ilk basımı 2008 yılında olan harun çelik'in "bize her yer trabzon" kitabından;
ama dedik ya inançlıyız, ama dedik ya inatçıyız, ama dedik ya sevdalıyız. ama dedik ya oyuncağımıza kavuşacağımız günün gelmesini oturup beklemek değil, bekleyiş sürecini "iliklerimize kadar gurur ve şerefimizle yaşayarak" geçirmek önemli diye. şimdi de yanında olacağız, 25 sene daha geçse de yanında olacağız, oyuncağımıza asla kavuşamayacak olsak da yanında olacağız. bu ülkenin her köşesinde "bordo" diye bağırana "mavi" cevabının gelmesi için var olacağız. anıl caner'e kulak verelim.
"bak oğlum görüyorsun değil mi bunları? senin yaşındayken hangi takımın adını duydularsa yaşadıkları yerde o takımı tutmuşlar"
mayıs... kimisi için hıdrellez, kimisi için geçen senenin ardından tatil öncesi yorgunluk, kimisi için bahar aylarının prensidir mayıs. nice aşklar başlamış; nice tarihe damgasını vuracak olaylar yaşanmıştır, mayıs aylarında kimbilir.
karadeniz bölgesinde yetişen minik çilekçiklere halk arasında mayıs adının verildiğini biliyorsunuz elbet, hani tek tek avucumuzda biriktirip hepsini birden ağzımıza attığımız. anadolu'da ise dışkı anlamında kullanırlarmış mayısı. ama tüm bu gereksiz detayların dışında hepimiz için farklı bir anlamı var mayıs ayının. çünkü o hiç göremediğimiz şampiyonluk kupasının sahibinin belirlendiği aydır mayıs ayı. ne yapıp edip istanbul uşaklarının onursuz zaferlerini izleterek ah çektirir hepimize mayıs ayı, hayaller kurdurur, isyan ettirir. maalesef hepimizin içini acıtan hikâyeye şahitlik etti bundan on iki sene evvel mayıs ayı.
erken gelmişti 96'da yaz. farklı olduğunu söylüyordu karadeniz'deki akrabalar, haşatın az olması bekleniyordu, fındık bahçeleri kurak, karadeniz o dev dalgalarından uzaktı o sene. ama mutluydu karadeniz insanı bir hafta öncesine kadar, hayatlarında en çok değer verdikleri şey, trabzonspor, çok başarılıydı ve on iki senedir gelmeyen şampiyonluğa çok yakındılar. en yakın rakip fenerbahçe ile aramızda dört puan fark vardı ve son üç-dört maçıydı artık ligin. rakip küme düşmeyi garantilemiş vanspor'-du. ama olmamıştı, dakikalarca rakip ceza sahası içinde top ne yapmış etmiş rakip kaleye girmemişti. ve ligin bitmesine üç hafta kala puan farkı ye inmiş, fenerbahçe'ye şampiyonluk şansı doğmuştu. tarihler 5 mayıs 1996'yı gösterdiğinde ise ülke gündeminin en önemli meselesi haline gelmişti trabzonspor-fenerbahçe maçı. gurbette olduğumuz için trabzon şehrindeki havayı bilmiyor, televizyonlardan takip ediyorduk. kadıköy'de fenerbahçe formalı vatandaşlarla yapılan röportajlar fenerbahçe'nin ümitsiz olduğunu gösteriyor, şampiyonluğa daha fazla inanmamızı sağlıyorlardı. ama akıllarda soru işaretleri uyandıran açıklamaları vardı başkan ali şen'in "trabzon'u trabzon'da yenip şampiyon döneceğiz." diye. tüm ibreler bizden yanayken, rakipten daha güçlü iken ve beraberliğin bile yeteceği bir maçta, üstelik kendi sahamızda oynarken bu özgüvenin nereden geldiğini anlayamamıştık fenerbahçe'nin sayn(!) başkanına.
maç günü saatler geçmek bilmiyordu benim için. bir an önce akşam olsun, bir an önce ilan edelim şampiyonluğumuzu diyordum. bir yandan içimi yiyordu ya bir aksilik olursa diye. soluğu babamın yanında alıyor, "baba şampiyon olacak mıyız?" diye onay beklercesine soruyordum. babamın "hiç merak etme oğlum. ilk yarıda 3 tane atar işi bitiririz." cevabı yüreğime su serpiyordu. maça yarım saat kala babam "oğlum ben çıkıyorum, hadi gel beraber izleyelim " dediğinde cesaretim olmadığını fark ettim bu maçı izlemek için dokuz yaşında küçücük bir uşak olarak kalbimi hazır hissetmemiştim bu maçın havasına ve gelmeyeceğimi söyledim. sadece söz vermesini istedim babamdan, gece trabzonspor şampiyon olmuş şekilde eve dönmesi ve ertesi gün bana trabzonspor forması alması hususunda. gülümsedi ve evden çıktı babam.
sonra geçtim televizyonun başına, maçların cine5'ten ve şifreli yayınlandığı zamanlardı ancak ses sorunsuz geliyordu. sadece görüntü sansürlüydü. takım kadroları, istiklal marşı, "trabzon, trabzon" sloganları ile başladı maç. halının üzerine diz çökmüş, televizyonun dibine girmiş olanı biteni anlamaya çalışıyordum. heyecanım biraz olsun azalmıştı, çünkü spikerin söylediğine göre dalga dalga geliyordu trabzonspor'um. ilk yarının ortalarına doğru spikerin sesi yükseldi, "abdullah vurdu ve goooooooooooooooooooooooooll." spikerin sesine yakın bir sesle bağırarak koşmaya başladım evde ve gol sevincimi halının üzerinde kayarak yaşadım, kanıyordu dizlerim ama kimin umurunda. aynı günün akşamı gördüm ki abdullah da aynı şekilde sevinmiş gole.
