculara karşı bir önyargıydı yalnızca. belki de önyargı haklı çıkıyordu çünkü birçok genç türk oyuncu, zaman zaman özel yaşamlarındaki sorunlar yüzünden, a takımlarına sıçrama yapamıyordu, almanya'daki ikinci kuşak türkler (benim de içinde bulunduğum kuşak) sorunlar yaşıyordu, çünkü birçok genç almanya'daki kültüre uyum sağlayamamıştı."
batı avrupa'nın her yerinde türkler'in ikinci kuşak sorunu var. ben hollanda'da büyüdüm, türk kökenli yaklaşık 300.000 kişi yaşıyor orada, ama hemen hemen hiçbiri hollanda futbolunda iz bırakmadı. ahmet keloğlu, mustafa yücedağ, fuat ve suat ustanın kısa ve parıltısız futbol yaşamları oldu hollanda'da. yalnız bugünlerde, roda kerkrade'nin genç savunma oyuncusu fatih sonkaya biraz daha çok umut veriyor. oysa, batı hint adalarından gelenler hollanda nüfusunda hemen hemen türklerle aynı orana sahip ve aralarından gullit, rıjkaard, seedorf, kluivert, davids vb. vb. çıktı!
1950lerde çocukken münih'te yaşamış olan deniz gökçe, bana şunları söyledi: "ikinci kuşak için hayat zor. çoğu işsiz, tren istasyonlarının çevresinde geçiliyorlar zamanlarını." görünüşe bakılırsa, göçmenlerin ilk kuşağı kendilerini ayrımcılık, düşük ücretler ve zor yaşamlar beklediğini düşünüyordu, oysa ikinci kuşak kendilerini göç edilen ülkeye ait hissediyor ve kabul görmeyi talep ediyor. yeniyetmelige eriştiklerinde kendilerine de yabancı gözüyle bakıldığını keşfedince öfkeleniyorlar. hannover üniversitesinden bir sosyologun araştırmasına göre yerel amatör maçlarda çıkan kavgaların inanılmayacak kadar büyük bir bölümü, bir türk' takımı alman takımıyla karşılaştığında yaşanıyor. türkler hakemin kendilerine karşı olduğunu, maruz kaldıkları ırkçı tutumun görmezden gelindiğini düşünüyor. ben paris'te hemen hemen diplomatlar ligi. denebilecek bir ligde, irlanda' adlı bir takımda oynuyorum. italya, kamerun, isviçre, fas gibi takımlarla karşılaşma yapıyoruz; en zor, en sevimsiz bulunan takım türkiye. herkes onlarla oynamaktan nefret ediyor.
tayfun konuşurken öyle çok el kol hareketi yaptı ki çaydanlığa çarptı sonunda: "ama ben almanya'da 21 yıl yaşadım. ne ırkçılık ne de başka bir konuda almanya hakkında olumsuz bir şey söyleyemem. almanya'da yaşamak bana çok şey kazandırdı. farklı yetiştirildik, genç takımda değişik antrenmanlar yaptık, belki de buradaki oyunculardan farklı özelliklerimiz var, disiplin ve irade gibi." sağ kanatta güçlü bir şekilde bindirme yapan ümit davala, herhangi hır alman futbolcu olabilirdi pekâlâ, ki zaten öyle.
"almancı" oyuncuların türk takımını zenginleştirdiği tartışılmaz bir gerçek. türkiye'nin dinci oyuncularıyla laik oyuncuları arasındaki sözümona kavgalara karşın, "almancılarla" türkler arasındaki sözümona ayrıma karşın, türkiye'nin şimdiye dek gördüğü en iyi futbolu oynayacak kadar iyi anlaşıyorlar birbirleriyle. iyi bir takım oluşturmak için ruh ikizi falan olmak gerekmiyor. kültür o kadar da önemli değil. size gereken tek şey karşılıklı saygı. bunun varlığının kanıtı da sahada görülüyor.
ne olursa olsun, ulusal takımdaki "türk" türk oyuncular bile yıllar geçtikçe bir açıdan avrupalı oldular. birçoğu galatasaray'da avrupalılarla birlikte ve avrupalılar'a karşı oynadı. bugün ulusal takım oyuncularının büyük bölümü yurtdışında oynuyor.
türk futbolu avrupalı oldu çünkü kilit noktasında duran birkaç kişi avrupalı. hem sahada hem saha dışında ispanyollara ya da almanlar'a özgü tarzlar benimsenmiş. bu demektir ki türk futbolu yüzde yüz türk değil. tayfun a futbolu bırakınca nerede yaşamak istediğini sorduğumda şöyle yanıt verdi: "büyük bir sorun bu. bilmiyorum. anayurdum neresi bilmiyorum. türkiye mi? almanya mı? şimdi de ispanya'da kendimi çok iyi hissediyorum. eşimin nereli olduğuna bağlı çoğu şey. örneğin o yüzden ev almadım daha."
tayfun kısmen türk, kısmen alman, kısmen de dünya vatandaşı. türkiye avrupa'ya özgü bir itiş gücünden yararlanmak istiyorsa onun gibi türkleri kabul etmek zorunda kalacak. bütün batı avrupa ulusları dünya vatandaşlarını kabul ediyor. onlar yaşadıkları ülkeye yarar sağlıyor, çünkü başka yerlerdeki en iyi uygulamaları biliyorlar ve bu bilgiyi yayıyorlar. türkiye, böyle türkler'e gereksinim duyuyor.
türk futbolundan alınma bir metafor çok açık: avrupa'nın etkilerine maruz kalmak her şeyi değiştiriyor. nasıl ispanya, portekiz ya da yunanistan ab'ye katılmaları sayesinde son otuz yılda birer avrupa demokrasisi haline geldiyse, türk futbolu da uefa'da oynaması sayesinde avrupalı oldu. belki türkiye'nin 'farklı bir kültürü, farklı bir yaklaşımı, farklı bir yaşam biçimi' var ama futboldan çıkarılacak ders bunların değişebileceğidir. kültürler sonsuza dek ve değişmeden gitmez. değişime itilirlerse değişebilirler.
