8 gol yiyerek tarihe geçen kaleci "kova" yaşarın anıları;
aslında ingiltere ile 1984 yilinda oynayacagimiz o maça kadar inanin 1 ay sürekli yan top çalistik. ancak o gün yedigimiz 8 golden 3'ü yan toptandi.adamlarin nasil gol atacagini biliyor ama çaresini bulamiyorduk.hayatimda oynadigim en tuhaf maçti.düsünün sahada 22 kisi var ve 20 tanesi bana bakiyordu.çünkü maç hep benim kalemin önünde oynandi.
top sanki duvara çarpiyordu bana geri geliyordu.maçtaki tek sutumuzu erdal keser atmisti. belki bin maç yapsak 8 olmazdi. ama oldu.40'inci dakikada beni çikarin diye bagirdim. hoca baska alana degisiklik yapti ben sahada kaldim 8 golü de ben yedim.maç sonu trt spikeri geldi 'ne hissediyorsun'dedi. adamin suratina baktim 'ne hissedeyim ki' dedim..
ingiltere'den 8 yediğimiz iki maç var, o maçın bir çok anısını biliyoruz da hiç anlatılmamışları var mı?
rıdvan:o dönem bizim teknik direktörümüz rahmetli candan tarhan. inönü stadında 8 yediğimiz ingiltere maçına çıkacağız topladı bizi etrafına, bakın köşe atışlarına dikkat edin, adamlar ön direkte topu aşırıp, arkadan kafa vururlar dedi, bir baktım, bizim takımın en uzunu benim, sonra arap ismail, ilyas falan geliyor, boy ortalaması 1,65-1.70, adamların en kısası 1.85, candan hocanın ön direkten aşırır dediği adamın boyu 1.90, kafayı vurur dediğinin boyu da 2 metre. nitekim öyle oldu, aşırdılar, maşırdılar, 8 tane atıp, gittiler tam 9 kez santra yapmıştım, 8i yediğimiz gollerden, biri de ikinci yarıya başlarken.
bizim en malzemeli milli maçlarımız ingiltere’ye 8-0 yenildiğimiz maçlardı, orada yaşar falan iyi şov yapmıştı, ben oynamayadım o maçların ikisinde de, iyi ki de sakatmışım, hatta birinin öncesinde sarıyer maçında erdal keser, sakatlamıştı beni, hastanedeydim, maçı da hastanede izlemiştim, baktım bizimkiler paso gol yiyor, maç oldu 8, ‘ulan arif ne ballı adamsın, sakat olmasan sen de orada madara olacaktın’ demiştim.
ilk basımı 1996 olan simon kuper'in "futbol asla sadece futbol değildir" kitabından;
bu kitap için 1992'de dünya turu yapmayı planladığımda türkiye'ye gitmek aklıma bile gelmemişti galiba. gençlerin avrupa'da bir ay yaklaşık 250 dolara dolaşmasını sağlayan bir interrail tren bileti almıştım, istanbul güzergâhımın çok dışında kalıyordu. pek de üzülmüyordum bu duruma: türkiye zaten futbolda iyi değildi. türkiye'de nasıl iyi bir öykü çıkarabileceğim konusunda en ufak bir fikrim yoktu. bütün bildiğim, her zamanki basmakalıp görüşlerdi: kızgın güneş, kızgın taraftarlar. kimin umurundaydı?
ancak 2000'in eylül ayında ilk kez geldim türkiye'ye, türkiye'nin dünya kupası eleme grubundaki isveç maçını yazmak üzere bir japon dergisi tarafından gönderilmiştim. 2003'ün mart ayında, ingiltere-türkiye maçının hemen öncesinde türk gazetecileri, oyuncuları ve elimden geldiğince çok kişiyle röportaj yapmak üzere yeniden geldim. her iki ziyaretimde de 1992'dekinden daha güzel, daha hoş vakit geçirdim.
ınternet icat edildiğine göre türkiye'de birtakım insanlar bulup gelmeden onlarla randevulaşabilirdim. dilini konuşmadığım bir ülkeye gelip, elimde bir kâğıt parçasına kargacık burgacık yazılmış birkaç eski telefon numarasıyla sekreterlere estonya dilinde (ya da ukrayna, ya da portekiz ya da hangi ülkeyse o ülkenin dilinde) bay talanca'nın hiç tanışmadığı bir 'ingiliz gazeteciyi' kabul edip etmeyeceğini, bay falancamın hâlâ o adreste bulunup bulunmadığını ve aslında yaşayıp yaşamadığını sormakgibi eski bir yönlemden daha üstündü kuşkusuz bu veni yöntem.
türk lirasının aşağı kayması bir başka nimetti benim için. 1992'den beri sefaletten kurtulmuştum (japon dergilerinden allah razı olsun), istanbul ise durmadan ucuzluyordu. otobüslerin kalkış saatlerini arayarak vaktinizin yarısını harcamak zorunda olmayınca bir kitap için araştırma yapmak çok daha kolay. taksilere binebiliyordum, günde dört öğün tıka basa yemek yiyerek moralimi de adamakıllı yükseltiyordum. böyle yolculuk yapmak neredeyse haksızlık gibi geliyordu bana.
on yıl içinde korkaklığını da biraz azalmıştı. bu kez o kadar cesurdum ki türk milli takımı menejeri can çobanoglu'nu cep telefonundan arayıp ondan almanca konuşan oyuncularla görüşme ayarlamasını istedim. (kendimi kitap yazdığını ileri süren dilenci kılıklı bir öğrenci gibi tanıtmak yerine, times gazetesinde çalıştığımı söyleyebilmek yararlı oldu.)
bu yaklaşımım sayesinde ümit davala ve tayfun korkutla röportaj ayarlandı. tayfun bana iki saat ayırdı, almanca yerine ingilizce konuşmak için yalvardı (reddettim), hattâ çayımızı oteldeki hesabına yazdırmak konusunda ısrar etti (umarım türkiye futbol federasyonu kızmaz buna). tayfun'a minnettarım.