ilk yarı sonlandıktan sonra üzerimdeki bütün korku ve kuşkular kalkmış, bordo mavi beremi ve atkımı almış akşamın o saatinde tek başıma evden çıkmaya başlamıştım. babamın yanında onun gözlerine bakarak, ona sarılarak yaşamak istiyordum şampiyonluğu. maçı izlediği yere vardığımda, içeriden inanılmaz bir ses gelmişti. kafamı içeri uzattığımda babamı görmüştüm. gol diye bağıranların arasında yoktu babam ve gözleri anlatıyordu aslında birçok şeyi. cesaret edip yanına gidemedim ve mekânın yanındaki pasajın merdivenlerine çöktüm. bildiğim tüm duaları ediyor, maçın en azından bu şekilde bitmesini istiyordum allah'tan. bordo mavi beresi, atkısıyla merdivenin kenarına oturmuş dakikaları geçmesini bekleyen dokuz yaşında bir uşak düşünün. korkudan titriyor, oturduğu yerde heyecandan neredeyse cenin pozisyonuna geçiyor. aradan biraz zaman geçtikten sonra aynı ses tekrar yükseldi. golü kimin attığına bakmaya gitme gereği duymamış, hissetmiştim. ağlamaya başladım. maç sonuna kadar kıpırdamadan oturdum. ve başı öne eğik bir adam çıktı maçın bitmesine iki-üç dakika kala. yanıma geldi. "özür dilerim oğlum." dedi. kafamı duvara çevirmiş sadece ağlıyor, cevap veremiyordum. kızmıştım. hayatında ilk ve son kez yalan söylemişti bana çünkü, "merak etme oğlum şampiyon olacağız." demişti. ve bitti maç, fenerbahçeliler önümüzde bayraklarla koşuşturmaya başladılar. babam gülümsedi, "bak oğlum görüyorsun değil mi bunları. senin yaşındayken hangi takımın adını duydularsa yaşadıkları yerde o takımı tutmuşlar, amaçsız bir şekilde seviniyorlar şimdi. oysa hiçbir bağları yok tuttukları takımla, kendilerini kandırıyorlar. emin ol kaybetselerdi ana avrat söveceklerdi takımlarına, oyuncularına. kendi itibarları için, kendi menfaatleri için, böbürlenip hava atamayacakları için. sen öyle misin oysa hayatının her aşamasında gurur duyacağın, seveceğin, sevineceğin, uğrunda hayatından çalıp hiç pişman olmayacağın bir takımın var. daha küçücük çocuksun ben senin yaşındayken trabzonspor diye bir takım kurulmamıştı bile. niye ağlıyorsun ki? onlar gibi olup gülmek istiyorsan bunu pekâlâ yapabilirsin ama şerefli ikincilikten daha mı değerli olur sen karar ver." dedi bana. "baba yarın okula nasıl gideceğim peki?" dediğimde "zor olacak tabi. bu sıcak havada önlüğün altına forma giymek zor olacak." diye cevapladı, gözyaşlarını yerini parıltılara bırakmıştı. sarıldım babama ve eve gittik.
televizyonu açtığımızda kötü sürprizler bekliyordu bizi. intihara kalkışan trabzonluların ve içlerinde maalesef bunu gerçekleştiren mehmet dalman isimli on iki yaşındaki çocuğun haberi dönüyordu. neydi şimdi bu? kimdi mehmet kardeşimin katili? kimdi benim oyuncağımı kıran?
gündüzüne inat çok soğuktu o gece, hayallere inat hayal kırıklığı, düğün dernek horonlara inat cenazeydi o gece. gururumuza inat şerefsizdi o gece.
ama dedik ya inançlıyız, ama dedik ya inatçıyız, ama dedik ya sevdalıyız. ama dedik ya oyuncağımıza kavuşacağımız günün gelmesini oturup beklemek değil, bekleyiş sürecini " iliklerimize kadar gurur ve şerefimizle yaşayarak" geçirmek önemli diye. şimdi de yanında olacağız, yirmi beş sene daha geçse de yanında olacağız, oyuncağımıza asla kavuşamayacak olsak da yanında olacağız. bu ülkenin her köşesinde "bordo" diye bağırana "mavi" cevabının gelmesi için var olacağız.
ilk basımı 2008 yılında olan harun çelik'in "bize her yer trabzon" kitabından;
bir maç için tüm şehir esnafının kepenk kapatması... yaşlı hacıların, cepheye giden askere istihkak sağlarcasına gençlere istihkak vermesi... amerika'da rastlanılan bir bordo mavi binanın peşine düşülüp hemşeridir diye müteahhi-tinin aranması... bir şehrin, takımının ardında sıradağ gibi durması... bir ninenin "takımın hakkını yedirmeyiz" diyerek baston sallaması... işte bunların hepsinin toplamıdır trabzonspor ne mutlu ki trahzonsporluyuz. birhan emre yazıcı fnın kaleminden okuyalım.
"ula niye kepenk kapayısınız, darbe mi oldi?"
4 mayıs 19996 cumartesi günü... trabzon için bambaşka bir gün... şaka maka da değil haa! trabzonspor şampiyon olacak, önünde kalmış bir tek zor maç, o da fener'le... eeee zaten ezeli rakip... bir de o dönemde ali şen'in pompasıyla kükreyen basın fener şampiyonluğu kaybediyor diye çıldırmakta... tabii ki hal böyle olunca basın, polis, jandarma hepsi tetikte. trabzon kaynıyor. milletin ağzındaki tek laf ertesi günkü maç... babam o sene trabzonspor'da yönetimde... ofiste bütün ekip oturmuşuz iş yapmak ne mümkün... bütün mevzumuz trabzon'un yarın fener'le yapacağı maç... ofisteki ağabeylerimizden biri saatine baktı: "uşaklar hadi la olum saat geldi, uçak inecek birazdan, anca gideriz." dedi. ofisi kapattık gidiyoruz fenert karşılamaya... bu çetin günde her cephede trabzon'a destek verme zamanıdır. hele ki istanbul basını şehri kriminoloji laboratuarına çevirmişken... derken boynumuzda atkılar aşağıya indik. indik de gardaşum, millet kepenk kapatıyor! sorduk tabi: "laaa hayırdır, ne yapaysınız, nedir la olum kepenk kapaysınız, darbe mi oldu?" cevap: "laaa gidiyriz daaa yolcularımız geliy istanbul'dan! gülüşmeler... sorduk gene: "eeee tamam da yolcular trabzon'a gelmeyimiş ki, rize'de konaklayacaklarmış... ve cevap: "biliyruk onu da belki eşluk ederuk onlara rize'ye kadar. rize trabzon arasındaki ana yola beton duvar döktüğümüzü de anlatmak isterim de, bu kitabın editörü yazımı eler diye o fasıla hiç girmiyorum. ama siz anladınız onu?