türkiye'nin geleceği için futbol bir metaforsa, giscard d'estaing'in vardığı sonuç yanlış demektir. 'türkler' 'avrupalılarla' çalışabilir. bir ülkeye ona çok yakın bir model verin -ister avrupa tipi demokrasi olsun, ister avrupa tipi futbol-, eğer o ülke o modele öykünmek istiyorsa, eğer o model futbol maçlarını kazanmak ya da zenginleşmekle ilintilıyse, öykünebilir. öte yandan, eğer avrupa, modelini türkiye'nin elinden alırsa, türkiye de o modele öykünmeyecektir.
elbette bir avrupa demokrasisi olmak, avrupai bir futbol takımı olmaktan daha zor. ama yollar aynı: modelin ne olduğunu anlamak, ona öykünmeyi arzulamak, modelin bilgisini yaymak üzere iki yönlü gidip gelen insanların varolması. futbol yaşam değildir, ama arada paralellikler vardır.
ilk basımı 2000 olan ahmet çakır'ın "o bir imparator" kitabından;
17 mayıs yaklaşmaktadır. bir türk takımı tarihinde ilk kez uefa kupası'nda final oynayacaktır. bununla ilgili olağan hazırlıkların yanı sıra bu kez bir de holigan sancısı yaşanmaktadır.
1989'da köln'ün müngersdorfer stadı'nda yapılan maç ve almanya'daki birkaç karşılaşma dışında ilk kez türk seyircinin bu kadar çok olacağı bir karşılaşma söz konusudur. 42 bin kapasiteli stada güvenlik için 38 bin seyirci alınacaktır. bunun yarısına yakın bölümü de türk olacaktır. gerçi türkler için daha az sayıda bilet ayrılmıştır ama bunun çözümünün de bulunabileceği bilinmektedir.
medyada yer alan haberlere göre, ingiliz taraftarlar arasında istanbul'daki olayın intikamını almak amacında olduklarını söyleyen leeds united'lı taraftarlar da kopenhag'da olacaklardı.
aslında bu tür haberlerin ille de doğru olması gerekmiyordu. bu konuda sahici bilgilerin gelip gelmediğini bilmek de olanaklı değildi. ancak, bu tür haberlerin gerçek olmaktan çok bir gereksinmeye karşılık vermeyi amaçladığı fark ediliyordu.
çünkü ciddi gazetelerin pek itibar etmediği bu tür haberler, popüler basında geniş yer bulabiliyordu.
iyi niyetli bir yaklaşımla, bu tür haberlerin 'uyarı' görevini yerine getirdiğini de düşünmek olanaklı sayılabilirdi.
ancak bütün uyarılara ve önlemlere karşın beklenen olayların bir bölümü yaşanır. galatasaray'la arsenal arasındaki kopenhag'ın parken stadı'ndaki tarihi maç öncesinde iki tarafın seyircileri "tivoli meydan muharebesinde kozlarını paylaşırlar.
iki taraftan da çok sayıda kişi yaralanmış ve bazıları da danimarka polisi tarafından tutuklanmıştır. tutuklananlar arasında haliyle türkler de vardır.
olayın en çarpıcı yönlerinden biri de, bazı televizyonların 'kışkırtıcı ajan' rolünü gönüllü olarak üstlenmiş olmalarıdır. daha önce leeds'te bunun provasını yapmış olan bazı gözü dönmüş reyting tutkunları, bu kez amaçlarına ulaşmayı başarmışlardır. bundan doğan tartışmalar da aylarca gündemde kalacaktır. elbette ki, sarı kırmızılı takımın kupayı kazanmış olması, artık bu gibi konuları ikinci plana düşürecektir. ancak buna benzer her türlü gelişmede mutlaka kan görmek ve gerekirse bu kanı kendileri çıkartabilecek kadar sapıklaşmış olanlar, bu tarihi olaya da gölge düşürmeyi becermişlerdir.
ilk basımı 2000 olan ahmet çakır'ın "o bir imparator" kitabından;
açıkçası, arsenal gibi bir yıldızlar topluluğu ve avrupa kupaları'nda başarıya alışmış bir takım karşısında sarı kırmızılı takımın fazla şansının olmadığının söylenmesi çok da tepki yaratacak bir şey değildir. ancak, herhangi bir turnuvada finale çıkmış iki takımdan favori olanın değil de ötekinin kazanmasının da sürpriz olacağı söylenemez.
sarı kırmızılı takımın bu maçtaki en büyük sıkıntısı, emre belözoğlu gibi bir yıldızından yoksun oluşudur. galatasaray, emre gibi kilit önemdeki futbolcuların yerlerine aynı değerde başka oyuncuları koyabilecek kadro zenginliğine sahip değildir.
buna karşılık arsenal, hem kadro gücü, hem de özellikle avrupa kupaları'ndaki deneyimiyle galatasaray'dan epeyce üstün görünmektedir. kadrosunda hollandalı overmars ve bergkamp, fransız thiery henry, emanuel petit ve vieira, nijeryalı kanu, ingiliz kaleci seaman, tony adams, keown gibi futbolcular bulunan arsenal'in kupayı fazla zorlanmadan kazanacağı düşünülmektedir.
ancak cim bom'un üstün olduğu noktalar da vardır ve ingiliz takımının da bunu fark edebilmesi kolay değildir. galatasaray, finale gelene kadar yaptığı maçların hiçbirinde yenilmemiştir. oynadığı rakipler arasında arsenal kadar güçlü olanlar da vardır. üst üste bologna, b. dortmund, real mallorca, leeds gibi rakipleri yenilgisiz geçebilmek kolay iş değildir ve özellikle de bunun bir raslantı olduğunu hiç kimse söyleyemez.
sarı kırmızılı takımın finale gelinceye kadar hemen her turdaki başarısı "tarih yazmak" diye adlandırılan bir başarıdır. cim bom, bologna ile ilk kez bir italyan takımını elemiş, b. dortmund'u almanya'da yenerek geçmeyi başarmış, real mallorca'yı da deplasmanda darmadağın etmiş, leeds'i geçerken de pek zorlanmamıştır.
