erzincanda acemi birliginde askerlik yapıyordum ömer adında bir asker arkadaşım vardı askere teslim olurken fazla paralarımızı seyyar banka memuru gelmişti ve bu zorunluydu paramızı bankaya yatırmıştık bu memur haftada bir gün geliyordu ve bizde o zaman para cekebiliyorduk.
o gün seyyar benka gelecekti ögleden sonra geliyordu egitim alanında egitime 10 dakika ara veriliyordu ve bunun adıda askeriyede istirahatti. biz paramamız oldugu halde ömerle karar verdik o 10 dakikalık istirahat arasında sözleştik ve para cekmek istiyenler ayrılsın dendigi zaman ayrılacaktık cünkü macın oynanacagı saatlerde olacagı icin en azından mactan hızlı bir şekilde haber alabilecektik. cünkü para cekmeye gidenler aynı zamanda birazda arazi olabilyorlardı ve ögleden sonra para cekmeye gidenler icin aynı zamanda o gün bitmiş oluyordu yani. arazi oluyorduk.
cavuş bankadan para cekmek isteyenler ayrılsın dedi biz ömerle hemen koştuk cavuş bagarıyor 4 erli kol hizaya gel diyor bizde geliyoruz hemen 4 erli kolda ve uygun adım marşla bankaya para cekmeye gidiyoruz.gidreken birde topcu marşı söylüyoruz.
topcu marşı
topcuyuz biz biz topcuyuz yüce daglar aşarız anne baba terk ederiz vatan icin koşarız.
evet aynen bu marşı söyleye söyleye seyyar bankacıdan paramızı almaya gidiyorduk. sıraya giriyoruz ve paramızı alıyoruz en az 60 kişiyiz toplu gelip toplu gidecegimiz icin en son arkadaşı bile bekliyoruz başımızdaki cavuşlar bizi sıraya sokuyor arasırada bize hakaret ediyorlar tokat bile yiyorduk paramızı alırken.
ama bizim kafamız mactaydı ömer,le askerde tanışmıştım ve galatasaraylıydı ve ortak özelliklerimiz vardı o da galatasaray maclarına gidiyormuş ve benim tanıdıgım herkesi tanıyordu trübünden muhtemelen askere gelmeden önce aynı trübünde aynı amac icin bulunmuşuz ömerle askerde 3 ay birlikte olduk beraber agladık beraber güldük ve beraber dayak yedik.
bankadan para cekmeden dönerken macın 2-0 oldugunu duyduk fakat 5-0 olabilecegini hayal bile etmemiştik usta askerler bir şekilde radyodan dinleye biliyordu fakat biz uzaktan haber alabiliyorduk mac 5-0 olunca artık dayanamadım cıglıklar attım isterlerse beni dövsünler umurumda bile degildi fakat ortalık o kadar karışmıştıki anlatılır gibi degildi subaylar ve ast subaylar bile seviniyordu.
bir ara galatasaraylılar ayrılsın dedi cavuşlardan biri ne olur ne olmaz diye ömer,le ikimiz ayrılmamıştık. daha sonra cavuş yanımıza geldi siz niye ayrılmıyorsun ben burda galatasaraylılar ayrılsın diye bagırıyorum siz beni tınlamıyorsunuz dedi ,bende biz galatasaraylı degiliz dedim. nasıl degilsiniz dedi cavuş ben size dün sigara icmek icin mola verdigimde siz ömerle ikiniz birbirinizle galatasaray muhabbeti yapıyordunuz ve ali samiyen anılarınızı anlatıyordunuz dedi zaten der demez tokatı yapıştırdı bize.
evet yalan söylemiştik fakat bu ayrıntıyı unutmuştuk bu,da cavuşun gözünden kacmamıştı o gün bile tokat yemiştik fakat tokat yesekte o gün acımamıştı cünkü galatasaray tur atlamıştı ve biz cok mutluyduk.
acemi birligimiz bitti ve yollarımız ayrıldı ömerle ömer karsa ben bitlisin tatvan ilcesine düştüm. fakat 9 kasım 1988 gününü hic unutmadım.
neuchatel teknik direktörü gilbert gress,in şok olduk ifadelerini kullandıgı mactır.