istihkak dağıtıyrum...
tabii bu arada unutulmayacak bir başka şey de şuydu. maçta satılan leblebiyi, çekirdeği bilirsiniz hepiniz. koca çuvallarla getirilir, 1 liraya satılır gazete kâğıdında. 4 mayıs günü özel bir gün ya, tabii bugün esnaf hayır da işlemeli... yarın maç var ve tüm şehrin kalbi tek ritimde atıyor.
havalimanının orada bir hacı amcayı önünde bir çuval leblebiyle beklerken görünce sorduk: "amca leblebilerin kaç para?" cevap: "ula ne parası uşağum... istihkak dağıtıyrum. sen almadun mu?" şaşkınlıkla devam ettik: "la amca bu ne istihkakudur?" cevap: "la torunum hayır yapayrummm..." yaşlı bir hacı amcanın, şehrinin takımı yarın şampiyonluk maçı oynayacak diye istihkak dağıtmasındaki ruhu anlayabilene zaten anlatılacak başka bir şey kalmıyor.
amerika'daki bordo mavi binanın müteahhidini bulmaya çalışmak
doğma büyüme trabzonluyum, "trabzonspor" demeyi ankara'ya üniversite eğitimim için geldiğimde öğrendim. yıllarca zihnimize "trabzonspor = trabzon" diye kazınmış. ailemizden biri olmuş... yani adam babasına çok saygı duyar ama kendisine "sayın baba" demez... belki bu yüzden "trabzon"a, "trabzonspor" demeyi hiç sevemedim...
düşünmiyrum uşağım, bağırıyrum
trabzon'un canı bir keresinde de cem papila tarafından yıkılmıştır. ve haksızlığa tarih kitaplarna geçecek olan 50 bin kişilik bir yürüyüşle cevap verilmiştir... buna yürüyüş denmez gerçi, bu bir dik duruştur. haksızlığa karşı ayaklanma, karadeniz'in bir köşesinde duran sadece fındığı, çauı ve trabzonspor'u olan bir şehrin efendice yaptığı dik duruştur.
o günü çok net hatrlıyorum. trabzonspor bayrağı sırtımda, pelerin gibi asılı... az ilerde diş hekimi arkadaşım yürüyor... sol tarafıma bakıyorum istanbul'da çalışan meslektaşım endüstri mühendisi murat... soruyorum: "la ne yapaysın burada?" cevap: "içime sığdıramadım gardaşum, atladım uçağa geldim..."
allah'ım sanki dünyanın kalbi bugün trabzon'da atıyor... trabzon'da her yer kapalı... herkesin elinde bordo-mavi bayrak, herkes sanki önceden çalışmış, defalarca prova yapmış gibi tek ağızdan slogan atıyor... tüm esnaf sokakta... mimarı, doktoru, öğretmeni, işçisi, imamı, esnafı bugün herkes trabzonspor için omuz omuza. şu küçük şehirde 50 bin kişi tek yürek, bağırıyor bir ağızdan...
az ilerde yaşlı bir teyze... yürümekte zorlanıyor, beli iki büklüm, elinde bastonuyla gelmiş, üstünde bordo-mavi atkı... belli ki atkı torununun... bağırıyor: "haggumuzu yedirmicukkkk cemmm uşağummm." kamera geliyor hemen yanma soruyorlar: "teyze neler düşünüyorsun?" cevap: "düşünmiyrummmm uşağum bağırıyrum.. bağırıyrum çünkü canımızzz yaniiiiyyyü!"
eli bastonlu, beli bükülmüş yaşlı ninelerin "hakkımızı yedirmeyiz uşağum!"' diye bağırışıdır trabzonspor.
ilk basımı 2008 yılında olan harun çelik'in "bize her yer trabzon" kitabından;
futbol her zaman coşku ve zafer demek değildir. hüzünler de karışır bazen işin içine. bu hüzne bir de çocuk yüreğinin hassasiyeti eklenirse, dokunaklı tablolar oluşur. çocuklarımız, onlar bizden daha tutkuludurlar trabzonspor 'a... ömer faruk yılmaz'ın kaleminden, taş ile değil soğan ile kırılan kahve camının hikâyesini okuyalım.
taş ile değil, soğanla kırılan kahve camı...
servis camlarından sarkıp yoldan geçenlere takımlarını sorardık arkadaşlarla, herkes kendi takım taraftarlarını sayardı. ben hiç birinci olamamıştım. koca istanbul'da rastlayamıyordum bir türlü trabzonsporlu'ya...
- abiii hangi takımlısın?
- cimbom
- tüüüü! yuuuu...
- abi hangi takımlısın?
- trabzonspor.
- çak abi çak!..
birçok kez servis şoförümüz hüseyin abiden azar yerdim düşücem diye ama yuu dediğimiz insanların servisin peşinden koşmalarıydı asıl sebep aslında. "benim başımı belaya sokmayın oğlum" derdi.
gene o gün, gene o yıl... 96... akşam olmuş. vanspor'a yenildiğimiz maç sonrası fener maçımız var. ben ödevlerimi yapıyorum. dedem ise fenerbahçeliydi bu arada. çok kavga ederdik onunla bu sebepten dolayı. maç saatinden önce dedem namaza gidecekti ve muhabbetimizde bugün fener'in trabzonspor'u yeneceğini söylemişti.
ben anneme yalvarıyorum:
- anne ne olur dedemi camiye gönderme. o dua eder şimdi orada, yeniliriz.
tabi dedem camiye gidiyor, oradan da maçı izlemeye, ben ise televizyonların sağ üst köşesinden takip ediyorum sevdamın maçını...
trabzonspor golü atınca balkonumuzun karşısındaki kahveye çıkıp bağırıyorum var gücümle, oradakilerin morallerini daha fazla bozuyorum kendimce, içimdeki hıncı, hırsı dışarı vuruyorum belki de...