galatasaray, avrupa'nın yükselen yeni yıldızı durumundadır ama türkiye'de bile bunu fark edebilenlerin sayısı çok değildir
sarı kırmızılı takımın rakibine oranla en büyük avantajı, takım bilincinin ve kazanma hırsıyla inancının arsenal'den çok daha yüksek oluşudur. ingiliz takımının oyuncularının kâğıt üzerindeki değerleri yüksektir ama bu oyuncuların kupayı kazanma konusunda kendilerini sonuna kadar zorlamaları pek de beklenmemektedir. yani bu anlamda onların profesyonellik anlayışı, arsenal için bir dezavantaj yaratabilecektir.
gerçekten de maça damgasını vuran temel etken bu olacaktır. elbette ki arsenal, güçlü kadrosuyla maça ağırlığını koyup daha çok pozisyon yaratıp galibiyete yaklaşmış, ama maçı kazanan galatasaray olmuştur.
maçın kilit adamlarından biri, kaleci taffarel'di. karşılaşmanın sonlarına doğru henry'nin yakın mesafeden yaptığı kafa vuruşunu müthiş bir refleksle çıkaran brezilyalı kaleci, daha sonra da kanu'nun iki önemli pozisyonunu önlemeyi başardı. penaltılarda da adeta rakiplerini korkutan taffarel, maçtan sonra arkadaşlarının omuzlarındaydı.
taffarel'den hakan şükür'e, okan'dan suat'a, bülent'ten ergün'e kadar bütün galatasaraylı futbolcular o maçta varını-yoğunu ortaya koymuş ve bu büyük onuru türkiye'ye kazandırmıştır.
bütün avrupa'da bu galibiyetin haksız ya da galatasaray'ın şansıyla kazanılmış olduğunu söyleyen çıkmamıştır. tam tersine, sarı kırmızılı takımın kupayı sonuna kadar hak ettiği çarpıcı birtakım ifadelerle dile getirilmiştir.
ilk basımı 2000 olan ahmet çakır'ın "o bir imparator" kitabından;
galatasaray bu tarihe finale hazırlanırken, ilginç bir gelişme yaşanmıştır. imparator elbette ki rakibin son maçlarını izlemek üzere londra'ya gider. birkaç ay içinde ada'ya bu üçüncü büyük mücadele için gelişidir. önce chelsea karşısında üzülmüş, ardından leeds önünde adeta cehennemden kaçışı gerçekleştirmiş şimdi de arsenal'i 17 mayıs'ta kopenhag'da devirebilmek için neler yapması gerektiğini görüp anlamaya gelmiştir.
bu kez ortam sessiz, gönlü rahattır. insanın ömründen epeyce geniş zaman dilimlerini götüren gerilimli günler geride kalmıştır. şimdi de heyecanlı bir bekleyiş söz konusudur ama endişelenecek bir şey yoktur.
bu duygular içindeki imparator'u londra'da kendisini eski bir dost karşılar: birol nadir.
asil nadirin büyük oğlu hem bir galatasaray tutkunu, hem de arsenal kulübü'nün 25 yıllık üyesidir.
daha önce türkiye'de fotospor'un sahibi olan birol nadir babasının geçirdiği sarsıntının ardından bir süre ayakta durduktan sonra gazetesini satarak türkiye'den ayrılmak zorunda kalmıştır. ingiltere'ye de gidemediği için irlanda'da yaşayan birol nadir, galatasaray'ın avrupa kupalarındaki hemen her maçını yerinde izlemeye çalışır.
asil nadir'in geçmişte yaşadıklarıyla ilgili olumlu bazı gelişmeler üzerine yeniden ingiltere'ye gelebilme imkânını bulan birol nadir, büyük bir keyifle imparator'a evsahipliği yapacak, istediği bilgilerin de fazlasını bulmasını sağlayacaktır.
aslında imparator, emir vererek elde edebileceği birtakım bilgileri, minnet duymasını gerektirebilecek şekilde kendisine getirilmesinden hoşlanacak biri değildir. gelgelelim, birol nadir hem futboldan gerçekten anlamaktadır, hem de arsenal hakkında öylesine derin ve ciddi bilgi sahibidir ki, öğrendiklerinin final maçında oluşturacağı starateji için işine yarayabileceğini düşünmekten kendisini alamaz.
birol nadirin aktardığı bilgiler sadece söz düzeyinde değildir. arsenal hakkında çok sağlam bir arşivi bulunan nadir, görüntülü ve canlı bütün bilgileri imparator'a aktarırken, bir yandan da şunları söyler:
"iki durumda da üzülen ben olacağım. arsenal kazanırsa galatasaray için, tersi olursa arsenal için..."
buna benzer durumlardaki pratik buluşlarıyla da bilinen imparator, "niye öyle olsun," der, "tam tersine, her iki durumda da sevinen sen olacaksın. kupayı ya bir takımın kazanacak ya da öteki... ama bizim kazanmamızı daha çok istediğini ben biliyorum..."
o gerçekten müthiş final sırasında da heyecanların en büyüğünü birol nadir yaşamıştır. sonuçta ortaya çıkan tabloya sevinmemek de mümkün değildir. galatasaray, gerçekten de destansı biçimde bu finali kazanıp uefa kupası'nı türkiye'ye götürmeyi başarmıştır.
ilk basımı 2000 olan ahmet çakır'ın "o bir imparator" kitabından;
normal süresi golsüz biten maçın uzatma bölümünün daha ilk dakikalarında hagi'nin kırmızı kart görerek oyun dışı kalışı, galatasaray'ın son direncinin de kırılması gibi görülmüştür. fakat cim bom öylesine inançlıdır ki, 10 kişiyle de rakibine soluk aldırmaz ve iş penaltılara kalır.
ergün'le başlayan penaltılarda hakan şükür ve ümit topu ağlara gönderirken, arsenal 4 penaltının 2'sini gole çeviremez. popescunun dördüncü penaltıda topu ağlara göndermesi halinde iş bitecek, galatasaray kupanın sahibi olacaktır.