yeni bir yeri gezen karacahilin yapması gereken ilk şey kendini önyargılardan kurtarmaktır. istanbul'da ben birkaçından hemencecik sıyrıldım. birincisi, basının -yıllar önce manchesıer united'ı karşılarken açılan pankarta gönderme yaparak- bu kenti sürekli 'cehennem' olarak tanımladığı bir ülkeden gelmiştim. mavi boğaziçi'ne ve milyonlarca neşeli ıstanbullu'ya bakarak bir tepede otururken istanbul'u cehenneme benzetenlerin ikisine de gitmediği açıkça anlaşıldı.
ikincisi, türklerin futbolla yaşayıp futbolla öldüğünü duymuştum. ama bir son dakika golüyle isveç karşısında uğradıkları yenilginin 2002 dünya kupası'ndakı yerlerini tehlikeye sokmasından sonra (tarih ne kadar da değişik olabiliyor) yanı maçın ertesi günü istanbul'da dolaşmaya çıktım ve herkesin her zamanki gibi neşeli olduğunu gördüm.
2003'ün mart sonunda türkiye'ye tekrar geldiğimde savaş falan da yoktu. türkler için bu durum apaçık, ama binlerce kilometre öteden bakan biz avrupalılar için istanbul bağdat'a komşu neredeyse, istanbul'dayken bir gün, real madrid'in pazarlama müdürü jose angel sanchez'e telefon ettim, öyle bir zamanda istanbul'da oluşuma hayret etmişti. dahası, bir pazar öğleden sonrası ırak'ta ağır çarpışmalar sürerken istanbul'da bir gazetenin bürosunu ziyarete gittiğimde herkesin televizyondan gaziantepspor-beşiktaş maçını seyrettiğini gördüm.
türkler savaşta olmadığı gibi, kızgın insanlar da değillerdi, hattâ kızgın güneş de yoktu. doğrusunu isterseniz mart sonunda kar yağıyordu. kulağa sıradan gelebilir ama bu benim istanbul'u yepyeni bir gözle, önyargılardan kurtulmuş olarak görmeme yardımcı oldu. bir arkadaşımın dediği gibi, bir ülkeyi görmeye gittiğinizde işin püf noktası zihninizin stereotiplerle değil bilgilerle dolu olması. bu olanaksız ama deneyebilirsiniz.
tamam, stereotiplerden kurtuldum, istanbul'un bir üçüncü dünya kenti olduğuna karar verdim. üçüncü dünya'nın ana özelliklerden birkaçı istanbul'da da vardı: sokakta bir sürü insan sizinle konuşmaya çabalıyor ('nereden geldin ahbap?'); güzel eski bir kentin üzerine çirkin bir modern kent kurulmuş; küçük bir seçkinler tabakası güzel aydınlık ofislerde çalışıyor ve yabancı dil biliyor ve nüfus da günden güne artıyor. 1950'de (beşiktaş'ın sahasının kentteki tek futbol stadı olduğu dönemde) istanbulluların sayısı belki bir milyonken bugün yaklaşık 9,5 milyona yükselmiş. bu durum istanbul'un avrupa dakı herhangi bir yerden çok bombay ya da mexico city ye benzemesine yol açıyor. kent 'avrupa' kentlerinden sıluetiyle (minareler) ve gece atmosferiyle de (burada daha az sarhoş var) farklı. ama herkes bana çok iyi davrandı. herhangi bir uygarlık çatışması hissetmedim.
bu durum şu önemli soruya/soruna yol açıyor. avrupa birliği'nin yeni anayasasının mimarı giscard d'estaing, türkiye'nin 'bir avrupa ülkesi olmadığını' ve ab ye alınmaması gerektiğini söyledi. ülkenin müslüman nüfusuna, yüksek doğum oranına göndermede bulundu, türkiye'nin 'farklı bir kültür, farklı bir yaklaşım, farklı bir yaşam biçimi' olduğunu belirtti.
türkler'in çoğu avrupa ya katılmak istiyor. bu kuşağın türkler'e ilişkin en büyük siyasal sorunu bu galiba (galatasaray'ın uefa kupası'nı kazanması bir metafordu). futbolsa bu sorunu irdelemek için en uygun ortam, çünkü futbol türkiye'nin avrupalılaştıgı tek alan. spor baskı noktası, türk 'kültürü' (o her ne ise) ile avrupa'nın buluştuğu nokta. ülkenin olası geleceği konusunda işte o noktada fikir edinebilirsiniz.
türkiye'nin avrupa tarzı futbol oynamaya nasıl başladığı türkler'in iyi bildiği bir öykü. beşiktaş'ın boğaz kıyısındaki stadına tepeden bakan bir yerde, hilton otelinin barında o öyküyü baştan sona ilk kez, iktisatçı ve futbol yazarı deniz gökçe'den dinlemiştim ben. her şey 20 haziran 1984'te, paris'te oynanan batı almanya-ispanya maçının doksanıncı dakikasında, büyük ispanyol savunma oyuncusu antonıo maceda'nın, oyunun tek golünü kafa vuruşuyla kaydedip almanlar'ı avrupa şampiyonasının dışında bırakmasıyla başlamış. almanya'nın çalıştırıcısı jupp derwall, kovulmuş. aynı yıl galatasaray'a gelmiş. o dönemde ortalama türk futbolcusu, bencil, bastıbacak bir top sürücsüymüş. 1984'ün kasım ayında türkiye kendi evinde ingiltere'ye 8-0 yenilmiş. "türkiye'yi tutardım. berabere kalınca sevinirdik." tayfun çocukluğunu böyle hatırlıyor. o yıllarda futbol tutkunları ulusal takım yokmuş gibi davranırmış, kulüpleri izlerlermiş onun yerine.