mac öncesi galatasarayı eleyeceklerinden emin olduklarını ve bunun kendilerine pahalıya mal oldugunu belirten franzız calıştırıcı,şunları söyledi. nielsen ve smajiç ishal oldukları icin üçer kilo kaybederek maca cıktılar.zaten nielsen bir devre dayanabildi genel olarak söylenecek şey takımımız cok kötü futbol oynadı. galatasaray beni ilgilendirmiyor onlar hakkında konuşmak istemem ancakkulübün ceza alacagı kesin. gress ayrıca hakemin iyi bir yönetim gösterdigini belirtti
cevat prekazi (g.saraylı eski futbolcu): neuchatel xamax maçı inanılmazdı. aynı yıl rapid wien'i 2-0 yendiğimiz maç da öyle. xamax'a ilk maçta 3-0 yenildik. maçtan sonra onlarda oynayan ama partizan'dan takım arkadaşım admir smayiç otelimize geldi. kendisine 'göreceksin, rövanşta size 5 atacağız. çünkü siz ali sami yen'e değil, cehenneme geleceksiniz' dedim. avrupa'yı biliyordum, isviçreli oyuncular ali sami yen gibi coşkulu bir statta hiç oynamamışlardı. nitekim öyle oldu. geldiler, 5 attık. maçtan sonra admir'le konuştum. bana 'bizimkiler maç öncesi ısınmak için sahaya çıktı. soyunma odasına döndüklerinde yüzleri bembeyazdı' dedi. o gün seyircimiz de inanılmazdı.
mehmet ali gökaçtı'nın "bizim için oyna": türkiye'de futbol ve siyaset kitabından;
futbol ve milliyetçilik
1988-89 sezonunda galatasaray'ın, neuchatel karşısında 3-0 kaybedilen ilk ayağın rövanşını 5-0'la alması az rastlanır bir başarıydı. ancak maç esnasında hakemin başının tribünlerden atılan yabancı bir madde ile yarılması, bu yüzden maçın durması ve nihayetinde uefa disiplin kurulu'nun maçın tarafsız bir sahada tekrarına karar vermesi, kelimenin tam anlamıyla bir infiale sebep olmuştu. bu gelişme, futbol ortamına yansıyan türkiye-avrupa geriliminde yeni bir etabı başlatmıştı.
maçı tekrar karan, futbol "sahada bileğimizin hakkıyla elde ettiğimiz bir galibiyetin, bizi hep aşağılayan avrupalılar tarafından çalınması" klişesini canlandırmıştı. resmi görüş ve onun etkisi altındaki kamuoyuna göre, avrupa siyasal çevreleri, türkiye'nin içinde bulunduğu özel koşullan ve "terör" gibi sorunları anlamıyor, bazen bu sorunları kaşıyordu.
galatasaray'ın neuchatel maçıyla ilgili uefa kararı da bu önyarıgıyı pekiştirmiş, söz konusu karar ülkenin önde gelengazetelerinden birinin sürmanşetinde "o... çocukları" sözleriyle duyurulmuştu. galatasaray'ın başına gelenler de milli bir dava olarak algılanacaktı. hatta fenerbahçe'nin eski başkanlarından ali şen bile devlet büyüklerinin araya girmesiyle bu işle ilgili girişimlerde bulunduğunu ifade edecekti.
gelinen bu aşamada futbol artık sıradan ve gündelik milliyetçiliğin enstrümanı haline gelmişti. futbol, milliyetçi ideolojinin yeniden üretiminde belki de ilk kez bu denli etkin ve önemli bir rol oynayacaktı.
avrupa ülkelerinin takımları ile oynanan maçlar, türkiye'nin "çağdaş uygarlık düzeyine erişme" amacını idealize ettiği gibi, aynı zamanda türkiye ile batı arasındaki tarihsel rekabeti ve gerilimi de sembolize etmekteydi. avrupa, hem ulaşılacak bir idealdi hem de kültürel ve politik bir hasım. öykünmeile garez arasındaki bu gelgitte galatasaray ile neuchatel arasındaki olaylı maç sonrasında, avrupa'nın ulaşılması gereken hedef olduğu ülküsü tamamen göz ardı edilmese de, husumet ve "gününü gösterme" hıncı öne çıkmıştı. 1990'ların başında statlarda yükselmeye başlayan "avrupa, avrupa duy sesimizi / işte bu türklerin ayak sesleri" sloganı dönemin atmosferini en açık bir biçimde gösteren tezahürattı. tezahüratın devamında bir ağızdan avrupa'ya küfür ediliyor ve kendini kollaması tavsiye ediliyordu. "avrupa [ya da rakip takımın adı söylenerek] ibnesi kolla kendini..."
futbol, türkiye'nin seksenli yıllardan itibaren bir kitle ve medya toplumuna dönüşmesine paralel olarak, kimi politik ve toplumsal kampanyalarda daha belirgin bir rol üstlenmeye başlayacaktı. arak futbol pop kültür mekanizmaları aracılığıyla fanatize de ediliyordu. yükselen, yükseltilen milliyetçilik dalgası içinde, uluslararası futbol karşılaşmalarında alınacak galibiyetler, kimi zaman "zor günler yaşayan milletimizin acılarını hafifletmekte" kullanılır olacak, kimi zaman da "hainlere vurulan bir darbe ve intikam alma" misyonu üstlenecekti. örneğin 1992 yılında, hibe ettiği silahları türk ordusunun güneydoğu'da yaptığı ve sivilleri de hedef aldığı söylenen operasyonlarda kullanmasına karşı çıkan almanya, o günlerde oynanan galatasaray-eintracht frankfurt karşılaşmasında şu tezahüratla protesto edilecekti: "almanya-pkk omuz omuza/ türkiye koysun iki domuza."