ama o dünyanın en zehirli golleri geldikçe ben çöküyorum, sevdam 10 yıl geri gitmeye başlıyor. maçın şampiyonluk maçı olduğunu bilmiyorum ama durdurmalıyım.
engellemem lazım yenilgiyi...
ve son düdük çaldığında kahvede bir sevinç var, yediremiyorum kendime çıkıyorum balkona avazım çıktığı kadar bağırıyorum. olmuyor. etkili bir şeyler yapmam lazım. gözüm köyden gelmiş patates ve soğan çuvallarına ilişiyor. seçtiğim soğan ve patatesleri fırlatıyorum var gücümle ama olmuyor. yetişmiyor. son bir gayretle bir soğan daha fırlatıyorum kahveye doğru. tek isteğim orda sevinenlerden birinin kafasına gelsin o sebze.
ama hedefi tam 12'den değil de 61' den vuruyorum. kahvenin büyük camı, çok kesici bir sesle çöküyor. kahvede muazzam bir sessizlik. bense balkonun demirlerinin altından yaptığım işin şokunu atmaya çalışıyorum. ve meraklı gözlerle de izliyorum. ağlamak geliyor içimden ama o kadar adrenalin dolmuşum ki bekliyorum balkonda...
kahvedekiler sevinmeyi bırakıyor, şüpheli gözlerle etraflarına bakıyorlar. artık sevinme yok. görevimi çok iyi bir şekilde yerine getirdim fakat içim içimi yiyor. şimdi ne olacak???
tam bu arada valide hanım balkondan içeri giriyor. bakışlarımdaki suçluluğu hissediyor. ve aşağı bakıyor, aşağıda büyük sessiz bir kalabalık...
- ömer ne yaptın? - bişe yapmadım anne... - aşağıda ne olmuş? - bilmiyorum.
sabah erken saatler babam anlatıyor:
- dün kahvenin camını indirmiş bizimkiler kaşla göz arasında maç sonrası, sen bişe duydun mu hanım?
- yok duymadım. ama gördüm akşam. baya bi kalabalıktı orası. silahla mı indirmişler?
- yok soğanla.
ben bu arada gömülüyorum masanın içine. çöktükçe çöküyorum. annem anlıyor tabi. ağzımdan lafı balla alıp, sopayla sokuyorlar. babam da gidip kahveciyle konuşuyor bole bole olmuş diye, helalleşiyorlar.
servisteyiz... - abi hangi takımlısın? - boşver be abisi... - anladım ben abi, anladım....
ilk basımı 2008 yılında olan harun çelik'in "bize her yer trabzon" kitabından;
trabzon hikâyeleri aslında biraz da gurbet hikâyeleridir. trabzonlular her ne kadar uzağa gitseler de toprağından ruhuyla ve kültürüyle hiç kopmayan insanlar değil midir? nereye gidersek gidelim, hem horonumuz, bir silahımız, bir de trabzonspor 'umuz değil midir yürek heybemizde taşıdığımız? ali kul 'u dinleyelim.
rakip takımın taraftarları, lütfen gol olunca sevinmeyiniz
hayata gözlerimi açtığım yıllar karadeniz fırtınasının, istanbul takımlarını yıkıp geçtiği dönem idi.. fırtınanın dindiği yıllarda ise aileden alınan kararla gurbet yolu görünmüştü. memleketten kopup gidiyorduk, trabzonspor'dan kopuyorduk. 1987 yılında bursa'ya geldiğimizde sülalenin yüzde sekseninin burada yerleşmiş olduğunu görmüş ve durduğumuz mahalleye neden yıllarca, her ne kadar türk olsak da, "lazlar mahallesi" denildiğini anlamıştık. memleketten kopmuştuk ve oralara yılda bir tatil amaçlı gider olmuştuk. 91 yılında, memlekete giderken, trafik kazası sonucu babamı kaybettim.
yıllar sonra bendeki trabzonsporlulugu fark edenler, bunun babadan oğula geçtiğini düşünmüşlerdi. memleketten iyice kopmuştuk ama çocukluğumun geçtiği mahallede trabzonspor'dan kopamıyorduk. maçlar "huzur kıraathanesi" nde izlenir, mahallede trabzonspor'dan başka takım konuşulmazdı. yıllar ilerledikçe mahalleye göçler arttı. trabzonspor'un derbi maçlarını huzur kıraathanesi'nde izlemeye gelen rakip taraftarlara maç öncesinde, en önde oturan şenol ağabeyimiz uyarıda bulunurdu: "rakip takımı tutanlar, gol olduğunda lütfen sesinizi çıkartmayın. "maçları bu ikazdan sonra izlerdik ancak. 96 yılında fenerbahçe'nin şampiyonluğu hırsızlama çaldığı maçtan sonra dikkaldırım ölü sessizliğine bürünmüş, mahallede azınlık durumundaki fenerbahçe taraftarları maç bittikten sonra hiçbir eğlence yapmadan evlerinin yolunu tutmuşlardı. nasıl ki trabzon'da hiçbir istanbul takımının taraftarı şampiyonluk kutlayamaz, hatta bunu aklının kıyısından bile geçiremezse, burada da durum böyleydi, bizim bulunduğumuz mahalle adeta bir küçük trabzon'du... o yüzden fenerliler de kutlama yapmayı düşünmediler bile. yıllar sonra bu kadar yaklaştığımız şampiyonluğun gidişi çocukluk dönemimde hafızama kazınmış ve trabzonspor'a daha da bağlanmıştım...
ilk basımı 2003 yılında olan yiğiter uluğ'un "hatice'den mektuplar" kitabından;
önce bir soru: futbol sadece bir oyun mudur? hele ki, 'kazananın her şeyi aldığı' bir coğrafyada?
12 eylül ve onu izleyen özal dönemi, türkiye'de pek çok taşın yerinden oynamasına neden oldu. istanbul'un ekonomik ve ticari hayatta 80'lerin ikinci yarısından itibaren nasıl öne çıktığını, anadolu'nun süklüm püklüm bir kenara çekilmek zorunda kaldığını en iyi ortaya koyan gösterge, futbol sahalarında alınan sonuçlardı.