derwall, daha iyi beslendikleri için daha yapılı ve almanlar gibi yetiştirilmiş almanya doğumlu türkleri takıma almaya başlamış. ne yazık ki, türk futbolcuların padişahlar gibi yaşadığı harem hayatına maruz kalınca onlar da işe yaramaz olmuş. ama yine de bir başlangıçmış bu. derwall, oyunculara çimlerde antrenman yaptırmak gibi yeni bir düşünceyi uygulamaya koymuş. o ve öbür alman çalıştırıcılar (ve beşiktaş'ta da ingiliz gordon milne) futbolcuları gerçekten çalıştırmayı başarmış. türk televizyonu yabancı maçları yayınlamaya, izleyicileri pas kavramıyla tanıştırmaya başlamış. euro 96'ya katılan türkiye, ne gol atabildiği ne de puan alabildiği halde oldukça başarılı sayılmış. öykünün geri kalanını herkes biliyor.
türkiye'nin vasat bir futbol takımı varken bugün avrupa'nın en iyi takımlarından birine sahip olması ve aynı zamanda da orta ölçekli bir avrupa ülkesiyken kıtanın nüfus açısından üçüncü ulusu haline gelmesi bir rastlantı değil. türkiye'nin nüfusu 1945'te 19 milyonken 1973'te iki katına çıkmış, günümüzdeyse 68 milyona ulaşmış. avrupa'da yalnızca rusya ve almanya daha kalabalık. türkiye büyürken avrupa ülkelerinin çoğunda nüfus azalıyor. avrupa'dakilere birkaç milyon türk ekleyin, hem de genç olsun, ülke futbol potansiyeli açısından almanya'ya bile rakip çıkar.
kısacası, küreselleşme ve nüfus patlaması türk futbolunu kurtardı. türkler sonunda iyi futbol oynamanın yalnızca bir yolu olduğunu kabullendiler: brezilyalıların hünerini, italyanların savunmasını. almanların çalışma ahlakını, hollandalılar'ın hareket yeteneğini birleştirmek. futbol, ulusal üslupların işe yaramadığı bir endüstri. butun farklı öğelere sahip olmanız gerekiyor. ben bu kitabı yazarken bora milutmovic santa barbara'da bana şunu söylemişti: "en iyi futbol her yerde aynıdır." bugün iyi futbol seyretme şansınızın en yüksek olduğu yerler batı avrupa ve brezilya, iyi futbol öğrenmenin tek yolu da bu bölgelerden birinde kalmak (şaşmaz biçimde batı avrupa'da, çünkü brezilya'nın real'i türk lirası gibi). en azından futbolda türkiye avrupalı oldu.
aslında avrupa'dakı hiçbir ulusal takımda, bir başka avrupa ülkesinde yetişmiş bu kadar çok oyuncu yok. türkiye 30 ekim 1961'de batı almanya'yla, alman ekonomi mucizesine katkıda bulunmaları için binlerce 'misafir türk işçisi' gönderilmesine ilişkin bir antlaşma imzaladı, işçilerin eninde sonunda türkiye'ye geri döneceği düşünülüyordu. ama hiç dönmediler. kadınlar da almanya'ya gitti, aile kurup yerleştiler. bugün almanya'da iki milyon türk yaşıyor.
"almanya'daki birçok türk, vatanına özel bir bağla bağlıdır çünkü özlerler türkiye'yi" dedi bana tayfun, kulağa herhangi bir stuttgart'lı genç konuşuyormuş gibi gelen schwaben aksanlı almancasıyla. türk takımının ingiltere'ye uçmadan önce kaldığı otelin barında konuşuyorduk. içerisi loştu, bir şarkıcı, modası geçmeyen şarkılardan söylüyordu, neredeyse geceyarısına kadar konuştuk, bu sırada ona bir merhaba demek için durmadan yanımıza gelip giden oluyordu. garsonlardan biri fenerbahçe'ye ne zaman döneceğim sorunca, tayfun kibarca yanıt verdi ama sonra bana dönüp şöyle dedi: "işte tam türkler'e özgü bir davranış, meşgulken insanı rahatsız ederler.
"annem temizliğe giderdi, babam da işçiydi. tipik bir işçi ailesi işte. bu insanlar hep geri dönmek istediler ama babam hiç dönmedi, ailem türkiye ye hiç dönmez artık, ama ülkem için oynadığımı görmek onlara gurur veriyor."
almanya'dan gelen türkler takım arkadaşlarından farklı mı? "sorun oluyor" dedi tayfun. "bazan sofrada üçümüz dördümüz almanca konuşuyoruz çünkü esas dilimiz almanca. bazı şeyler var ki 'hah işte onlar almanya'dan' dedirtebilir sana. başlangıçta türkçemız o kadar iyi değildi, hem bazan birbirimizi daha iyi anlıyoruz çünkü aynı şekilde yetişmişiz. birkaç yıl öncesine kadar alman kültürünü türk kültüründen daha iyi biliyordum. ancak fenerbahçe'de beş yıl oynayınca tanıdım kendi ülkemi. ama artık o sorun yok. oyuncuların çoğu türkiye'de de oynuyor, almanya'dan gelenler de öyle. elbette burada çok şey öğrendik."
işin tuhaf yanı, o mükemmel oyunculardan yalnızca yıldıray baştürk almanya'da başarılı oldu. tayfun şunu anlattı: "alman kulüpleri, alman çalıştırıcılar, türkleri topla oynama açısından çok yetenekli ama disiplinsiz buluyordu. bu ırkçılık değildi, türk futbolculara karşı bir önyargıydı yalnızca. belki de önyargı haklı çıkıyordu çünkü birçok genç türk oyuncu, zaman zaman özel yaşamlarındaki sorunlar yüzünden, a takımlarına sıçrama yapamıyordu, almanya'daki ikinci kuşak türkler (benim de içinde bulunduğum kuşak) sorunlar yaşıyordu, çünkü birçok genç almanya'daki kültüre uyum sağlayamamıştı."