bu dönemde futbol medyası popüler milliyetçi rüzgârın önemli kaynaklarındandı. spor medyası şiddet ve cinsellik içeren sözcüklere dayalı bir milliyetçilik söylemi kuruyordu. maç günleri çıkan gazetelerdeki yorumlarda türk takımlarından rakiplerini "dağıtması, bombalaması, ezmesi, gömmesi, tokatlaması, imha etmesi, oyması ve gebertmesi" istenmekteydi. hatta kimi zaman iş doğrudan hakarete vardırılabiliyordu. 1993 yılında galatasaray'ın manchester united'ı elemesi sonrasında fanatik gazetesinin manşetinde olduğu gibi: "yedin mi türk lokumunu hırbo ingiliz!"
uluslararası futbol maçlarında ortaya çıkan bu eğilim, doksanlı yıllarda devlet güçleriyle pkk arasındaki çatışmaların tırmanması ve "kürt ayrılıkçılığı" ile ilgili tehdit algısının büyümesi ile, giderek ülke içindeki futbol maçlarında da kendisini gösterecekti. tribünlerde "şehitler ölmez, vatan bölünmez" sloganlarının atılması, maçlara bayrakla çıkılması ve 1992 yılından itibaren tüm lig maçlarından önce istiklâl marşı'nın okunmaya başlanması, bu yeni eğilimin göstergeleriydi. erzurumspor başkanı cemal polat'ın bir lig maçında alınan galibiyeti "vatanı ve milleti için canını vermiş şehit polislerimize" armağan etmesi, futbol maçlarına yüklenen misyonun vardığı noktayı gösteriyordu.
doksanlı yıllarda, gündemdeki siyasal gelişmeler futbol karşılaşmalarında doğrudan yansımasını buluyordu. 1999 yılında abdullah öcalan'ın italya'ya sığınması sonrasında italya'ya yönelik körlemesine bir tepkinin yükseldiği günlerde, galatasaray ile juventus arasında oynanan şampiyonlar ligi maçı da bu tepkinin gölgesinde kalmıştı. uefa'nın maçı bir hafta ertelemesi türk basınında "pkk ve apo'yu türkiye'ye karşı koruyan avrupa'nın yeni bir oyunu" olarak değerlendirilmişti. ancak bu olayların geride kalmasıyla, özellikle fatih terim'in teknik direktör olarak fiorentina'ya gitmesi, hakan şükür, emre belözoğlu ve okan buruk gibi futbolcuların da inter'e transfer olmasıyla, italya'ya bakış değişmişti. aynı şekilde 1999 yılında yaşanan depremden sonra başta yunanistan olmak üzere batılı ülkelerden gelen yardımlar ve insani katkı, düşman imgelerinin değişmesine yol açmış, örneğin galatasaray'ın selanik'te depremzedeler yararına paok takımıyla yaptığı maça "dost yunan halkına teşekkür ederiz" pankartıyla çıkması spor medyası tarafından olumlu değerlendirilmişti. aynı dostluk hâlesi, 2002 dünya kupası üçüncülük maçında ev sahibi güney kore'yi mağlup eden türkiye'yi alkışlayan korelilere kondurulacaktı. bu örnekler, futbol medyasının o esnada popüler olana ne kadar kolaylıkla yönetebildiğim, ne denli yüzeysel ve tutarsız olduğunu göstermesi açısından da dikkat çekicidir.
futboldaki milliyetçi akımın tavan yaptığı dönem, galatasaray'ın 2000 yılında uefa kupası'nı almasına giden maçlar dizişiydi. milliyetçi fanatizmin şahikasına vardığı nokta ise, 2000 yılının nisan ayında istanbul'da ingiltere'nin leeds takımıyla oynanacak yan final karşılaşmasının bir gece öncesinde yaşanan olaylar ve bunlara getirilen yorumlardı. sarhoş vaziyette türk bayrağına hakaret ettiği söylenen iki ingiliz taraftann bıçaklanarak öldürülmesi, galatasaray'ın da maçı 2-0 kazanması, star gazetesinde "two size" manşetiyle verilebilmiş; iki golü iki cinayetle eşleyen korkunç bir dil kullanılabilmişti. bu cinayetler üzerine ikinci maçta olağanüstü önlemler alınması ve türkiye'den seyircilere yer ayrılmaması, batı'nın türkiye'ye sürekli haksızlık yaptığı kabulünün işlenmesi için kullanılmıştı. örneğin hürriyet gazetesi, "uefa'yı da leeds'i de" manşeti altında şu değerlendirmeyi yapmaktaydı: "galatasaray, kendisine sahada diş geçiremediği için masada tezgah kuran ingiliz leeds united'i, elland road stadı'nm çok gergin atmosferinde dize getirdi. 3-5 kendim bilmezin taksim'de döktüğü kanı 65 milyon türk'e fatura eden ve cim bom'a karşı ele ele verip psikolojik savaş açan uefa ile leeds'in oyunu tutmadı."