tribündeki binlerle, tv başındaki milyonların soluklarını tutup bildikleri ve hatta bilmedikleri duaları mırıldandıkları, sahaya ve ekrana bakamadıkları anlardır bunlar.
sonunda popescu topu seaman'ın uzanamayacağı yere vurur ve galatasaray'ın kazandığı uefa kupası'nın çılgın coşkusu başlar...
sadece kopenhag ve türkiye'de değil, dünyanın dörtbir yanında yaşanan bir coşkudur bu. şaka ya da abartı değil, ertesi günkü gazetelerde galatasaray'ın uefa kupası'nı kazanmasının avustralya'dan malezya'ya, japonya'dan türk cumhuriyetlerine kadar bir bayram sevinci içinde kutlandığı belirtilmektedir.
sonraki günlerde bu coşku türkiye'de sürer. özellikle galatasaray kafilesinin yurda dönüşünde yapılan karşılama son derece görkemli olur. sarı kırmızılı futbolcular üstü açık bir otobüsle atatürk havalimanı'ndan alınıp taksim meydanı'na kadar götürülür. yol boyunca on binlerce insan büyük bir sevgiyle galatasaraylıları bağrına basar. taksim meydanı'nda ise yıllardır görülmemiş bir kalabalık toplanır ve adeta bu futbol bayramı kutlanır.
ilk basımı 2004 yılında olan halil özer'in "galata sarayı efendileri" kitabından;
galatasaray 2000 yılında uefa kupası'nı kazanmıştı. kurallara göre kupa, şampiyon takımın müzesinde bir yıl kalır, bir yıl sonra da uefa kupası finalinde maçın oynanacağı kente getirilir ve yeni sahibine verilirdi. kupa her yıl böyle dolaşır giderdi.
galatasaray'ın kupayı kazanmasının üzerinden henüz bir kaç ay geçmişti. fatih terim takımdan ayrılmış, hakan şükür, emre ve okan gibi futbolcular intei'e gitmişti. galatasaray'ın başına ise romanya'dan mircea lucescu getirilmişti.
o tarihî gümüş kupa ise oradan oraya gezdiriliyordu. aynı yıl şampiyonlar ligi kupası'nı ispanya'nın ünlü real madrid takımı kazanmıştı. ve ne tesadüftür ki hem galatasaray'ın, hem de real madrid'in formalarının ve tüm malzemelerinin sponsoru adidas'dı.
adidas önemli bir reklam fırsatı yakalamıştı. iki takım da avrupa'nın en büyüğüydü. 2000 yazında hem real madrid, hem de galatasaray almanya'nın münih kentinde düzenlenen bir turnuvaya davet edildi. adidas şirketi bu fırsatı kaçırmadı ve her iki kulübün almanya'ya aldıkları kupalarla gelmelerini istedi. adidas şirketi kupalarla bir şov yapmayı planlıyordu.
galatasaray kulübü almanya'ya türk hava yolları ile gitti, gümüş kupayı da yanlarına almışlardı. kupanın uzunluğu bir metreye yakındı ama girişte türk yetkililer hiçbir sorun çıkarmadı. turnuvanın ardından dönüş yolunda işgüzar alman yetkililer kupanın uçağın içine alınmasını sakıncalı buldular. galatasaray kafilesinde yer alan yöneticiler tüm ısrarlarına rağmen almanlara diş geçiremedi. bunun üzerine türk hava yolları yetkililerinden uçaklarda kullanılan beyaz yolcu yastıklarından birkaç tane aldılar. daha sonra da karton bir paket bulup, kupayı içine yerleştirdiler. çevresine de bu yastıkları koydular. kutuyu kapattıktan sonra üstüne kırmızı kalemle hem ingilizce, hem de türkçe "dikkat kırılacak madde" diye yazdılar. paketi kendilerini istanbul'a götüre cek olan uçağın kargosuna verdiler.
yolculuk boyunca hiç kimse kupayı düşünmedi. kupanın rahatı yerindeydi. zaten yanında da yastıklar vardı. hiçbir şey olmazdı.
kafile istanbul'a geldi. bagaj bandından bavullar alındı. kupanın içinde olduğu karton kutu ise alınıp bir kenara konuldu. daha sonra kapak açıldı ama açılmasıyla kapanması bir oldu.
kutuyu açan yöneticiler önce free-shopların önünde bir süre oturup kendilerine gelmeye çalıştılar. pakete bir daha baktılar. hayır doğru görmüşlerdi. koskoca uefa kupası ikiye bölünmüştü. kupa hemen florya'ya götürüldü. olay başkan faruk süren'den uzun süre saklandı. herkes bir çare düşünüyordu. eğer kupa bu haliyle uefa yetkililerine geri verirlerse, bütün avrupa'ya rezil olurlardı. bunu hepsi biliyordu. yönetim kurulu masasında kupa kırılmış yatarken tamir fikri ortaya atıldı.
kupa ertesi gün kapalıçarşı'ya götürüldü. kapı kapı dolaşıldı. tüm kuyumculara tek tek uğranıldıktan sonra bu tamiri gümüşçülerin yapabileceği öğrenildi. iyi bir gümüşçü bulundu. kupayı görünce gümüşçü "bu ne?" diye sordu. adam onun uefa kupası olduğunu hiç düşünmemişti. zaten kupa yol boyunca kimse anlamasın diye paketlenmişti. ayrıca paketi zaten eski gümüşçü olan okkeş polat kapalı-çarşı'ya götürmüştü. gümüşçü tamir etmeyi kabul etti ve birkaç gün sonra gelip almalarını söyledi. çaresiz görevliler kupayı gümüşçüde bıraktılar.
gümüş kupa üç günde tamir edildi. bir sonraki yönetim kurulu toplantısına kupa geri gelmişti. herkes kupayı teker teker inceledi. ancak kırılıp yeniden yapıldığı hiç belli değildi. ardından o gün toplantıda bulunan yönetici celal gürcan espriyi patlattı.