60'lı ve 70'li yıllarda önce göztepe, sonra eskişehirspor istanbul dukalığını sarsmış ama yıkamamış, 'tarih yazmak' daha sonra inadı ve güçlü futbol altyapısıyla tanınan trabzonspor'a kısmet olmuştu. özal'lı yıllarla birlikte, türk kahvesinin yerine neskafe içer olduk ve her yıl bir istanbul takımının şampiyonluğunu alkışlamaya alıştık. futbol süratle bir endüstri kolu olmaya doğru gidiyor, ligde üst sıraları zorlama iddiası anadolu'daki orta boy ticaret erbabının ya da küçük esnafın boyunu aşmaya başladı. trabzon, 70'lerin sonlan ve 80'lerin başlarında peşpeşe dizdiği şampiyonlukların hatırına, bir geleneğin uzantısı olarak 90'larda bir kez daha çıktı sahneye... bu çıkış, göztepe ve eskişehirspor'un zirve maceraları kadar romantik değildi elbet... ve son derece dramatik sahnelerle sona erdi film... 1996'da trabzonspor, beraberliğin bile kâfi geldiği bir maçta, avni aker stadı'nda fenerbahçe'ye karşı 1-0 öne geçti. sonra kendi hatalarıyla, fulbol dünyasında taraflı-tarafsız herkesin sevdiği oğuz ve aykut'a iki gol imkânını verdi ve en son şampiyonluğunu 1984'te bırakarak, belki de uzun yıllar zirvede anılmamak üzere çekildi şampiyonluk sahnesinden...
cumartesi akşamı, fenerbahçe karşısında mükemmel bir futbol oynayarak ilk 45 dakikada 3-0 öne geçen gaziantepspor'u izlerken, "galiba türk futbolu beşinci şampiyonu selamlamaya hazırlanıyor" diye düşündüm, ikinci yarıda kırmızı-siyahlı ekibin anlaşılmaz bir biçimde sahasına çekilişini, hatalarıyla fenerbahçe'yi kalesine davet edişini ve sonuçta 4-3 kaybedişini görünce, ilk aklıma gelen, trabzon'un beş yıl önce 'benzer' bir maçta çöküşü oldu. 18 dakikada gaziantep kalesinde 4 gol bulan fenerbahçe, şampiyonluğun istanbul dışına çıkmasına bir kez daha engel olmuştu. başka bir deyişle "bizans yine göstermişti bizanslığını!"
oysa 901ı yılların ikinci yarısını ekonomi sayfalarındaki 'anadolu kaplanları' manşetleriyle geçirmemiş miydik? gaziantep, denizli ile birlikte anadolu'nun en fazla üreten, en hızlı büyüyen, ihracata en çok omuz veren iki kentinden biri değil miydi? böyle bir kentin, istikrarlı yerel yönetimi/kulüp yönetimiyle istanbul'a kafa tutma, futbol tarihinin tekerine çomak sokma hakkı olamaz mıydı?
cumartesi akşamı gördük ki, yokmuş... neden? ekonomik kriz gelip de, en çok üreteni vurduğu, ürettiği malın değerini dolar bazında yarıya düşürdüğü için mi? hiç şüphe yok ki, maçın 80. dakikasında, skor 3-3'ken fenerbahçe kalecisi rüştü ile karşı karşıya kalan mustafa şahintürk'ün kafasından, yazdıklarımın milyonda biri bile geçmedi. ama ne olduysa oldu, mustafa'nın vurduğu top, binlerce seyircinin tuttuğu nefesle birlikte fileler yerine rüştü'nün eldivenlerine gitti. ve türk futbolunun 1984'ten bu yana değişmeyen talihi, bir süre daha değişmeyeceğini oracıkta haykırıverdi.
son yıllarda 'anadolu kaplanları' söylemiyle pompalanan gaziantep'in gururu, fenerbahçe'nin 18 dakikada yarattığı (kırmızı-siyahlılar'ın da büyük ölçüde yardımcı olduğu) dört golle yıkılmış, binlerce yıllık bizans geleneğine karşı yalnızca bir 'kâğıttan kaplan' olduklarını şükrü saraçoğlu stadı'nda anlamışlardı.
zirvede farklı bir bayrak görebilmek için, en azından beş yıl daha beklemek gerekecek.
ilk basımı 2002 yılında olan hakan dilek'in "işte böyle bir şey" kitabından;
o böyle bir adamdı aykut kocaman
"yaktım sizi!"
trabzonspor maçı öncesi arkadaşlarının alacakları için elçi olmak görevini üstleniyor iki usta krampon. ali şen'e gidip arkadaşlarının toplu isteğini iletiyorlar. ali şen maçtan sonra ödemelerin yapılacağını, hem onlara hem de şadan kalkavan a deklere ediyor. ama högh ve uche'yi bir kenara çekip onlara bu isteklerinin doğru olup olmadığını da sormayı ihmal etmiyor. yanıt olumsuz olunca gözlerini kısıp şöyle bir şey düşünüyor ali şen: "yaktım sizi!" dönüşte oğuz takım içi huzursuzluğun kendisi tarafından çıkartıldığı söylentisinden rahatsız olduğunu bildirmek için ali şen'i evinde ziyaret ediyor. şen oğuz'un sırtını sıvazlıyor ve onu rahatlatacak şeyler anlatıyor: "yok öyle bir şey gönlünü rahat tut." futbolcuların alacakları için adı üzerine söz veren şadan kalkavan'a ise şunları söylüyor: üç gün sonra alsalar noolur sanki?" kalkavan verdiği sözün altında kalmamak için kendi parasıyla karşılıyor futbolcuların alacakların.
ve istifanın eşiğinden selim soydan'ın telkinleriyle dönüyor. bu tartışmaların iç yüzünü ve ayrıntılarını televizyon ekranlarında ali şen'in; "allahaşkına sööle şadan ben ne dedim?" sorulu ataklarını programlarda izlemişinizdir.
