1988 yılında arsene wenger, o zamanlar monaco'nun teknik direktörüyken, kamerun'da oynayan genç bir liberyalı'nın peşindeydi. her hafta george weah hakkında ilgi çekici raporlar alıyordu. en sonunda wenger onu izlemesi için bir meslektaşını gönderdi, ve meslektaşı hemen ona telefon etti: "kötü haber: weah'ın kolu kırıldı. iyi haber: yine de oyuna devam etti."
bu wenger'in hoşuna gitmişti. weah monaco uçağına atladı, imzasını attı, sonra da perişan bir hâlde arkasına yaslandı: hâlâ bir senti bile olmadığını söyledi ve şikayet etti durdu. wenger cüzdanından 500 fransız frank'ı çıkardı (o zamanlar 50 pound kadardı - 140 tl) ve bunu oyuncuya uzattı. özel yaşamında şakacı biri olan wenger, weah'ın bu "imza bedeli" hakkında şaka yapmayı seviyor. şimdilerde liberyalı bir politikacı olan weah, geçenlerde wenger'in kendisine "sıkı çalırsan, avrupa'nın en iyisi olursun" dediğini terkar dile getirmişti.
"tabi canım!" diye düşünmüştü. ama wenger haklıydı. weah 1995'te, dünya'da yılın oyuncusu seçildi. kupasını da akıl hocasına adadı.
monaco yıllarından. bu hikâye arsene wenger'i büyük bir hoca yapanın ne olduğunu anlatıyor: küresel gözlemleri, kalite anlayışı ve ucuza kapama yeteneği. bunlara rağmen mükemmelik onu terk etti. arsenal 2005'ten beri bir kupa dahi kazanamadı, geçen ay iki yıldız oyuncusunu daha zengin kulüplere kaptırdı ve pazar günü de manchester united'a karşı 8-2 kaybetti. birçok arsenal taraftarı wenger'den bıkmış görünüyor. onun çöküşü de tüm kulvarlardaki önderlere bir uyarı.
wenger 1996'da japon futbolunun içinden arsenal'e geldiğinde, adalı britanya futbolunun hiç bilmediği bazı teknikler getirdi. o zaman dünya kupası'na gitmeye bile sadece birkaç britanyalı menajer zahmet ederken, wenger her yerde genç yetenek arıyordu. japonya'da çalışırken, milan'ın sürekli bir gözcüsü olmaya başlamıştı, ki işte burada daha sonra arsenal'in efsanevi kaptanı olacak patrick vieria adlı genç, utangaç bir milan rezerv takımı oyuncusunun elinden tutmuştu. wenger o zamanlar juventus kulübesinde oturan genç bir yedekken, thierry herny'ye aslında bir santrafor olduğunu söylemişti. "hocam, gol atamıyorum ki ben" diye karşılık vermişti herny. arsenal tarihinin en çok gol atan oyuncusu oldu. wenger, nicolas anelka ve cesc fabregas gibi adı sanı duyulmamış delikanlıları da keşfetmişti. britanya kulüplerine uluslararası gözlemciliğin faydalarını gösterdi.
wenger diyetler konusunda da bir önderdi. arsenalli oyuncuları daha çok japonlara özgü bir balık ve haşlanmış sebze diyetine soktu. oyuncular takım otobüsünde "marslarımızı geri istiyoruz" diye tempo tutmuşlardı. ekonomi mezunu oluşu, ingiliz futboluna istatistiği getirdi. her oyuncunun kaç saniye topu ayağında tuttuğu gibi istatistikler tuttu. süresi kısaldığında gilberto silva satıldı. wenger fırtına gibi bir pas oyunu hayal ediyordu: futbolun ebedi ideâline, 2004'te namağlup şampiyon olan "yenilmez" lâkaplı kendi arsenal'i ile ulaştı.
wenger bir önderdi ama bir devrimci değildi. meselâ, arsenal'in geleneksel sert ingiliz defansı anlayışını yıllarca bozmadı. "ben değişikliklerimi yavaş yavaş yaparım" diye hatırlatıyordu bunu. en kaliteli yanı, kendisinin de bir keresinde söylediği gibi, daha tecrübeli insanları dinlemesiydi.
kariyerindeki zirvesi şampiyonlar ligi'ni kazanmak olmalıydı. neredeyse başarıyordu da: 2006 finalinde henry kaleci karşı karşıya ilerlerken arsenal, barcelona karşısında 1-0 öndeydi. ama kaleci kurtardı ve barcelona kazandı. bir yıl sonra, wenger atina'da oturmuş, liverpool'un milan karşısında kupayı kaldırışını izliyordu. ve maçlar sırasında, oturduğu yerden kalkmamak zorunda olduğunda sıklıkla asabi bir görüntü veriyordu. daha sonra milanlılar madalyaları aldıkları zaman, ellerini birbirine vurdu ve "gördünüz mü" dedi, "şampiyonlar ligi'ni kazanmak için sadece sıradan bir takımına ihtiyacınız var." matematiğe yatkın biri olarak, onun için, içinde eleme geçen bir turnuvayı kazanmak "rastlantısal yürüyüş"tü. o asla şanslı olamadı.