"vallahi eskisinden daha güzel oldu."
olay böylece kapandı. kupanın kırıldığından hiç kimseye söz edilmedi.
kupanın galatasaray'daki devri kapanmıştı. bir sonraki yıl kupanın finalini ingiltere'den liverpool ile ispanya'dan alaves takımları oynuyorlardı. bütün yöneticiler de televizyonlarının başında maçı izliyordu. galatasaray'ın geri gönderdiği, tamirden geçmiş kupa da orada güzel bir kürsüde yeni sahibini bekliyordu.
maç bitti kupayı liverpool kazandı. sıra kupa törenine geldi. ingilizler kupa töreninde sürekli zıplıyorlardı. kupa elden ele dolaşırken galatasaraylı yöneticilerin tümü ekranların başında dua ediyorlardı.
"allahım ne olur şimdi kırılma!"
o sarsıntıda bile kupa kırıldığı yerden kopmadı. törenler bitince herkes rahatladı. ya kupa töreni sırasında kupa kırıldığı yerden ikiye bölünseydı?
kupa hâlâ her yıl yeni sahibine veriliyor. yani o kırık ve hasarlı kupa ülke ülke dolaşıp duruyor. kim bilir belki o haliyle yeniden türkiye'ye gelir.
ergün penbenin maç ile ilgili anısı: "yapı itibarıyla sakin biriyim. maç öncesi soyunma odasında hiç.heyecanlanmadım. o gün doğum günümdü. hocam bana penaltı atmaya gider misin dediğinde de, kendime bir hediye vermek istedim. orada zaten hiçbirimiz ne yaptığımızın farkında değildik. türkiye'ye döndükten sonra ne büyük bir iş başardığımızın farkına vardık. maçta bülent'in sakatlanması, hagi'nin kırmızı kart görmesi vardı, onlardan başka birşey hatırlamıyorum. istanbul'a döndükten sonra o coşkuyu, atmosferi görünce bazı şeylerin farkına vardık" şeklinde konuştu.
ilk basımı 2004 yılında olan halil özer'in "galata sarayı efendileri" kitabından;
gece kıyametlerin koptuğu meydan tam bir ana baba günüydü. ama ortada hiç ingiliz yoktu. bu hayra alamet değildi. her yer sarı-kırmızı. meydanda değil yürümek adım atmak bile zor. sanki ali sami yen stadı'nın çevresi. köftecisinden, dönercisine kadar her şey var. gözler ingiliz arıyor ama etrafta tek tük bayanlı erkekli arsenal taraftarı var. onlar da bizimkilerle hatıra fotoğrafı çektiriyordu. zararsız yani. bu ortama çıkmak için deli olmak gerekir. adam linç olur valla. nereden baksan on bin türk'ün bulunduğu meydanın türkleşmiş halini görünce gazeteciler biraz rahatladı. olay çıkma ihtimalini sıfıra indirdiler. yaşar saygı oradan oraya koşturup duruyordu. vedat hâlâ dün gecenin yorgunu. o da aşağıdaki barlar sokağına gidip, nöbete başlıyordu. yaşar saygı gece olayın çıktığı barın hemen önünde. gazeteci de sırtındaki çantayı meydanda bir bankta oturan cem şengül'e bırakıp yeniden bu barın önüne gitti. türk basınının tümü, bu barın önünde hepsi sokağa adeta kamp kurmuştu. hepsi yerlerde. adamlar zorla kavga çıkartacak. zaten bizim türk basınını iki ülkenin sınırına koyun, ertesi gün savaş çıkar.
cadde ana baba günü. ingilizler ortada pek yok ama bar dolu. içeriden çığlıklar geliyor. ama zararsız. kimi ingilizler sıcak ve sıkışıklıktan dışarıya çıkmış, ellerinde şişeler sohbet ediyordu. ortada en ufak rahatsız edici bir hava yoktu. türk medyasının değerli kişileri naklen yayın araçlarıyla birlikte meydanın sağ tarafında üslenmiş, olay bekliyordu. bu arada bardan dışarıya gelip geçenlerin üzerine bira fırlatılmaya başlandı. oradan geçen herkes kafasına yediği birayla sırılsıklam oluyordu. yine hava gergin değildi, herkes gülüyordu. bu arada geceki saldırgan türk grubu yavaş yavaş bu barın önüne gelmeye başladı. bir ara gazetecinin gözü bir türk'e takıldı. uzun saçlı, esmer bir delikanlı. belli ki azgın, kavga bekliyordu. bardan yaşlı bir ingiliz çıktı. adam daha öğlenden sarhoş. bizim cesur türk, adamın yanına gitti. yaşlı sarhoş adamın suratının ortasına üç tane tokat çaktı.
yaşlı ingiliz şaşkın. hemen barın içine girdi. türk'ün ağzı kulaklarına vardı. "senin de iki tokada ihtiyacın var ya neyse, belanı bizden bulma. ulan ne istiyorsun yaşlı adamdan!" bizim bıçkın delikanlı belli ki almanya'dan, sormaya bile gerek yok. türkçe'sinden belli.
sonra bara bir grup ingiliz daha geldi. bu ingilizlerin üstünde sarılı arsenal formaları vardı. hepsinin yüzleri buz gibi. gazeteci ortadan kaybolan vedat'ı telefonla aradı: "kardeşim istersen buraya doğru yavaş yavaş yürü. burada tehlike kokluyorum." "tamam geliyorum. burası zaten kuru. ama biraz önce yaklaşık yüz kadar ingiliz, sizin oraya doğru değil ama caddeye doğru gitti."
vedat da hemen gelip, yaşar saygı'nın paralelinde yerini aldı. gazeteci de cem şengül'e doğru gidip, "istersen gazeteyi ara. yine bir şeyler olabilir" dedi. cem daha "tamam" demeden, barın oradan bir çatırtı koptu. türkler bir anda meydanın içine doğru hareketlendi. arkalarından ingilizler. ingilizler birkaç türk'ü orada tokatlayıp, caddenin hemen soluna doğru hareket ettiler. meydanın tam karşısında durup beklemeye başladılar. meydan ise birden hareketlendi. binlerce türk meydanın yanına doğru sarktı. aradaki yol sanki birden sınır olmuştu. artık bir şeyler geliyordu. herkes durumun farkındaydı. bir tek polis farkında değildi. ama bu kez ingilizler öyle dayak atılacak gibi değiller. polis meydanın önüne gelerek küçük bir barikat kurdu. iki taraf arasında yaklaşık 20 metre var. basın mensupları da polisin yanında. ingilizler bira şişelerini havan topu gibi galatasaraylı taraftarların üstüne atıyordu. aynı şekilde bizimkiler de karşılık veriyordu. ancak ingilizler yerlerinden bir türlü kıpırdamıyordu.