takım ruhu
ali şen'in ilk falsosu değil bu. belki en önemlisi ve bariz ofsayta düştüğü an parreira'ya altay maçının devre arasında yaptıkları. parreira ilk yarısı golsüz biten karşılaşmanın devre arası, soyunma odasında futbolcularına ikinci yarı izlenecek stratejiyi anlatırken kapı sertçe açılır ve ali şen başlar futbolculara saymaya! işte brezilyalı hocanın ve futbolcuların, en önce de aykutlun gardı burada düşer. zaten parreira'nın sonraları futbolcularına veda ederken kullandığı dil zaten kendi aralarında kurdukları dildir ve önce oğuz sarılır parreira'ya sonra bülent, atkinson, boliç, uche, aykut ve diğerleri alkışlarla uğurlarlar hocalarını. işte ali şen'in anlamak istemediği şey; sevgi. aykut burada gültepe'deki takım arkadaşından ayrılır gibidir. parreira'nın geldiği günden beri oturtmaya çalıştığı şey budur işte: takım ruhu, sevgi ve dostça bağlılık.
ilk basımı 1997 yılında olan bülent gürkan ve m. sait orhan'ın "trabzonspor efsanesi" kitabından;
avni aker'de kıyamet koptu
avni aker'in dev pilonları yanıyor ve kameralar ekranları başındaki milyonlar için takımlara zoom yapıyordu. trabzonspor- fenerbahçe maçı gerçek anlamda bir lig finaliydi. trabzonspor'un, nihat- lemi (soner dk.87), osman, cengiz, ogün- tolunay, ünal, abdullah, orhan- hami (hasan dk.77), jota kurgusuyla oynadığı maçta 76 puanla fenerbahçe'nin bir puan önünde lider olduğu için beraberlik yetiyor du. sarı- lacivertlilerin şampiyonluğu kotarabilmesi için ise mutlak surette kazanması gerekiyordu.
bordo- mavililerin gereksiz bir gerginliğe itildiği maçın 19. dakikasında abdullah nefis bir golle trabzonspor'u 1-0 öne geçirdi. bu gol tribündeki 30 bin taraftarla birlikte ekran başındaki milyonları da sevinçten çılgına çevirmişti. öyle ya maç 1-1 bile bitse trabzonspor büyük ölçüde şampiyonluğu garantileyecekti. karadeniz fırtınasının müthiş baskısı altındaki karşılaşmanın ilk 45 dakikası trabzonspor'un üstünlüğüyle kapandı. fakat ikinci yarıda ne olduysa oluyor trabzonspor rakip kaleyi abluka altına almasına rağmen golü bulamıyordu. ve trabzon kalesine iki kere gelen fenerbahçe bunların ikisinde de golü buluyordu. oğuz ve aykut'un kaydettiği goller şok etkisi yapmıştı. maçın son dakikalarındaki şuursuz ataklar da sonucu değiştirmiyor ve fenerbahçe avni aker'den bir anlamda şampiyon olarak ayrılıyordu. bordo- mavili taraftarlar trabzonspor tarihinin en büyük hayal kırıklığını yaşıyor ve bu sonuca inanmak istemiyorlardı. öyle yoğun bir acı yaşanıyordu ki, canlarından çok sevdiği trabzonspor'unun hakettiği şampiyonluğu böylesine dramati bir şekilde kaybetmesine dayanamayan mehmet dalman ve hüsnü civelek isimli taraftarlar boyunlarına ipi geçirip, intihar ederek acılarını dindiriyordu.
ilk basımı 1997 yılında olan bülent gürkan ve m. sait orhan'ın "trabzonspor efsanesi" kitabından;
futbolun adaleti yok
tüm türkiye trabzonspor'a, ve canlarına kıyan taraftarlarına yas tutuyor, medyada fanatizm çukuruna saplanmayan aklı başındaki eleştirmenler durumun saptamasını şöyle yapıyordu: futbolun adaleti yok.
kaçan şampiyonluk ve kaybedilen iki taraftardan sonra, trabzonspor kanadı sağdulu tavrıyla dindirdiği isyanlarını haykırıyordu şimdi. asbaşkan kenan iskender, "istanbul takımları kendilerini devlet zannediyor" derken, ucuz sportmenlik gösterilerine çıkan bazı yönetici prototiplerini ise ahmet ağaoğlu kınıyordu: "fener'in trabzonspor'u centilmenliğe çağırması, papa'nın müslümanları müslümanlığa davet etmesi gibi bir şey..."
"türkiye'de insan asmak kolay. artık bir golle insanı kahraman yapıyorlar, yediği bir golle ise yerin dibine sokuyorlar. fakat futbol aynı zamanda uzun vadeli stratejilerin önem taşıdığı bir spordur. yenecek tek gol, sizin ve futbolcularınızın bir sezonluk çabasını ortadan kaldırıyor" görüşlerini dile getiren şenol güneş ise kahrediyordu: "böyle futbol sevgisi olmaz olsun"
#3 rüştü reçber trabzonspor - fenerbahçe 5 mayıs 1996
nasıl brezilya tarihinde 1950 kupası'ndaki uruguay yenilgisi en büyük felaketse trabzonspor kulübü için de bu maç öyledir. fenerbahçe'nin önünde giriyor bu maça bordo-mavililer. bu maçtan beraberlik bile çıkarsalar son iki haftaya şampiyonluğun en büyük adayı olarak girecekler. maça da hızlı başlıyorlar ve abdullah ile öne geçiyorlar. ikinci yarının başında oğuz'un frikikle gelen beraberlik golü de üzmüyor trabzonluları. ve sonrasında müthiş bir abluka ya alıyorlar fenerbahçe kalesini. rüştü, hami'nin 90'a giden üç frikik atışını çıkarıyor. ardından orhan'la, şota'yla kaçan goller. rüştü'nün performansı unutulmaz cinsten. ve sonrasında aykut kocaman'la gelen fenerbahçe golü. trabzon'u yasa boğan, rüştü'nün yıldızlığını tescilleyen maç bu işte.