batı avrupa'nın her yerinde türkler'in ikinci kuşak sorunu var. ben hollanda'da büyüdüm, türk kökenli yaklaşık 300.000 kişi yaşıyor orada, ama hemen hemen hiçbiri hollanda futbolunda iz bırakmadı. ahmet keloğlu, mustafa yücedağ, fuat ve suat ustanın kısa ve parıltısız futbol yaşamları oldu hollanda'da. yalnız bugünlerde, roda kerkrade'nin genç savunma oyuncusu fatih sonkaya biraz daha çok umut veriyor. oysa, batı hint adalarından gelenler hollanda nüfusunda hemen hemen türklerle aynı orana sahip ve aralarından gullit, rıjkaard, seedorf, kluivert, davids vb. vb. çıktı!
1950lerde çocukken münih'te yaşamış olan deniz gökçe, bana şunları söyledi: "ikinci kuşak için hayat zor. çoğu işsiz, tren istasyonlarının çevresinde geçiliyorlar zamanlarını." görünüşe bakılırsa, göçmenlerin ilk kuşağı kendilerini ayrımcılık, düşük ücretler ve zor yaşamlar beklediğini düşünüyordu, oysa ikinci kuşak kendilerini göç edilen ülkeye ait hissediyor ve kabul görmeyi talep ediyor. yeniyetmelige eriştiklerinde kendilerine de yabancı gözüyle bakıldığını keşfedince öfkeleniyorlar. hannover üniversitesinden bir sosyologun araştırmasına göre yerel amatör maçlarda çıkan kavgaların inanılmayacak kadar büyük bir bölümü, bir türk' takımı alman takımıyla karşılaştığında yaşanıyor. türkler hakemin kendilerine karşı olduğunu, maruz kaldıkları ırkçı tutumun görmezden gelindiğini düşünüyor. ben paris'te hemen hemen diplomatlar ligi. denebilecek bir ligde, irlanda' adlı bir takımda oynuyorum. italya, kamerun, isviçre, fas gibi takımlarla karşılaşma yapıyoruz; en zor, en sevimsiz bulunan takım türkiye. herkes onlarla oynamaktan nefret ediyor.
tayfun konuşurken öyle çok el kol hareketi yaptı ki çaydanlığa çarptı sonunda: "ama ben almanya'da 21 yıl yaşadım. ne ırkçılık ne de başka bir konuda almanya hakkında olumsuz bir şey söyleyemem. almanya'da yaşamak bana çok şey kazandırdı. farklı yetiştirildik, genç takımda değişik antrenmanlar yaptık, belki de buradaki oyunculardan farklı özelliklerimiz var, disiplin ve irade gibi." sağ kanatta güçlü bir şekilde bindirme yapan ümit davala, herhangi hır alman futbolcu olabilirdi pekâlâ, ki zaten öyle.
"almancı" oyuncuların türk takımını zenginleştirdiği tartışılmaz bir gerçek. türkiye'nin dinci oyuncularıyla laik oyuncuları arasındaki sözümona kavgalara karşın, "almancılarla" türkler arasındaki sözümona ayrıma karşın, türkiye'nin şimdiye dek gördüğü en iyi futbolu oynayacak kadar iyi anlaşıyorlar birbirleriyle. iyi bir takım oluşturmak için ruh ikizi falan olmak gerekmiyor. kültür o kadar da önemli değil. size gereken tek şey karşılıklı saygı. bunun varlığının kanıtı da sahada görülüyor.
ne olursa olsun, ulusal takımdaki "türk" türk oyuncular bile yıllar geçtikçe bir açıdan avrupalı oldular. birçoğu galatasaray'da avrupalılarla birlikte ve avrupalılar'a karşı oynadı. bugün ulusal takım oyuncularının büyük bölümü yurtdışında oynuyor.
türk futbolu avrupalı oldu çünkü kilit noktasında duran birkaç kişi avrupalı. hem sahada hem saha dışında ispanyollara ya da almanlar'a özgü tarzlar benimsenmiş. bu demektir ki türk futbolu yüzde yüz türk değil. tayfun a futbolu bırakınca nerede yaşamak istediğini sorduğumda şöyle yanıt verdi: "büyük bir sorun bu. bilmiyorum. anayurdum neresi bilmiyorum. türkiye mi? almanya mı? şimdi de ispanya'da kendimi çok iyi hissediyorum. eşimin nereli olduğuna bağlı çoğu şey. örneğin o yüzden ev almadım daha."
tayfun kısmen türk, kısmen alman, kısmen de dünya vatandaşı. türkiye avrupa'ya özgü bir itiş gücünden yararlanmak istiyorsa onun gibi türkleri kabul etmek zorunda kalacak. bütün batı avrupa ulusları dünya vatandaşlarını kabul ediyor. onlar yaşadıkları ülkeye yarar sağlıyor, çünkü başka yerlerdeki en iyi uygulamaları biliyorlar ve bu bilgiyi yayıyorlar. türkiye, böyle türkler'e gereksinim duyuyor.
türk futbolundan alınma bir metafor çok açık: avrupa'nın etkilerine maruz kalmak her şeyi değiştiriyor. nasıl ispanya, portekiz ya da yunanistan ab'ye katılmaları sayesinde son otuz yılda birer avrupa demokrasisi haline geldiyse, türk futbolu da uefa'da oynaması sayesinde avrupalı oldu. belki türkiye'nin 'farklı bir kültürü, farklı bir yaklaşımı, farklı bir yaşam biçimi' var ama futboldan çıkarılacak ders bunların değişebileceğidir. kültürler sonsuza dek ve değişmeden gitmez. değişime itilirlerse değişebilirler.