uefa kupası'nda finale yükselmek, yine avrupalılardan öç alma ile "avrupalı olmayı" başarma duygularının yeni bir kokteylini karıştırırken, galatasaray'ın 17 mayıs 2000 tarihinde kopenhag'da oynanan final sonucunda uefa kupası'nı kazanması çılgınca bir coşku ve sevinçle karşılanmıştı.
hürriyet gazetesi, haberi birinci sayfadan adeta yüz yılın özlemine nokta koymuş olmanın mutluluğuyla duyurmaktaydı: "cim bom avrupa'nın aslan kralı". gazete, "işte atam gençliğin" başlıklı haberin spotunda, "gösterdiğin hedefe kararlılıkla yürüyen gençlerin, sana ve milletine, en güzel günde, en büyük armağanı verdi" ifadelerini kullanmıştı.
benzer bir özgüven ve coşku patlaması, 2002 dünya kupası'nda türkiye'nin üçüncülüğü kazanmasıyla yaşanacaktı. bu kez, türkiye ezelî rekabet içinde olduğu avrupa platformu yerine tüm dünyanın gözü önünde başarılı olmuştu. açıkçası beklenmeyen bu basan, yine büyük bir övünçle karşılansa da, karşıdakileri ötekileştirme ve aşağılama noktasında daha ölçülü kalmabilmişti. belki turnuvadaki yedi maçın hepsinin de avrupalı olmayan rakiplere karşı oynanması, belki de daha "pozitif bir kutlama dilinin ağır basmasında etkili olmuştu.
dünya üçüncülüğüyle ilgili yorumlarda türkiye'nin başarısından övgüyle söz edilirken, rakiplere, özellikle de üçüncülük maçının oynandığı ev sahibi güney kore'ye yönelik sıcak dostluk mesajlan içeren ifadelerin kullanılması dikkat çekiciydi. korelilerin gösterdiği bu dostluk, bir zamanlar "bağımsızlıktan için canımız pahasına yardımlarına koştuğumuz" korelilerin vefa gösterisi olarak da yorumlanmıştı. bu vaka islâmcı-muhafazakâr yeni şafak gazetesinde güray soysal'ın kaleminden şu ifadelerle değerlendirilmişti: "milli takımımız, ellerinde türk bayraklarıyla görüntü veren gerçek dost korelilerle dişe diş oynadı."
2000'lerin akışı içinde milli takımın özellikle taraftarlar açısından, kulüp takımlarına nazaran daha "soğukkanlı" bir şekilde desteklenir hale geldiği gözlemini de yapabiliriz. bu durum, milli rekabetin kulüplerarası rekabet formatına uyarlanarak değişim geçirmesinin bir yansımasıdır. türk milli takımı'nın on yıllardır kullandığı göğüs üzerinde ay yıldızlı bantlı formadan vazgeçip, standart formaları kullanmaya başlaması da bu algılama değişikliği bağlamında değerlendirilebilir. nitekim kimi spor yazarları, bu takımı milli takım yapan özelliklerin kaybolduğundan yakınarak klasik ay-yıldızlı formaya dönülmesini talep etmişlerdir.
toparlanarak vurgulanacak nokta, türkiye'de popüler milliyetçi söylemin futbol dünyasına damgasını vurmuş olduğu gerçeğidir. bu, tutarlı ve bütünlüğü olan doktriner bir milliyetçilikten uzak yönlendirmeye açık bir söylemdir. bu milliyetçi söylemin esas "meselesi", hem mücadele edilen bir hasmı hem de ulaşılması gereken bir hedef olarak algılanan avrupa'ya dönük garez-özenme karmaşasıdır.
milliyetçi bir söylemin medya aracılığıyla popülerleşerek futbol gündemine hâkim olduğu bu süreç, tribünleri güncel iç ve dış siyasal gelişmelere karşı daha "duyarlı" (ajite) hâle getirmiş, bu da futbol dünyasının fanatizme savrulmasına katkıda bulunmuştur. bu fanatizm, önceleri yabancılara karşı tezahür etmişse de, çeşitli nedenlere bağlı olarak yeni içerikler kazanabilecektir.
türkiye'de sivil toplum ve milliyetçilik kitabında yer alan, tanıl bora'nın "türkiye'de futbol ve milliyetçilik" başlıklı yazısından;
(...)