#14 oğuz çetin trabzonspor-fenerbahçe 5 mayıs 1996
trabzonspor ligin son üç haftasına fenerbahçe'nin iki puan önünde giriyor. avni aker'de beraberlik bile bordo-mavililer için şampiyonluk yolunun açılması demek. gerilimli ortamda abdullah'ın golüyle öne geçiyortrabzonspor. ikinci yarıya çıkarken de favori ev sahibi. ama 50. dakikada trabzonspor ceza sahasının önünde elle oynuyor topla abdullah. hakem metin tokat çalıyor düdüğünü. atış için topun başında oğuz. ayak içiyle köşeye gönderiyor topu. kaleci metin mert'in erişmesi mümkün değil. işte bu golün devamında geliyor aykut'un golü ve fenerbahçe'nin şampiyonluğu.
trabzonspor 81-82'de yaşadığı son anda şampiyonluktan olma acısını 1995-96 sezonunda hem de futbol mabetleri avni aker'de yaşadılar. 5 mayıs 1996'daki karşılaşma öncesinde trabzonspor, ikinci sıradaki fenerbahçe'nin iki puan önündeydi; beraberlik bile onların son iki haftadaki maçlarını neredeyse şampiyon olarak oynayacaklarını müjdeliyordu.
henüz 19. dakikada abdullah ercan o güzel sol ayağıyla bordo mavilileri öne geçirivermişti bile. yıkılıyordu avni aker, sağlı sollu geliyordu trabzonspor. golü yemişti rüştü belki ama sonrasında türk kaleciliğinin en büyük direnişlerinden birini ortaya koydu, hami'nin doksanlara giden füzelerini, o yıl gol kralı olacak şota'nın nokta atış şutlarını kurtardıkça kurtardı, takımını maçta tuttu. bu direnişe imparator oğuz ve kral aykırı 55. ve 84. dakikalardaki golleriyle katılınca buz kesti karadeniz. kimse inanamıyordu olanlara, her şeyin çok güzel olacağını bekleyenler soğuk soğuk terliyorlardı. herkesin aklına iki hafta önce ligin zayıf takımlarından vanspor'a trabzon'da kaybedilen 3 puan geliyordu. son iki maçta atacakları 11 golden bir taneciğini kalan dakikalarda fenerbahçe kalesine gönderebilselerdi şampiyon olacaklardı ama başaramadılar. sarı lacivertliler maçı 2-1 bitirdi, ardından istanbulspor'u yendiler, son hafta trabzon'u yıkan vanspor'u geçip şampiyonluk turunu attılar.
tarık daşgün'den 17 yıl sonra gelen itiraf 10/10/2013 hurriyet.com.tr
tarık daşgün, 1996'daki trabzonspor-fenerbahçe maçı öncesinde büyük tartışmalara yol açan olaya açıklık getirdi.
"trabzon'da aygün'ün kafasını ben şişirdim"
fenerbahçe’nin 1995-1996 sezonu şampiyonu olmasını sağlayan 2-1’lik galibiyeti aldığı trabzon maçı öncesi, saldırıda yaralandığı söylenen aygün’ün kafası başkan ali şen tarafından sardırılmıştı. aygün’ün oda arkadaşı tarık, yıllar sonra gerçeği açıkladı: “kafasına yumurta gelmişti ama kızarıklık bile yoktu. durumu kurtarmak için kül tablasıyla kafasına vurdum. sonra yine sargı sardık.”
tarık daşgün büyük bir yetenek olmasına rağmen türk futbol tarihinde yıldızı parlayamadan sönen futbolcular arasında yer aldı. fenerbahçe’ye 21 yaşında transfer olduğunda yer yerinden oynamıştı. gençlerbirliği formasıyla bir sezonda 13 gol atan ve yaptığı asistlerle türkiye ’nin yeni starı olarak gösterilen sarı tarık sonraki yıllarda futbolundan çok çapkınlıkları ve saha dışı olaylarıyla iz bıraktı.
jay jay okocha’nın transfer edilmesiyle fenerbahçe’de yedek kulübesine demir atan ünlü futbolcu, aktif spor yaşamına son verdikten sonra kendisini genç yıldızları türk futboluna kazandırmaya adadı. çiçeği burnunda teknik adam tarık’la futbola başladığı ve futbolu bıraktığı kent olan ankara’da görüştük.
trabzon hediye etti
“parreira ile 1995-1996 sezonunda büyük bir hava yakaladık ve gerçek bir takım hüviyetine büründük. herkes çok başarılı oynuyordu ancak o sezon yakaladığımız şampiyonluk bize trabzonspor’un bir hediyesidir.”
“trabzon’da oynadığımız şampiyonluk maçını hiç unutamam.. bu kadar mantıksız bir futbol oynanamaz. ben kalecimiz rüştü’nün arkasında ilk 10 dakikadan itibaren ısınmaya başladım. trabzonspor bir top oynuyor akıllara zarar. bir de golü bulunca iki pas dahi yapamayan fenerbahçe’nin üzerine yağmur gibi gelmeye devam ettiler. direkten dönen toplar, karşı karşıya kaçan goller, rüştü’nün hayatının maçını ortaya koyması onları durdurdu.”
önce oğuz, sonra aykut
“niye böyle yağmur gibi atak yaparsın ki. 1-0 sana yetiyor hatta beraberlik dahi yetiyor. pas trafiğini çoğalt, fenerbahçe’yi uyut ve şampiyonluğu kap. ama o gün sanki 5-0 yapmak istediler. oysa rakibin fenerbahçe. bunu nasıl unutursun?
“taraftar sahaya adeta çökmüştü. trabzon saldırdıkça pas yaptıkça ‘oley’ çekiyorlardı. oğuz düşürülünce frikikten durumu 1-1 yaptık. ben oyuna sonlara doğru girdim. erol orta sahadan bir topu kaptı ve ileri doğru taşıdı. ben de ceza sahasında ön direğe doğru koşu yaptım. trabzonspor’un stoperi ve liberosu beni marke etmek için yanıma koşu yaptı. o sırada arka taraf boşaldı. erol topu boş bölgeye kesince aykut kocaman topla buluşup durumu 1-2 yaptı.”
ali şen çok akıllı davrandı
“o golde büyük payım vardır. maç bittikten sonra 3 saat sahada ve soyunma odasında mahsur kaldık. polis panzerleriyle havalimanına gittik ve askeri bir tesiste uyuyarak sabah uçağıyla istanbul’a döndük. ertesi hafta van’ı yenip şampiyon olduk. o maç trabzon’un teknik, taktik hatasıyla kaybedildi.”