türkiye'nin geleceği için futbol bir metaforsa, giscard d'estaing'in vardığı sonuç yanlış demektir. 'türkler' 'avrupalılarla' çalışabilir. bir ülkeye ona çok yakın bir model verin -ister avrupa tipi demokrasi olsun, ister avrupa tipi futbol-, eğer o ülke o modele öykünmek istiyorsa, eğer o model futbol maçlarını kazanmak ya da zenginleşmekle ilintilıyse, öykünebilir. öte yandan, eğer avrupa, modelini türkiye'nin elinden alırsa, türkiye de o modele öykünmeyecektir.
elbette bir avrupa demokrasisi olmak, avrupai bir futbol takımı olmaktan daha zor. ama yollar aynı: modelin ne olduğunu anlamak, ona öykünmeyi arzulamak, modelin bilgisini yaymak üzere iki yönlü gidip gelen insanların varolması. futbol yaşam değildir, ama arada paralellikler vardır.
“......ne var ki bunda? neden bu kadar gurur yapıyor? insanlar kendisiyle barışık olmalı. olmamış bir şeyi ben ona sunmuyorum ki. bu bir kültürdür. ben yediğim kötü golleri de anlatıyorum. faik çetiner bizi programına çağırdı, gündem yine ingiltere maçıydı. yasin özdenak, fatih terim ve ben konuk olarak bulunuyoruz. fatih bana diyor ki, 'bu konuyu açma' ... nasıl açmam, bu olay için çağrılmışız. biz skor adamıyız, çoğu zaman fatura kaleciye kesilir. ben 8-0 ile anılıyorum. 'kova' damgası yedim. benim lakabım kaleci yaşar. gidin, antalya'ya, ankara'ya, 'yaşar kimdir' deyin, kimse bilmez. ama 'kaleci yaşar' deyin herkes tanır. ama, yasin'e, fatih'e, şenol'a kaleci denmedi. bana dendi...”
ilk basımı 2004 olan islam çupi'nin "olaylar, sağbekin lahana dolmasını yemesiyle başladı" kitabından;
ünlü futbol yazarı ken jones'un bana anlattığı bir hikâyeyi yazayım;
"8-0"lık unutulmaz inönü bozgunundan iki gece önce çınar oteli'nin uzunca bir masasında o konuşuyor biz ve ben dinliyorduk.
"ingiliz futbolunun en buyuk yıldızları londra'dan çıkmaz, iskoçya ve k. irlanda dan çıkar."
"k. irlanda ve iskoçya dağlık ve madenleri bol iki ülkedir. oradaki fakir ailelerin aile reislerinin % 90'ı madencidir."
"madenciler gökyüzüsüz, grizulu, zehirli gazlı ve galeri çökmeli son derece tehlikeli ve riskli bir yaşam sürerler.
"işte babaları madenci olan o fakir ailelerinin erkek çocukları yeryüzünde kalıp gökyüzü ile kafa kafaya yaşayabilmek ve babalarının başındaki bin belaya uğramamak için, kendilerini adeta futbolcu olmaya zorlarlar..."
fenerbahçe altyapısında yetişip a takıma çıkan nadir oyunculardansınız. hangi tarihler arasında fenerbahçe'de forma giydiniz?
- 1957'de fenerbahçe semtinde doğdum. 1970'de fenerbahçe'nin altyapısında futbola başladım. beş sene sonra a takıma yükeldim. 12 sene fenerbahçe'de futbol oynadım, kaptanlığa yükseldim. 1987'de sarıyer'e transfer oldum. üç sene sarıyer'de forma giydikten sonra fenerbahçe ile sarıyer arasında oynanan maçta jübilemi yaparak aktif futbol hayatımı noktaladım.
futbolculuğunuz döneminde derağzı'nda şartların çok köt olduğu söyleniyor. doğru mu?
- soyunma odasının ortasında bir odun sobası vardı; idman sonrası kirlenen formalarımızı elde yıkar, o sobada kuruturduk. takunylar tam bir faciaydı. banyodan sonra o takunyalarla yürürken sabuna basıp kolumuzu, bacağımızı kırdığımız zamanlar oldu. günümüz futbolcuları çok şanslı. lüks terlikler, banyolar, jakuziler... bu dönemde futbolcu olmayı çok isterdim.
sizin döneminizde milli takım, avrupa ve dünya arenasında çok maç oynayamazdı. dolayısıyla sizin 27 kez a milli olmanız ciddi bir başarıydı. milli takımımız sizin döneminizde iyi bir kadroya sahip olmasına rağmen kötü sonuçlar alıyordu. bunun nedeni neydi?
- inönü stadı'nda oynanan 8-0'lık ingiltere hezimetinde takım kaptanıydım. o zaman jupp derwall, milli takım menajeriydi. teknik direktörümüz de rahmetli candan tarhan'dı. derwall bize ingilizlerin sürkli kanatlardan geldiğini ve rabson'a yapılan ortalarda gol bulduğunu söylemişti. biz de bir hafta boyunca kanatlara çalıştık. buna rağmen kanatlardan dört gol yedik. kalede yaşar vardı. 4-0'dan sonra bana, "kaptan hocaya söyle beni çıkartsın" dedi. ben de "oğlum delirdin mi? maç oynanıyor anca beraber kanca beraber" dedim. neticede dört gol daha yedik.
ingiltere maçında anlatılmayan anı kaldı mı?