gazeteciler tetikte bekliyordu. tenis maçı gibi bir onlara bir ingilizler'e bakıyorlardı. vedat yanına geldi. "bence dikkatli ol. bu herifler bir şeyler planlıyor. bunlar böyle beklemez. beklerse bir şey var demektir. ben çok şüphelendim. biz hazır olalım" dedi. vedat sonuna kadar haklıydı. hemen yaşar saygı'yı da uyardılar. o da bizden daha tecrübeli olduğu için durumun farkındaydı. bütün türk basını birbirini uyararak hazırlandı sanki sessiz bir alarm çalınmıştı. çünkü holiganlar bu tür kavgalarda öncelikle basma saldırırdı. o yüzden herkes kendini bir şekilde korumak için önlem almaya başladı. tabii kavga ederek değil, en kısa yoldan kaçarak. gazeteciler organize olmaya çalışırken meydanın kenarında bekleyen türkler'i de bir yandan uyarmaya çalışıyorlardı. "beyler dikkatli olun." tabii kimse ilgilenmedi. herkes güldü geçti. o anda ingilizler'in hemen önünde toplanan türklerin arka tarafında bir hareketlenme oldu. tüm türkler öndeki ingilizleri bırakarak, arkaya doğru döndü. şöyle bir yükseğe çıkıp arkaya doğru baktı gazeteci. "aman allah!"
yaklaşık 300 kişilik bir ingiliz grubu "yaaaaaaa" diye bağırıp meydanı dolduran türklere bodozlama daldı bir anda büyük bir panik yaşandı. ön taraftaki türkler otomatikman arkaya doğru koşmaya başladı. bu büyük bir hata oldu. caddenin önünde bekleyen, hareketsiz gözüken diğer ingilizler aynı çığlıkla bir anda caddeyi geçti ve yine bizimkilere daldı. ortalık toz duman. bir anda herkes birbirine girdi. kadınların, çocukların çığlıkları, tekmeler tokatlar... meydandaki kafelerin sandalyeleri, masaları havada uçuşuyordu. polis aynı yerdeydi ama izliyordu hem de heyecanla. adam böyle bir şey görmemiş ki. iki ingiliz grubu meydanın ortasında bir anda birleşti. bizimkiler meydanın dört bir yanına dağıldı. sarı - kırmızıdan geçilmeyen meydanda bir anda kimse kalmadı ingilizlerin dışında. meydanın ortasında bekleyen ingilizlere bir grup daha katıldı. yaklaşık 600 kişi meydanın ortasında toplanıp beklediler. gazeteci bir duvar kenarına çekilip kendine iyi bir seyir yeri kaptı. vedat ile yaşar saygı en ön cephede. bir yandan onları takip ediyordu, bir yandan da ingilizleri. o anda meydanın yan köşesinde mavi t-shirtli bir genç gördü. aynı filmlerdeki gibi eliyle bir takım işaretler yapıyordu. sonra daha dikkatli bakınca hemen karşıda ve onun elli metre yanında aynı t-shirtleri giymiş birkaç kişi daha var dı. hepsi meydandaki ingilizlerle işaretleşiyordu. ama kimse onların farkına varamadı. bu kişiler kavgaya bir an bile girmedi. hep dışarıdan izlediler. ingilizler meydan köşelerinde biriken türklere doğru saldırmaya başladı, inanılmaz bir görüntüydü. adamlar yakaladıkları türkleri neredeyse linç edeceklerdi. bütün türkleri meydandan sürdüler. onbeş dakika boyunca meydanın her köşesine saldırdılar. tam bir gerilla savaşı yapıyorlardı. meydanda artık tek bir türk yoktu. grup daha sonra habercilerin bulunduğu naklen yayın arabalarına saldırdı. orada bulunan türk taraftarlar hemen arkada ki belediye binasına sığındılar. allahtan kapıyı açtılar.
haberciler ise hiçbir yere kaçamadılar. bir haberci kız naklen yayın arabasının önüne yatmış korkudan kasıla kasıla ağlıyordu. iri yarı bir ingiliz yanına geldi. şöyle bir baktı. kızın poposuna bir tokat atıp oradan ayrıldı. gazetecinin gözü bir ara mehmet ali birand'a takıldı. koca adam kendini yere atmış, sığınacak yer arıyordu. grup cnn türk'ün arabasına saldırdı. minibüsün kapısı tam zamanında kapandı. adamlar neredeyse minibüsü devireceklerdi. bu arada yerdeki bütün kabloları kopardılar.
insan kendine yediremiyordu olanları. gerçeği söylemek gerekirse bizi o meydanda perişan ettiler. 500 kişi, binlerce insanı neredeyse falakaya yatırdı. bizden de direnen çoktu. ancak dikkat edildiğinde direnenlerin ve dişe diş kavga edenlerin çoğunun istanbul'dan gelen gençler olduğu gözüküyordu. almancıların hiçbirisi ortada yoktu. bizimkiler de organize değildi, ortada kişisel birkaç çaba vardı ama o da yeterli değildi. bir ara birkaç ingiliz bizim gazetecilere saldırdı. leeds'de sigara içtiği için laf yiyen gazeteci harun arslan, bir tanesini yere yatırmış kafasına bisiklet indiriyordu. daha sonra meydanın ortasında orta yaşlı bir adam gördük. elinde bir kemer vardı. öğrendiğimize göre oğlu da yanındaymış. koca adam tek başına savaştı. kemeriyle kafa göz yardı ama garibanın yemediği kalmadı. daha sonra bu gözü karanın fotoğrafı bizim gazetede çıktı, istanbul'a döndükten sonra fotoğrafını görünce bizi aradı. hikayesi çok ilginçti.