tribünlerdeki kendiliğinden ve "banal" milliyetçilik potansiyelinin manipülasyonunda futbol medyasının rolü ihmal edilemez. bugün türkiye'de -büyük gazetelerin okuyucusu çok olan, gayet de hacimli spor sayfalarının yanısıra- iki günlük futbol gazetesi çıkıyor ve bunların günlük toplam satışlarının yaklaşık yarım milyonu buluyor. bu gazetelerin yöneticileri 13 yaşında ilkokul mezunu erkeği ortalama aldıklarını söylüyorlar. fanatik gazetesinin logosunda bir türk bayrağı ve "bu vatan hepimizin" düsturu yer alıyor; buna mukabil ismi ve logosu daha 'masum' görünen fotomaç gazetesinde şovenizm ve maçizmin çok daha belirgin olduğunu söylemeliyiz. futbol medyasının başarı sırrı, puberter-maçist sokak dilini, grotesklikten ve müstechenlikten (obszönität) hiç kaçınmaksızın uyarlamasıdır. bu medya, cinselleştirici bir dil kullanır, izleyen bölümde göreceğimiz gibi şiddet ve cinsel şiddet metaforlarıyla iş görür. ulusal lig düzleminde, oligarşik ("büyük") takımlar bakış açısından rakipleri 'cinsel-nesneleştirme' alışkanlığı vardır. (televizyonların yakşaık beş yıldır en çok izlenen programları arasında yer alan futbol magazinlerinin de bu söylemin 'soft' bir versiyonu olduğunu söyleyebiliriz.) bu medya söylemi, birçok uzman tarafından, türkiye futbol ortamında hooliganizmden daha ciddi bir fanatizm ve şiddet etkeni olarak değerlendiriliyor. hatta haşmet babaoğlu'na göre türkiye'de sosyolojik değil semiyolojik futbol fanatizmi vardır - dilde, işaretler, simgeler, göstergeler düzeyinde kalan, eyleme -en azından söylemin imlediği düzeyde- dökülmeyen bir fanatizm... bu puberter-maçist müstechenlik ve grotesklik, yine aşağıda göreceğimiz gibi, milliyetçi motiflerle eklemlendiğinde doruğa çıkmaktadır. kasım 1988'de galatasaray'a 5-0 yenilen isviçre takımı neuchatel xamax'ın uefa'dan çıkarttığı (daha sonra iptal edilen) hükmen diskalifiye kararı üzerine gazetelerin spor sayfalarında -o zaman özel futbol gazeteleri yoktu- "o.. çocukları", "i..ler" başlığı atmaktan geri durulmaması gibi!
---bu maçla ilgili, adını bilmediğim bir taraftarın güzel bir anısı---
neuchatel maçı, sadece ali sami yen ile ilgili bir anı değil, hayatımın en unutulmaz anıdır. o gün o statta 40 bin kişinin olması nasıl açıklanır ki ?
hayatımın ilk beleş biletiydi. başkan alp yalman'ın yeğeni olan sınıf arkadaşımız ahmet, 5 tane bilet getirmiş. mümkün değil yoksa bilet bulmamız, bulsak bile parayla alabilmemiz... çoğumuz kırıyoruz okulu evden habersiz. her maç olur ama bu maça gitmek yasak. izdiham çok fena olacak belli... sinek gibiyiz, ezerler adamı. polisin de copu meşe odunundan o zaman...
biletler yeni açık tribününden. ahmet bile yeni açık bulabilmiş, öyle bir talep var. alp yalman'a ''ama amca bunlar açık bileti ?'' diyince pis fırça yemiş, ''bunu bulduğuna şükret!'' diye geri alıyormuş biletleri.
sabah 08:30, alaaddin'in dükkanının önünde buluşma... müdür yardımcısı selahattin bey devriye atıyor, elinde kağıt kalem okulu asanları yazıyor kimin umurunda ? hem de fen imtihanı var o gün. sanki ertesi gün ölecekmiş gibiyiz ama...
09:30 civarı stada yaklaşıyoruz. çok geç bile kalmışız, gündüz maçı... biletli olsan da garantisi yok girmenin, trafik kilit. daha şişli'den başlıyor insanlar bilet sormaya. akıl almaz paralar dönüyor, servet teklif ediyorlar... birbirimize bakıyoruz, şeytan aklımızda. gülüyoruz hepimiz hınzır, hınzır... bileti satsam o gitarı alırım, dersler bomb*k, pederden hayır yok... karın tokluğuna okuyoruz. bu parayı ancak ''büyüyünce'' görürüm bir arada. herkes benzer şeyleri düşünüyor: büyük para...
stada ve uğultuya yaklaştıkça şeytan uzaklaşıyor, kabeye geldik. şeytan kaçtı, taşladık onu. konuyu bir daha hiç açmıyoruz, şimdi içeri girmek lazım... mahşeri kalabalık, kapılar açılmış ama ''yüklen yüklen!'' goygoyundan sıra ilerlemiyor. bir sıra bilet gişesinde, bir sıra stada girişte... sıralar birbirine karışmış. bilet gişesinin önünde kavga, dövüş... isyan ediyor millet. gişe açıldığı gibi kapanmış, bilet yok. nasıl olur! polis cop çekiyor ama saldırmıyor. en az 50 bin kişi dışarıda. işler karışırsa başa çıkmaları mümkün değil.