- benim bir tane var. rıdvan o gün sekiz kere santra yaptı. ben de sekiz kez topu bizm kalenin içinden çıkardım. her golden sonra paso eğiliyorum yere, topu alıyorum. santraya getiriyorum. bıkmıştım artık.
o hep ingiltere maçlarıyla gündeme geldi. başarılarını kimse görmek istemedi...
yaşar duran 1955 ankara doğumlu. 3. lig takımı altındağ'ın kalesine geçtiğinde henüz 15 yaşındaydı. sonra gaziantepspor'a transfer oldu. zira 3. lig şampiyonluk maçında gaziantepspor ve altındağ karşı karşıya gelmiş, sahanın en iyisi yaşar, gaziantepspor tarafından beğenilmişti. gaziantep'te üçüncü kaleci olduğu için üç sezon yedek bekledi. sarıyer maçında şans buldu: "o dönemin efsane oyuncularından garo bana gol atamadı. geldi başımı okşadı. gaziantepspor'da 2. lig şampiyonluğu yaşadım, üç kez yılın kalecisi seçildim."
sabri kiraz döneminde başlayan milli takım günlerinde sayısız hoca ile çalışır. yaşar duran, penaltıcı kalecilerin de ilk örneklerindendir türkiye'de. gaziantepspor'da iken penaltıyla 5 gole imza atar. 1985 cumhurbaşkanlığı finalinde simoviç'in penaltısını kurtarır. fenerbahçe'nin son türkiye kupası kazandığı sezon yarı final maçında penaltı atışlarında bursaspor'un üç penaltısını kurtarır. yedi sezon formasını giydiği fenerbahçe'de sayısız kupalar görür. özellikle stankoviç döneminin fenerbahçe'sinde 5 kupa kaldırır. fenerbahçe'nin bordeaux zaferi konuşuluyorsa bunda şüphesiz yaşar duranın da payı büyüktür. deplasmanda 3-2, istanbul'da da 0-0 biten bordeaux maçlannda takımın kahramanların-dandır. istanbul'daki maçta giresse'nin volesini çıkardığı pozisyon jenerikliktir. jean tigana, altıpastan vurur, ani bir refleksle topu kurtarır. buna da en çok figana şaşar.
sanılanın aksine dünya karması'na ilk çağrılan futbolcu yaşar durandır. asker olduğu için, yurt dışına çıkamaz. onun yerine ali şen, isa dündar'ı dünya karması'na gönderiverir.
malatyaspor günlerinde önce beşinci sonra da üçüncü olan takımda yer alır, balkan kupasına katılan takımın kalecisidir. sarıyer'de de ligi ücüncü bitiren takımın kalesinde ine o vardır. en şaaşalı dönemini yaşayan beyaz mart,lar'da atılan 12 penaltının 7'sini kurtararak ayr. bir rekora da imza atar. fenerbahçe'ye jübile için döner, ancak beklentisi gerçekleşmez. gaziantepspor'a gider. 94'te osieck'in fenerbahçe'si, yıldızları istanbul'da bırakır, genç takımla antepe gelir. 23 senelik futbol yaşantısı. 100 kişilik seyircinin önünde son bulur...
futboldan kopamaz. aydın'da necdet zorluer'in birinci lige çıkarttıkları sarıyer ve eskişehirspor'da yılmaz vural'ın, bursa'da erdoğan arıca'nın, kayseri'de celal kıbrızlı'nın yardımcılıklarını yapar. ali kemal'in ayrılmasıyla takımın başına geçtiği elazığ'ı play-off'a çıkarır ancak ersun yanal'ın denizlispor'una kaybeder. bu başarısıyla zaman gazetesi'nden başarı ödülü alır ama ertesinde iki sezon iş bulamaz. geçtiğimiz sezon ilyas tüfekçi ile birlikte üç ay görev yapan yaşar duran şimdilerde yaşadığı antalya'da takımlardan görev bekliyor...
türkiye-ingiltere arasında oynanan acıklı karşılaşmalardan birisiydi. 1986 dünya kupası grup eleme maçında, a milliler inönü stadı'ndan 8-0 gibi ağır bir yenilgiyle ayrılmıştı. kalede, ingilizlerden bu miktarda gol yeme şanssızlığını fatih uraz ve hakan arıkan'la paylaşan yaşar duran vardı. karşılaşma sonrası trt muhabiri ender asman, kalesinde 8 gol görerek tarihe geçen kaleci yaşar duran'a uzattığı mikrofonda "yaşar nasıl oldu 8 gol?" diye sorunca yaşar'ın sigortası atar ve "ne diyorsun sen ya!" ifadesini kullanarak ender asman'ın elindeki mikrofonu itip soyunma odasının yolunu tutar.
fatih uraz'ın "adamın abdalı kaleci olur" kitabından;
kafasına direk düşen kaleci
insanın en hoş meziyetlerinden biri kendi kendisiyle dalga ge-çebilmesidir. şair ne güzel demiş, "kişi noksanını bilmek gibi irfan olamaz" diye... ancak burada can alıcı bir noktayı unutmamak lazım, gerçeğine sadık kalarak yapılan oyunculuk gösterilerine şapka çıkanrken uyduruk hikâyelere prim vermek de pek akıl kan iş değil.
internette sporseverlerin itibar ettiği sayfalann bazısında şu soru sorulur sıklıkla: neden ingiltere'ye karşı alınan milli hezimetlerde yaşar'm adı sürekli anılırken fatih'in esamisi okunmaz? sorunun cevabı karmaşık gibi görünse de değildir aslında. evet, birisi gayri ciddi olmakla iştigal ederken diğeri değildir, bu kadar basit!
televizyondan canlı yayımlanan bir programda yaşar aniden bana dönerek "hatırlıyor musun? ingiltere maçı esnasında seninle aynı odada kaldık" dediğinde şaşırmış ve kendisine "hayır, öyle bir şey hatırlamıyorum" demiştim. çünkü ben o odada rahmetli kayhan kaynak'la birlikte kalmıştım. bu karşılıktan sonra, onun işi iyice pişkinliğe vurarak "ama nasıl olur? ben eski eşime bunu soracağım" demesini nasıl yorumlayacağımı bilememiştim. eşi ingiltere'ye gelmediğine ve kafilenin kaldığı oteli görmediğine göre neden ona sorma gereğini duyacaktı halen anlayabilmiş değilim.