"oğlumla tivoli parkından çıktık. elimizde dondurma vardı. meydanın halini gördük. ingilizler bizimkileri dövüyordu, ilk kez yurt dışında bir maça gidiyorum. bizim oğlan gaza geldi. 'baba bizimkileri dövüyorlar. hadi dalalım' dedi.
ben koca adamım. ama oğlan diretiyor. türklük adına hücum baba' diye bağırdı. 'hadi ulan' deyip ben de daldım. adamların ellerinde şişeler var. bende bir şey yok. hemen kemeri çıkardım, daldım kavgaya. adama vuruyorsun, vuruyorsun gülüyor. şaşırdım kaldım. üç tane kaburgam kırıldı. hay gitmez olsaydım" ama olsun delikanlı bir kavgaydı. bıçak korkusu, tabanca korkusu hiç yoktu. bire bir, teke tek. bu yaşımdan sonra herhalde böyle bir şey yaşayamam bir daha. bunun gibi birçok görüntü vardı meydanda. orada bulunan türkler yavaş yavaş organize olmaya başladı. ama yetersizdi. bir ara galatasaray amigosu sebo geç de olsa bir grup toplamıştı, ingilizlere saldırdı. meydanda dalacak yer arayan ingilizlere sol kanatlarından girdi. kurt sürüsü sebo'nun grubunu görünce geri döndü. geri dönen grup gazetecinin üzerine doğru geldi. o anda fark etti. ingilizlerin başında leeds'deki cenazeye gelen o iri kıyım adam vardı ama üzerinde arsenal forması bulunuyordu. tam bu sırada bir çığlık duydu.
o kargaşada bile bu çığlık açıkça duyuldu. gazeteci kafasını çevirdi. show tv'den bahri havadır gazeteciye gel diye işaret ediyordu. yine bağırarak "gel öleceksinnn!" dedi. gazeteci kafasını çevirdi, iki grubun tam ortasındaydı. herkes ona doğru geliyordu. gazeteci hayatının koşusunu yaptı. bu arada sebo'nun grubu dağıldı. çünkü sayıları çok yetersizdi. gariban sebo bir anda tek başına kalıverdi. ama doğrusu iyi direndi. ingilizler tekrar meydanın karşısına geçip caddeye çıktı. orada öyle durup beklemeye başladılar. tüm bunlar olurken polis yine seyirciydi.
bu arada meydanın karşısında bulunan kafedeki müşteriler dışarıda bulunan masalarında bir yandan kahvelerini içiyorlar, bir yandan da olayları izliyorlardı. para versen böyle film izleyemezsin. gazeteci onlara gıptayla baktı... bırak kahveyi su diye inim inim inliyordu garibanlar, ingiliz grubu bir anda sağa doğru dönüp o kafeye doğru aynı çığlıkla saldırıya geçti. sanki normandiya çıkarması.
kafeye öyle bir daldılar ki kim var kim yok dağıldı. kahveciler bir anda telef oldu. en çok yaralı da o kafeden çıktı. kafenin sahipleri hemen kapıları kapayınca dışarıda kalanların yemediği dayak kalmadı. ingilizlei'de hiç acıma yoktu. yerde yatanların kafasına kafasına vuruyorlardı. gazetecinin gözü yerdeki bir sakallıya takıldı. adam belli ki türk. öyle vuruyorlardı ki kesin öldü diye baktı adama. sonradan bu kişinin aykut ışıklar olduğunu öğrendi. o sırada arka taraftan türk taraftarlara takviye kuvvetleri geldi. sebo yeniden ortalığı toparladı. onlar da kafeye daldı. kafe tam bir can pazarı haline geldi. takviye kuvveti daha güçlü çıktı. iki ingiliz'i yakaladılar. diğerleri de tam tornistan geri gitti. o iki ingiliz ışıklar'dan beter oldu. olayı izleyen gazeteciler bile öylesine doldular ki kavgaya karışmamak için kendilerini zor tuttular. gazeteciler meydandan yavaş yavaş ayrılıp polisin yanma doğru gittiler. o sırada polisler megafonu alıp kendi dillerinde bir şeyler anons ettiler. bir danimarkalı gazeteci söylenenleri tercüme etti. anons sis bombası atılacağını bildiriyordu. ama sadece kendi vatandaşları için uyarı yapıyorlardı. bir anda polis, bombaları meydana doğru fırlatmaya başladı. gazeteciler polisin yanında olduğu için rahattı. ama ne hikmetse o anda şiddetli bir rüzgar çıktı. hem de polislere ve gazetecilere doğru. meydan bombalarla dağıldı ama gaz bombalarının oluşturduğu sis perdesi rüzgarla gazetecilere doğru geliverdi. bir anda herkesin gözü cayır cayır yandı. kaçacak delik yok. arkalarındaki otele gittiler. adamlar olaylar nedeniyle kapıyı kapamışlar. gazeteciler kapıya yapışıp bağırmaya başladılar.
ne gezer açan yok. adamlar pis pis gazetecilere bakıyordu. bu arada içeride türk müşteriler var. gazetecileri tanıyınca hemen otel görevlilerinin boğazlarına sarıldılar. içeride de bir arbede yaşandı. ama türkler sonunda gazetecilere kapıyı açtırdılar. herkes içeriye tuvalete koşup yüzlerini yıkadı. ama gözdeki acı hemen geçti. bu işlerde tecrübeli haberciler daha sonra bombaların light gaz bombası olduğunu söylediler. bizim polisin bombası olsaymış, saatlerce kimse kendine gelemezmiş.
yaklaşık onbeş dakika sonra herkes yeniden dışarıya çıktı. sahne savaş filminin, savaş sonrası sahneleri gibiydi. her yer yaralı doluydu. ambulansların biri geliyor, biri gidiyordu. gazeteci hemen arkadaşlarını aramaya başladı. neyse ki vedat sağ salim oradaydı. makinesindeki fotoğrafları kontrol ediyordu. ama yaşar saygı bir köşede kıvrılmış ağlıyordu. sis bombaları tam tepesinde patlamış. dolayısıyla herkesten daha fazla etkilenmişti. görüntü almak zorunda olan tüm haberciler perişan halde yerlerde yatıyordu. kimi sopa yemiş, kimi yumruk yemişti. ama herkes birbirine yardım ediyordu. orada bugüne kadar basının kendi arasında hiç yaşamadığı bir dayanışma vardı. herkes birbirine yardım ediyordu.