2 saat sonra ilerlemeye başlıyoruz. biletsizler çıkmaya başlıyor sıradan, orada bulmak mümkün değil belli ki... yaşımızın avantajını kullanıyoruz, kaynaya kaynaya yaklaşıyoruz girişe. kolluyorlar da bizi... sonunda içerideyiz. numaralı tarafından giriyoruz. stad üzüm salkımı, stad yıkılıyor! hemen yukarı, en tepeye, aradan, aradan... bir taraftan yolu, dışarıyı da izlemek istiyoruz, maça daha var. karnımız aç, kahvaltı etmemişiz. pide, ayran bakınıyoruz. keşke en yukarı çıkmasaydık, aşağıda girişte dolanıyor pideci... isteyenlere yukarı gönderiyor. pideler, ayranlar havada uçuşuyor... yukarı çıkması mümkün değil artık. sesimizi duyuramıyoruz. aradan yüzünü görebiliriyorum. bitiyor pideler, ayran da yok...
çok pis açız. ahmet zulayı patlatıyor, toblerone getirmiş, kocaman. ''nerden buldun lan bunu?'' babası getirmiş amerika'dan gelirken. ahmet biraz ukala gelirdi, kızardım. meğer en iyi arkadaşımmış, farkında değilmişim. boş midelerimiz toblerone'la bayram ediyor. çikolata güzel tuttu mideyi, oh! bir de içecek bir şey bulabilseydik... tuvalete de gitmek mümkün değil.
aniden bir uğultu kopuyor, bütün stad bağırıyor! 5, 5, 5, 5, 5!!! biz de bilmeden bağırıyoruz, neuchatelliler ısınmaya çıkmış biraz sonra farkediyoruz. 40 bin kişi elleriyle 5 işareti yapıp boğazını yırtıyor. mustafa denizli 5 tane atacağız demişti zira, dalga geçmişti isviçreliler... biliyoruz! günlerdir hazırlanıyoruz buna! göstereceğiz onlara! şimdi hiç dalga geçer gibi değiller. hepsinin gözü tribünlerde, kuzu gibiler şimdi. zaman çabuk geçiyor. maç saati geldi ama sesimiz kısılmış. yine açlık ve yorgunluk... adamlar ısınmaya çıktığından beri tüm stad bağırıyor.
takımlar çıktı. bütün statta aynı tezarühat yine: 5, 5, 5, 5, 5!!! tanju'da gözüm... atacağına dair hayatım üstüne bahse girerim ama kaç tane atacak acaba? nasıl yürüyor acaba ? iyidir inşallah, keyfi yerindedir. işte başladı! bir gol yersek her şey biter. top rakipteyken ıslık ve uğultudan kulaklarım acıyor. gol oluyor karşı kalede. uğur bu sakallarından tanıdım! kendimizi bırakıyoruz insan seline... ayağa kalkamıyorum, suda yüzüyorum sanki! kendime geldiğimde tribünün ortasına inmişim. çocuklar yok, yukarı çıkmam mümkün değil. aramanın da zamanı değil. susmuyoruz! 5, 5, 5, 5, 5!!!
devre bitiyor. gol yok. soyunma odasına gidiyorlar. gol yemedik güzel. tanjuyla göz göze geliyorum, tamam diyor bana başıyla. eminim, bana dedi! daha 4 gol var.tanju atacak ama biliyorum. prekazi'de bir frikik atacaktır. yukarı çıkmam mümkün değil. yeni yerime alışmaya çalışıyorum. burada pide buldum hem de, çok şükür!
devre başlıyor. ikinci golu göremiyorum, önüm kapalı... boşver, tanju sözünü tutmuş! yer değiştirmişim yine. en allttaki demirlerdeyim. bileğim sızlıyor. o an farkında değilim, iki gün basamayacağım ayağımın üstüne! bir tane atarsak uzatmaya gidecek ama stad inliyor! 5, 5, 5, 5, 5!!! kimse bir tane istemiyor... bekliyoruz, üç geliyor. bu sefer çok net görüyorum, uğurum benim! tüm tribün üzerime yıkılıyor. demirlere sarıldım, eziliyorum! umurumda değil, delirdik artık! 5, 5, 5, 5, 5!!! neuchatelliler bitti! allahım gol yememeliyiz! yanımdaki adam ağlamaya başladı, açtı ellerini dua ediyor. top daha çok eski açık tarafında... adamlar pis geliyor, maçı bırakmadılar.