en sonunda, tüm parlak önderlerin klasik kaderiyle karşı karşıya kaldı: diğerleri onu taklit ettiler. ezeli rakipler onun uluslararası oyuncu izleme, diyet ve istatistiklerini kendi takımlarına kopyaladılar. bazıları bunun için ondan daha fazla da harcadılar. futbolda, genellikle oyuncularına en çok maaşı ödeyen takım kazanır. şu anda arsenal, maaş ortalamasında ingiltere beşincisi. diğer menajerlerin aksine, wenger sadece elindeki parayı kullanıyor. daha bir delikanlı olan cristiano ronaldo'yu manchester united keşfetmeden keşfetti, ama united daha fazla satış bedeli ödeyerek onu transfer etti. arsenal o kadar dikkatli transfer yapıyor ki, sürekli transferlerden artı devir ile çıkıyorlar.
bir beysbol kulübü olan oakland'ın genel menajeri ve sporunda öncü bir isim olan bill bane, "wenger'i düşündüğümde, aklıma warren buffett geliyor. wenger futbol takımını sanki 100 yılda daha elinde olacakmış gibi yönetiyor" diyor. wenger, arsenal'in daha büyük bir stad olan emirates'e taşınmasının ardındaki dehâ. daha önce hiç dev bir kulüp olmamasına rağmen, arsenal şu an global futbol gelirleri bazında dünya beşincisi. kısa vadede dahi, harcamalar sayesinde stadyumun borç yükü azalıyor.
akıllardan çıkmayacak bir skor.
işin kötüsü, wenger britanyalı önderlere başka bir konuda kötü örnek oldu: kendini fazla sever hâle geldi. artık zekice yapılmış eleştirileri kabul etmiyor. kendi kişisel zaaflarını hoş görüyor gibi: fiziksel güce tepeden bakmak, kaleci seçmedeki kör talihi, parası olsa dahi ucuz oyuncuları kapmaktan duyduğu zevk ve gol atmaktansa mükemmel paslaşmayı araması. arsenal'de o kadar dominant oldu ki, artık kimse onun hatalarını gösterecek durumda değil. asbaşkan ıvan gazidis, "burası demokrasi ile yönetilmiyor" diye de bunu itiraf ediyor.
bu sezon belki wenger'in londra'daki son sezonu olabilir. artık sadece birkaç üst düzey oyuncu arsenal'de oynamak istiyor. başka bir kupa kazanamayabilir de, ama o ingiliz futbolunu değiştirdi. hem yükselişi hem de düşüşü dünyanın her yerindeki önderler için dersler içeriyor.
yazan: simon kuper (the financial times) çeviri: kaan kavuşan tarih: 02 eylül 2011
kısa ahmet'im. yiğit ahmet'im. sevdali ahmet'im. aşık ahmet'im. sen de unutulanlar arasina girdin ya ahmet'im. hikayeni bilen kac kisi kaldik ha ahmet'im. bugun kime sorsan "son nefeste galatasaray" diyor ya hani, senden haberleri bile yok be ahmet'im. senin bu arma ugruna neler yaptigini, armanin senin icin en anlama geldigini bilen kac kisi kaldi ki acaba.
sen aklima gelince agliyorum ulan. agliyorum... emzigi elinden alinmis 2 yasinda bebek gibi hickira hickira agliyorum. ah be abicim...
ahmet bizim mahalleden bir yigitti, hayatinda en cok onem verdigi sey galatasaray'di, asikti renklerine kulturune. tribunden inmeyen, deplasman kovalayan mert bir tribuncuydu. bugunku zibidiler gibi takim yenilince ıslıklayanlardan degil, 14 yıl cefa ceken, bu ugurda sagligindan olanlardandi. takim o kadar sikintili donemlerden gecerken hayatinin tam ortasina galatasaray'i koyan bu yigit de etkileniyordu tabi. mac izlerken sigarasi asla sonmezdi. mac boyunca yaklasik 1 paket sigarayi bitirir hatta bazen bu bile yetmez bizden otlanirdi. ah be ahmet'im, keske bugun gelip gene bi sigara ver hafiz desen...
takildigimiz bi meyhane vardi uskudar'da. oraya tribunden tanidigimiz abilerimiz de gelirdi. bizim kısa bu abilerimizin hepsine kendini tanitmis onlar arasinda sevilen birisiydi. meyhaneye girince herkese selamini verir, oraya yeni takilmaya baslayan genclere yol yordam ogretirdi, durusuyla. her tribuncu gibi o da saglam icerdi. zaten cok da guclu olmayan bunyesi bu duruma daha fazla dayanamadi. sigara ve alkol artik cok etkiliyordu onu. yalvariyorduk, yakariyorduk ancak kar etmiyordu. eee o kadar sigara ve ickiye zaten zayif olan bunyesi dayanamadi. hastalanmisti. hastaneden cikarkenki o halini hatirladikca gozlerimden suzulen yaslara engel olamiyorum. o guclu durmaya calisan kısa'nin kotu bir durumda oldugu her halinden belliydi.