aslında onunla bir kere aynı odada kaldığım doğrudur, o da ingiltere'de değil; izmir'deki efes oteli'nde... o sırada yugoslavya maçı için kampta bulunuyorduk. hazırlık için yapılan idmanların birinde, üst kale direği; artık nasıl olduysa aniden yaşar'ın kafasına düştü ve şaka bir yana yaşar ölümden döndü. çünkü o kale direği portatifti ve dökme demirden yapılmıştı. artık hafızası o olaydan sonra mı zayıfladı yoksa hep mi öyleydi orasını bilemem! lakin kafatasının sağlam olduğu tecrübeyle sabittir.
sağlam olan tarafı sadece kafatası değil yaşar'ın, hakkını teslim etmek gereken bir yanı daha var. mesela yerli futbolcularımızın kabusu olan ingiltere maçlan öncesinde aniden hastalanan ya da sakatlanan nice anlı şanlı kaleciye rağmen yaşar asla görevden kaçmamıştır. cesur ve gözü pek bir oyuncu gibi masada kalmayı bilmiş ve görev beklemiştir. ingiltere maçlarından aylarca önce birçok teknik direktörün "eğer o maçta kalecim oynatılır da hezimet yaşanırsa, bizim takımın ligdeki konumu ne olur?" diye beyanat vermesinden sonra varın gerisini hesap edin artık! böyle zamanlarda cesaret göstermek gerçekten kolay değildir.
ancak orada burada anlattığı asılsız olayları, verdiği tuhaf misalleri, milyonlarca seyirci önünde programı sunan spikerin kendisini 'kova!' diye takdimini sineye çekmesini, komiklik yapacağım diye mesleğin saygınlığını zedelemesini anlayışla karşılamak mümkün değil. mizaha eyvallah; ne var ki yerini ve zamanını bilmek, dozajını ayarlamak kaydıyla. milli maçlar ciddiyet gerektirir zira kimi zaman sonuçlar bu ülkede yaşayan insanların haleti ruhiyesini etkiliyor.
fatih uraz'ın "adamın abdalı kaleci olur" kitabından;
kahramanlar ve hainler
(...)
bizde ingilizlerden yenilen bol gollü maçların muhabbeti çok yapılır. öyle ki, bu hezimetlerden istihzayla bahsetmek hastalıklı bir tezahürün de resmidir kanımca. türkiye'nin yetiştirdiği en iyi kalecilerden ali artuner bile uzun yıllar önce lehlerden 8 gol yemişse diğer kalecilerin günahı nedir bunda? her ne kadar yine bir trajediye işaret etmiş olsam dahi belirtmeden geçemeyeceğim, berabere biten ingiltere maçlarında neden hoca ve tüm futbolcular övgüye mazhar olurken 8-0'ın ceremesini kaleciler çekiyor?
gazeteleri okuyor musunuz? hayret ve dehşet içinde okuyor musunuz? sanırsınız ki, bu milli takım, bozcaada’ yı yunanistan’a kaptırdı. nasıl bir öfke, nasıl bir dehşet kusuluyor gencecik çocukların üzerine! biz şimdi, aynı dehşet içinde düşünüyoruz. bu aynı takım, aynı teknik kadro ile 15 gün sonra, istanbul’da ingiltere önünde başarılı bir sonuç alırsa, bu aynı kalemler, bu aynı sayfalarda neler yazacaklar? kaldı ki, almaması için hiçbir sebep de yok. istanbul, bu çocukların kendi sahası. istanbul’da bir milli takım 90 dakika nasıl desteklenir bilen bir seyirci var. ve istanbul’da ingiltere hiç de riske girmeden oynama yolunu seçecek. bu faktörlere, hadi biraz da bizden yana olabilecek talihi ekleyin. daha dün finlandiya’ya yenilen türk takımının ingiltere önünden yüz akı ile çıkması hiç de öyle rüya değil. peki ne yazacağız o zaman? ne yazacağız ha? maç ertesi de yazdık. yenilgide futbolcuların ilk kez? zerre payı yoktu. antalya sahasını dahiyane (!) bir buluşla seçen teknik kadro, kötü sonucu peşinen kabul etmişti. suçun büyük bir bölümü onlardaydı. bu teknik kadroyu eleştirme hakkımız vardı. ama gene ölçüyle. coşkun özarı gibi bir adama yıllarca tahammül eden, hoşgörü ile bekleyen aynı basın, şimdi bir .tek maçla nasıl oluyor, «defolun» diyordu. özan’nın o yıllanmış kolej takımı, lüksemburg ve izlanda’lara yenilir, amavutluk’u yenemezken, her dünya ve avrupa kupasından elenirken nerdeydi bu dehşetli spor basını? şimdi «özarı göreve» diyen komik yazarlarımız bile var. bay özarı’nın kendisi de meydanı uygun bulmuş, kül bırakmıyor. yaratılmış bir takım yok edilmişmiş? hangi takım yaratılmış, hangi başarıyı elde etmiş, bir söylese de bilsek.
teknik komite yanlış saha seçimi yapmıştır. takım seçiminde de yanlışlıklar yapılmış. 1986’nın takımını bugün den sahaya sürmek gibi bir hataya düşülmüştür. gençleştirilen takımı bir süre ayakta tutmak için tecrübeli ayaklara ihtiyaç olduğu unutulmuştur. bir fatih, bir şenol’la (kaleci) bile durum değişebilirdi. basma düşen görev, bu yeni kadroya yardımcı olacak eleştiriler yapmaktır. ümit kesilene dek. peki ama, bir tek maçla ümit nasıl kesiliyor? tekrar soruyoruz. futbol kariyerinde bir tek başarısı olmayan coşkun özan’dan yıllardır umut kesmeyenler, onu hâlâ göreve çağırmak gibi gülünçlüklere düşenler, bir tek maçla, başında jupp derwall gibi bir futbol devi olan bir ekipten bir tek maçla nasıl vazgeçiyorlar? macaristan’dan 6 gol yiyince, bulgar maçını iptal ettirip kaçan coşkun’dan bugün söz edebilmek için insanın ya sporu bilmemesi gerek, ya hafıza fıkdanına uğramış, ya da başka hesaplar peşinde olması.