kontratak oynuyoruz artık. iş zorlaştı derken, tanju uzak köşeye koyuyor plaseyi... ayağını topun altına koyarken anlıyorum oraya atacağını. hayatımda gördüğüm en güzel gol! gömleğimi parçalıyorum. delirdik! yine üstümde bütün tribün! yer değiştirmeliyim, bir gol daha olursa aşağıya atlamak zorunda kalabilirim. aşağıya bakıyorum, çok yüksek, atlayamam. yer de değiştiremiyorum. adımımı sokabileceğim bir boşluk yok, dayanmalıyım!
yine inletiyoruz 5, 5, 5, 5, 5!!! tanju koyuyor beşi! bir elimle demirlere sarılıyorum, bir elimle yanımdakinin boynuna... onun da sadece bir eli boşta. herkes gülüyor, ağlıyor. toplu bir cinnet hali var! artık bağırmıyoruz, zikir başladı sanki! elimizle göstererek 5, 5, 5, 5, 5!!!
haydi bitir ulan artık! bir neuchatelli yerde, saha karıştı bir şeyler oluyor... bizim yedek kulübesi sahaya daldı, bitirmiş işte bitti, bitti! beş oldu lan işte beeş!!!
stattan çıkmıyoruz. hepsi omzularda aslanların! tribünleri dolaşıyorlar, çıkmak yok! içerideyiz, daha kutlama var. o gün orada yatalım. hatta o gün orada öleyim! dünyanın en mutlu insanı olarak, cennetteyim!
yıllar sonra o günü düşününce, çok sık tekrarladığım bir şey... ölmek istediğim tek yer...
neuchatel xamax: joel corminboeuf, daniel fasel, heinz lüdi, roland widmer, robert lei-ravello, philippe perret (dk. 85 adrian kunz), heinz hermann, carsten nielsen (dk. 46 frederic chassot), admir smajic, michel decastel, robert lüthi
ali sami yen ile anıların hangisinden başlasam... küçük bir çocukken stadın açılışında kale arkası tribünlerinde çıkan panikte polisler sayesinde ölümden kurtulmam bir başlangıçtır benim için. film şeridi geçiyor gözümün önünden, neuchatel maçında kalıyorum. o maçta mustafa denizli cezalı olduğu için onun yanında, tellerin arkasında maçı izliyordum. g.saray 4-0’ı yakalamıştı. sami yen’in tümü şokta. bir tek denizli hariç. o dakikalarda bir gol yense g.saray elenecek. basın tribününde oturan togay bayatlı beni yanına çağırdı. “oğlum mustafa hocaya söyle defans yapsın. 4-0 yetiyor.” dedi, tabi ki “abi kendin söyle” diyemedim. “ciddi misin” dedim, “ciddiyim” dedi. mecburen gittim. hocanın omzuna dokundum. döndü. “ne varrr” diye bağırdı. “hocam takımı savunmaya çekecekmişsin. vallahi togay abi söyledi. ben elçiyim” dedim. o anda togay abi yanında olsa neler olurdu bilemiyorum. ben de arada kalabilir, telef olabilirdim. togay abi tribünde eliyle “geri geri savunmaya” diye bağırıyordu. mustafa hocanın neler söylediğini tabi ki buradan yazamam. hoca yine bildiğini oynattı. ve galatasaray 5. golü attı. ama o andaki yüz ifadesi bugün bile hala aklımda.
abdurrahim albayrak: gole sevinirken az daha arkadaşımı boğuyordum
09 mayıs 2015 cumartesi 10:56
galatasaray başkan yardımcısı abdurrahim albayrak, yıllar önce 5-0 sona eren neuchatel xamax maçında yaşadığı anısını anlattı. albayrak, az daha arkadaşını öldürüyormuş.
abdurrahim albayrak: gole sevinirken az daha arkadaşımı boğuyordum galatasaray başkan yardımcısı abdurrahim albayrak, cnn türk'te yayınlanan hakan çelik'le hafta sonu keyfi programına katılırken eski bir anısını anlattı. albayrak, yıllar önce 5-0 sona eren neuchatel xamax maçında yaşadığı anısını anlatırken az daha arkadaşını öldürüyormuş.