tabii duyduk sonralari kısa ahmet kankanseri olmustu. biz dostlari ise tedavisi icin neler yapilabilecegini arastiriyorduk ancak o zamanlar tıp bu kadar ileri olmadigi icin elimizden cok da bir sey gelmiyordu. ancak onun cok istedigi seyleri yapiyorduk. zaten en cok istedigi sey maca gitmek oldugu icin cok da zorlanmiyorduk. o hasta haliyle bile hic bir maci kacirmadi. uzak deplasmanlara goturmek biraz zor oluyordu ancak gene de elimizden geldigince tek ve en buyuk aski galatasaray'in her macina goturduk onu.
artik hastalik iyice ilerlediginde hastaneye kaldirdik ahmet'i. doktorlar hastaneden cikmasinin cok tehlikeli oldugunu, allah korusun ahmet'in ölebilecegini soyluyordu, ahmet ise bunlari bile bile gene de maclara gitmek istiyordu. biz bi sekilde ikna ediyor her mac yaninda birimiz kalip maci radyondan beraber takip ediyorduk. gol oldugunda bizim kısa sanki kendi atmiscasina seviniyor, o haliye kosmaya calisiyor. oysaki farkinda degil, ayaga kalkacak durum da bile degildi.
neyse iste boyle boyle bir sene idare ettik. hastalik iyice kotulemisti. galatasaray'da maasallah o sene avrupa'da rakiplerine kok sokturuyor geleni geceni aglatiyordu. bizim kısa hastaligina yaniyor, "ben su guzel gunlerinde takimimin yaninda olmadim ya canimi keske daha once verseydim" diye sizlaniyordu surekli. biz de arkadaslarla dusunup tasindik, bizim kısa'ya omrunun belki de son gunlerinde yapilacabilecek en buyuk iyiligi yapmak istedik. gorusulen yaklasik 50 kisiden sonra gerekli izinleri alarak, 1 doktor ve ambulans esliginde 10 martta istanbul'dan yola ciktik. kısa ahmet'de ona yapacagimiz surprizden habersiz nereye gittigimizis sorup duruyordu. evet tahmin ettiginiz gibi 15 martta koln'de oynanan monaco macina goturecektik ahmet'i.
aslinda yolculuk hic bir problem olmadan suruyordu. 2. gun sonunda bulgaristan'i gecmistik ve konaklayacagimiz yere gelmistik. herkes yatacagi yere cekildi. sabah uyandik ve karsimizda doktoru gorduk asik bir surat ve aglamakli gozlerle. tabii hemen anladik durumu. kısa ahmet ölmüstü. sarildik birbirimize hickiriklara bogulduk. yol boyunca gozlerimizden yas dinmedi. gerisin geriye istanbul'a donduk.
bin dokuz yüz seksen dokuz'un 15 mart gecesi hayatımda unutamayacağım bir gece olmuştu. köln'de tamamiyle sarı kırmızılı bayraklarla süslü bir stadyumda g.saray- monaco çeyrek final ikinci maçını seyrediyordum. o kadar heyecanlıydım ki, devre arasında monaco prensi ile çarpıştığımı bile hatırlıyorum. sonuç, g.saray'ın avrupa'nın ilk dört takımı arasına girmesiyle noktalandı. ve monaco benim belleğime bir mutluluk anısı olarak kazındı.
yavuz gökmen'in yağmur dansı başlıklı yazısından (alıntıdır)
"köln'de kampa girdik. ben o kampta yaşadığım stresten dolayı en az dört kilo verdim. prekazi attı, 1-0 oldu. ama o zamanki monaco çok iyiydi. yedi tane milli oyuncuları vardı. arsene wenger, teknik direktörlüğünü yapıyordu. george weah, 70. dakikada skoru 1-1 yaptı. biz son 20 dakika tek kale oynadık. kalenin arkasında dev saat vardı. bakıyorum, bakıyorum... geçmiyor. zaten 10 gün boyunca neredeyse hiç uyuyamamıştım. sabah kalkıyordum, maç geliyordu aklıma. çok büyük stres! kale arkasındaki saat reklamını en az bin kere okudum o yirmi dakika içinde. sonra geçti 10 dakika. türk bayrağını alıp, sahaya girdim. hâlâ evimde büyük bir çerçeve içinde duruyor o fotoğraf.
yugoslav kalecinin jünilesinde g. saray - everton ile oynuyor
simoviç eldivenlerini çıkarıyor
(...)
36 yaşındaki kaleci simoviç tüm futbol hayatında, köln'deki monaco maçını unutamamadığını söylerken şöyle devam ediyordu: "baba olurken bile böylesine bir ahz almamıştım. çok güzel bir duyguydu köln'de yaşadığımız. o günü unutmam mümkün değil."