o anda yağmur başladı. öyle böyle değil. tam bir sağanak. bir bu eksikti. bir anda sucuk gibi oldu herkes. meydan terk edilmiş gibiydi. ambulansların biri geliyor, biri gidiyordu. belediye binasına sığman türkler yavaş yavaş ürkek gözlerle dışarıya çıkmaya başladı. danimarkalılar da şaşkın bir şekilde savaş sonrasını izliyorlardı. tam o sırada iki yüz kişiden oluşan bir türk grubu geldi meydana. bunlar yeniydi. ellerinde bıçaklar ve sopalar slogan atıyorlardı. bazıları şişelerle dükkanların camlarını kırmaya çalışıyorlardı, ingiliz avına çıkmışlardı. ama ne çare ki artık ortada tek bir ingiliz yoktu. belki de çoktan maça gitmişler ya da bir barda durum değerlendirmesi yapıyorlardı. kim ne derse desin. bu olayda ingilizler türkleri bal gibi dövdüler. hem de iyi bir benzettiler. ancak bu olaydan hemen sonra yine olaylara katılan birkaç ingiliz'in konuşmasına şahit oldum. adamlar sağ olsunlar bizim de hakkımızı verdiler. konuşma aynen şöyleydi: "son yıllarda katıldığım en iyi olaydı. türkler de iyiydi. iyi savaştılar doğrusu. bize hiç kimse böyle direnememişti."
daha sonra anlatılanlara göre bu olay danimarka'nın ikinci dünya savaşı'ndan sonra gördüğü en büyük toplumsal olaydı. kopenhag polisi bir daha ingilizlerin ya da türklerin bulunduğu bir finali almamaya tövbe etti. meydandaki kafelerin zararları belediye tarafından ödendi. yaralı ve tutuklular ekim ayına kadar ülkeden ayrılamadılar. kopenhag belediyesi orada yaşayan türk basın mensuplarına şu uyarıyı yaptı: "bu meydan tivoli meydanı değil. yanlış yazıyorsunuz. burası belediye meydanı. tivoli'nin adı lekelenecek."
ingilizlerin bulunduğu bar yaklaşık onbeş gün kapandı. danimarka polisi 15 mayıs 2000 tarihinde yaşanan bu olayların tümünü görüntüledi. söylenenlere göre bugün bile hâlâ polise ders olarak gösteriliyormuş ve danimarka polisinin yapısı bu olayla daha farklı bir hale gelmiş. yaralılar arasında yaşlı adamı döven türk de vardı. yaşar saygı ve vedat danacı birbirinden güzel sayısız fotoğraf çekti. hepsini gazeteye gönderdiler. ama gazete yabancı ajanslardan gelen fotoğrafları kullanmayı tercih etti. bu hepimizi çok üzdü. çünkü adamlar canlarını tehlikeye attılar, ama masa başındakiler fotoğrafları es geçtiler.
uefa iki kulübü de çok sert bir şekilde uyardı. hatta kulüplere çektiği gizli mesajda bir daha bu tür olayların meydan gelmesi halinde iki ülkenin de uzun yıllar cezaya çarptırılacağını bildirdiler.
kopenhag olaylarının son tutuklusu ise çarpışmadan iki yıl sonra kopenhag hapishanelerinden türkiye'ye geri gönderildi. ilk gece yaralanan arsenalli taraftar ise maçtan sonra yine arsenal'in özel uçağı ile londra'ya geri döndü.
uefa finali öncesi takımın nasıl bir havası vardı?
sanki o süreç yazılmış, biz kupayı alacağız. bütün takımda inanılmaz bir rahatlık vardı. tek amacımız, o ambiyansı doya doya yaşamaktı. final sabahı ben bülent korkmaz'la antrenman yapıyorum. aşırı hırslıyım. inanılmaz deparlar atıyorum. murat beyazıt antrenmanı seyrediyor. dayanamadı ve 'hakan ne yapıyorsun, maça bir şey kalmayacak.' dedi. ben tabii 'bir şey olmaz ağabey!' dedim. öğlen oldu uyudum, ancak kaslarım acayip sert. allah'tan maçtan önce iyi ısınıp, o ağrılarım geçti. müthiş bir hırs, müthiş bir yardımlaşma ile sonuca ulaştık. zaten bu süreç boyunca hiçbir zaman bu kupayı alamayacağız demedik. fatih terim oyuncularla tek tek konuşuyordu. taktikten ziyade ambiyansı anlatıyordu bize. yani buraya kadar geldik, almadan gitmeyelim.
peki penaltı atışlarına gelirsek...
tek kelime ile el-ayak yakan penaltılardı. ancak baştan beri olan rahatlık o sırada da vardı üzerimizde. hocamız hemen penaltı atacak oyuncu listesini hazırladı. kimsede itiraz yok. listeler verildi. ben o arada suker'le sohbet ediyorum. inanın normal penaltı atarken daha çok heyecanlandığımı söyleyebilirim. penaltıyı attım ve sevindim.
kupayı aldıktan sonrasını anlatır mısın?
zaten çok rahattık. sanki soğukkanlılık hapı içmişiz. tabii sonra kupayı havaya kaldırdıktan sonra yeniden kendimize geldik. soyunma odasında çok büyük sevinç yaşadık. biz inanırsak, istersek her şeyi yaparız. çünkü artık takımlar aynı şekilde çalışıyor. biz anti motivasyonlarla çok uğraştık. sokağa çok farklı çıktık. ya kahraman ya da vatan haini olduk. bu şartlarda bu başarıyı yakalamak çok zor. dengeler, duygular çok değişiyor, bu da fizyolojiyi etkiler. o kupayı kaldırdığımızda belki de çok çok uzun seneler kimsenin yapamadığı bir şeyi yapmanın bir mutluluğu vardı.