"az daha adamı boğacaktım"
galatasaray'ın attığı gollerden sonra tribünde çılgınlar gibi sevinen ve kendisini kaybeden albayrak, 1998 yılında ali sami yen stadı'nda oynanan ve 5-0 sona eren neuchatel xamax maçında yaşadığı bir anısını anlattı. çok yakın bir arkadaşıyla tribündeki yerini aldığını ifade eden albayrak, "ben kendime yer buldum ancak islam şeker adında bir arkadaşım ayakta kalmıştı. ben de onu önüme oturttum. kısa boylu bir arkadaşımdı. galatasaray, 3.golü attıktan sonra ben öyle bir sevinmişim ki; farkında olmadan önümde oturan arkadaşımın boğazını sıkmışım. adam nefessiz kalmıştı, dili dışarı çıkmıştı ve mosmor olmuştu. tabi ben sonradan farkına vardım. az daha adamı öldürecektik" derken programın moderatörü hakan çelik'le birlikte gülme krizine girdi.
çağ atlatmak ali murat hamarat 10.11.2015 09.58 | birgun.net
türk futbol tarihinin en unutulmaz günlerinden biri olsa gerek 9 kasım 1988. galatasaray’ın neuchatel xamax karşısında ali sami yen’de verdiği resital, sarı-kırmızılıların avrupa’da ayak seslerinin duyulmasına neden olmuştu. aslan 3-0’ın rövanşında öyle bir kükremişti ki sesi yaşlı kıta’da kulakları sağır etmişti.
1956’da yenilmez armada macaristan’ı mithatpaşa’da çimlere gömen milli takım, 1968’de ingiliz şampiyonu manchester city’yi eleyen fenerbahçe, 1985’te bordeaux’yu deviren yine fenerbahçe... 27 yıl önceki maça kadar meşin yuvarlağın vakanüvislerinin tuttuğu destan notları onları yazıyordu.
isviçre’de ilk maçı 3-0 kazanan neuchatel, istanbul’a halı bakmaya gelmişti. kimileri yelkenleri suya indirse de sarı-kırmızılıların hocası turdan emindi. öğrencileri ikinci yarıda çözülmüş, erhan önal pilav yiyince, cimbom üç yemişti.
mecidiyeköy’ün nüfusunun bir milyonu geçtiği iddia edilen günlerden birinde mücadele saat 13.30’da başlıyordu. stad dolsun diye naklen yayın yoktu, radyoları başında yerini alanlar da çoktu. ali sami yen hınca hınç dolmuştu. hocalarını ciddiye alan taraftar çeyrek final vizesi alınacağına inanıyordu.
serviste radyoyu açmıştı fenerbahçeli mustafa abi. uğur fileleri bulduğunda gol diye bağırmış, bizleri şaşırtmıştı. avrupa maçlarının milli dava olarak görüldüğü, milletin tek yürek olduğu günlerdi. tam eve girerken, dışarı atılan bir radyoyu gördüğümde ‘yedik’ demiş, umutsuzca anahtarımı çıkarmıştım cebimden.
yine de bir umut davranmıştım bizim emektara. bir de ne duyayım; tanju atmış, fark iki olmuştu. sonrası malumunuz... uğur’un sonradan izleyebildiğimiz golünde kameranın çektiği bir yumruk ve o yumruğun kendisine ait olduğunu iddia eden binlerce kişi... tanju’nun topa çizdirdiği yayla dördü gösteren tabela; uğur’un getirip kral’ın isviçrelilerin fişini çektiği anda kendisini kaybeden levent özçelik’in sesi...
türk futbol tarihinin miladıdır 9 kasım 1988. “yenildik ama ezilmedik” dönemi biterken, uefa kupası, süper kupa, dünya kupası’nda üçüncülük, avrupa’da da yarı finalle taçlanacak yeni bir çağ başlamıştı.
işte o destanın mimarı, ertesi gün 39. yaş gününü kutlamıştı. düşününce bu satırların yazarı bugün yaşıtı...
yıllarını geçirdiği arkadaşı hıncal uluç’a ithafen söylediği “içimizdeki irlandalılar”ı da yine bir kasım gününde icat etmişti. bu ayda sadece futbol tarihimizi değiştirmemiş, siyaset tartışmalarında bile kullanılan bir sözü literatürümüze sokmayı başarmıştı.
kariyerinde almanya ve iran’da da takım çalıştıran mustafa denizli bugün 66. yaşını kutluyor. hal böyle olunca da ali ece’nin onun için yazdığı o unutulmaz satırlar düşüyor. müsaadenizle altay’ın efsane kaptanı “büyük mustafa”ya böyle veda edeyim...
“o izmir isimli dünya güzeli kızın ilk göz ağrısı mustafa denizli… o her daim nazlı nazlı esen kordon rüzgârının umut dolu bulutlara savurduğu devasa futbol bayrağı. ne kadar kızarsa kızsın hep o körfez güneşi gibi gülümseyen çakmak çakmak gözleri, dibe vurduğunda bile asla kaybolmayan kendine güveni ve anlı şanlı bir geçmişle tedirgin bir gelecek arasında hiç yıkılmayacak kadar sağlam köprüler inşa eden sesiyle izmir’in ta kendisi gibiydi mustafa denizli…”