“o maçın öncesinde başkanımız ali şen ve camia akıllı davandı. önemli bir pskolojik avantaj sağlandı. havalimanından itibaren takim otobüsü taşlandı. rize sınırına gelene kadar takım otobüsünde tek sağlam cam dahi kalmadı hepsi kırıldı.”
oğlum, bir şeyler yapmalıyız
“aygün’ün kafasına bir yumurta isebet etti ama hiçbir iz yoktu. otele yerleşince bütün televizyon kanalları alt yazıyla fenerbahçeli futbolcuların trabzon da saldırıya uğradığını otobüsün camlarının kırıldığını aygün’ün de kafasından yaralandığını geçmeye başladı. aygün benim oda arkadaşımdı. ama kafasına dikkatli baktığımda kızarıklık dahi olmadığını gördüm.”
“aygün’e ‘oğlum bir şeyler yapmalıyız yoksa tüm olayların sebebi senin olduğun yazılıp çizilir. futbol hayatın biter’ dedim.
“aygün’e birez dişini sıkmasını tembihleyip otel odasındaki cam kül tablasını elime aldım ve var gücümle yumurtanın geldiği yere vurdum. aygün’ün kafası şişti. ardından sargıya alıp yazılanları doğru çıkardık. başka çaremiz yoktu.”
maçın oynandığı akşam benim düğünüm vardı ve 5 kayınbiraderimden trabzonsporlu olan 4'ü maç öncesi bana; "kızı veririz, maçı vermeyiz" demişti. ben de maçtan önce; "kızı da alacağız, maçı da alacağız" diye takılmıştım.
düğün sırasında maç seyretmeye gitmişlerdi kayınbiraderler. döndüklerine ben de onlara; "gördünüz mü? kızı da aldık, maçı da aldık." dedim. çok sinirli gözüküyorlardı ama düğünün hatırına sineye çektiler. :)
5.mayıs.1996 - 21 sene önce bugün fenerbahçe, türkiye 1.ligi (süper lig) 32.hafta maçında trabzonspor'u deplasmanda 2-1 mağlup etti ve uzun süredir geriden takip ettiği rakibini ilk kez 2 puan farkla geçerek şampiyonluk mücadelesinde önemli bir avantaj yakaladı. trabzon hüseyin avni aker stadı'nda, yaklaşık 30.000 kişinin izlediği ve metin tokat, sürhat müniroğlu, cengiz akyüz hakem üçlüsünün yönettiği karşılaşmada trabzonspor, metin mert "detlef müller" - osman özköylü, ogün temizkanoğlu, cengiz atilla - lemi çelik (dak.85 soner boz), ünal karaman, tolunay kafkas, orhan çıkırıkçı, abdullah ercan - hami mandıralı (dak.76 hasan özer), shota arveladze; konuk fenerbahçe ise rüştü reçber - uche okechukwu, jes högh, saffet akbaş - ilker yağcıoğlu, kemalettin şentürk (dak.46 bülent uygun), oğuz çetin, halil ibrahim kara (dak.80 erol bulut), tayfun korkut - aykut kocaman, elvir bolic (dak.65 tarık daşgün) kadrolarıyla mücadele ettiler. şenol güneş yönetimindeki bordo-mavili takım henüz 18.dakikada abdullah ercan'ın golüyle 1-0 öne geçti ve tribünler şampiyonluk şarkıları söylemeye başladılar. ilk yarı bu skorla bitti. beraberliğin bile trabzonspor'u büyük ölçüde şampiyon yapacağı maçta, trabzonspor defans önlemlerini bırakmış, anlamsız bir şekilde bastırıyor da bastırıyordu. ancak 55.dakikada ceza sahası yayı üzerinde abdullah’ın eli, top ile buluşunca metin tokat trabzonspor aleyhine frikik verdi. atışı kullanan oğuz çetin, nefis bir plase ile topu barajdan aşırıp filelere gönderirken kaleci metin sadece seyrediyordu: 1-1. bu skor yine trabzonspor'a yarıyordu. bordo-mavili takım son iki haftaya 1 puan önde girecekti.
fakat 82.dakikada gelişen fenerbahçe kontratağında sol kanattan erol bulut vücut çalımıyla rakibini ekarte ettikten sonra topla ceza sahasına girdi. yerden arka direğe ortaladı, trabzonspor defansı ve kalecinin müdahelesine fırsat bırakmayan usta oyuncu aykut kocaman yakından attığı şutla belki de futbol hayatının en anlamlı golünü atıyordu: 1-2. çünkü bu gol fenerbahçe’yi şampiyonluk yarışında 2 puan öne geçiriyordu...
bu arada maç öncesi, her zaman olduğu gibi fenerbahçe kafilesine yapılan saldırı ve çıkan olaylar sağ duyulu sporseverleri üzdü. hürriyet gazetesi olayları:
"korkulan oldu ve fenerbahçe trabzon’da saldırıya uğradı.. öğleden sonra hava alanında trabzonlu yöneticilerce çiçeklerle karşılanan fenerbahçe kafilesi rize il sınırına kadar çeşitli saldırılarla karşı karşıya kaldı.... taşlanan otobüsün camları kırıldı. ilk taş parreira’nın oturduğu yere geldi. irkilen brezilyalı hocanın yüzü sapsarı kesildi. aygün başından yaralandı. atılan yumurtalar oğuz ve tarık’ın yüzünde patladı.
afşin ile sürmene’de ağaçların arasına saklanan bir grup fanatik taraftarın havaya ateş açması yürekleri hoplattı. polis uyarı ateşiyle karşılık verince grup dağaldı. öfkeli taraftarlar bununla da kalmadılar!.. sarı-lacivertli ekibi kampa gireceği rize’ye kadar takip ettiler. özel olarak yaptıkları yüzlerce fenerbahçe ve ali şen tabutları ile fenerbahçe bayrağını yaktılar.”
maçtan sonra fenerbahçe'nin galibiyeti ve şampiyonluğa bu kadar yaklaşması kadar ön plana çıkan bir konu da, başkan ali şen'in, soyunma odasındaki bir diyalogtan sonra, maçın gollerini atan iki yıldızı oğuz çetin ve aykut kocaman'ı kadro dışı bıraktığını açıklamasıydı.
1988-89 sezonunda sakaryaspor’dan fenerbahçe’ye transfer olan oğuz çetin ve aykut kocaman, fenerbahçe formasını son defa giydiler, son gollerini attılar.