coşkun özarı’nın devrettiği enkazın üzerinde bugün yeni bir milli takım yaratmaya çalışıyoruz. teknik kadronun da yanlışları olacaktır, futbolcuların da, biz basının da. ama kantarın ucunu kaçırmadan yol ve alternatif gösterici eleştirilerle bu kuruluş dönemini mümkün olduğu ölçüde az zararla kapatmamız gerekir.
kantarın ucunu kaçıranlardan biri de federasyon başkanı kemal ulusu idi aslında. sarıyer’e bile bir boy küçük gelen candan tarhan’ı, milli takım teknik direktörü yapmasını da yadırgamıştık, maçtan sonra «ben kaldıkça tarhan da kalır. tarhan, dört yıl görevdedir» demesini de. biz tarhan’dan hayır geleceğine inanmıyoruz. ama gene de ona ve onu göreve getirenlere bir süre tanınması gerek, diyoruz. hatta alternatifinin (maazallah) coşkun özarı olduğunu görünce, tarhan’a böyle cankurtaran simidi gibi sarılanları alkışlamak bile istiyoruz.
finlandiya maçı, kemal ulusu, erdoğan şenay ve candan tarhan ekibinin büyük hataları ile kaybedilmiştir. bu kayıptan yeterli dersi alabilmişsek, hiç değilse bunu kazanç hanemize yazabiliriz. bunu yapabilmemiz için sakin olmamız gerek. suyu bulandırmak, yeniden coşkun’u pazarlamak isteyenlerin ekmeğine yağ sürmekten başka şeye yaramaz.
yazıyı okurken belki de «günaydın» diyeceksiniz. geç kaldığımızı ileri süreceksiniz.. haklısınız... belki geç... ama belki de erken... çünkü yaşar olayı ne ilktir, ne de sonuncu olacaktır’ siz bu satırları okurken, spor sayfalarında yeni yaşar olaylarına rastlayabilirsiniz.
ingiltere’den sekiz göl yiyen yaşar, yanında bir kadınla gece yarısı basıldı. yer yerinden oynadı ve yaşar süresiz kadro dışı bırakıldı. bu, olayın basma akseden yanıdır.
size bir de iç yüzünü anlatalım mı?..
yaşar’ın basıldığı yer, boğazın en nezih lokallerinden hiçidir. antik... iki sevimli ihtiyar burada müziğin en güzelini yaparlar. bu tipik istanbul meyhanesinde siz de, istediğiniz deniz mahsulünün en güzelini çok uygun fiyatla yer, güzel bir gece geçirmiş olarak evinize dönersiniz. antik, bir batakhane değil, ailenizin, her bireyi, dostlarınızın her türlüsü ile gidebileceğiniz bir aile lokalidir.
ya yaşar’ın basıldığı saat?.. 22.00... yani gece on... televizyonda bu saatte daha şahin tepesi bile başlamamıştır. zaten antik'te gece yarısından ötesi yoktur ki...
şimdi nezih bir lokalde çok aklı başında bir saatte, bir kız arkadaşı ile bulunmak niye suç oluyor? niye basını ile yöneticisi ile bir adamın üzerine bu kadar gidiyoruz? ingiltere’den sekiz gol yedik diye ille de bir şamar oğlanı mı bulmamız gerekiyor? vur abalıya...
ingiltere’den o sekiz golü yemesek, yaşar o gün berlin’deki turgay gibi harika kurtarışlar yapsa ve biz maçı 0-0 bitirseydik, o saatte antik’te gördüğümüz yaşar’ı ihbar mı ederdik, yoksa masasına bir şampanya da biz mi gönderirdik?
yaşar tepki göstermiş. yanınızda kız arkadaşınız varken sizin üstünüze böyle gelseler, size vatan haini, kıza fahişe muamelesi yapsalar, siz ne yapardınız? söyleyin bakalım anadolu’nun babayiğit erkekleri, siz ne yapardınız?
babıâli’nin bir huyunu oldum olası sevmem. olay yaratma merakı ve kendisinin yaptığı her şeyi yapan sporcuya saldırması...
gazeteciliğe başladığım ilk yıllarda, bulgaristan’da üniversite oyunları sırasında bir voleybolcumuz, naylon çorap satarken yakalanmıştı. olay örtbas edildi. ama haber bir tek gazetede çıktı. türkiye’den kaçak getirdiği çorapları, satması için o voleybolcuya veren gazetecinin gazetesinde...
her milli maçtan, her uluslararası organizasyondan sonra, bizim gazetecilerin büyük çoğunluğunu, kadının en çok bulunduğu yerlerde görürsünüz. sonra bunların gazetelerinde boy boy resimler yayımlanır: «ülkesini temsil ettiğini unuttu... hemen kadın avına çıktı... vesaire... vesaire..»
o zavallı sporcunun ne kendisini savunacak hali ne de kendisini yazanların yediği herzeleri açıklayacak yayın organı vardır. «ya siz gazeteciler, siz türkiye’yi temsil etmiyor musunuz? üstelik sizler bizim gibi, genç, delikanlı, ateşli, deneyimsiz, ilk kez yurtdışına çıkan, hatta ilk kez kadın gören kişiler değilsiniz. siz bunları yaparken, benimki niye suç oluyor» diyemez...
işte bu da benim oldum olası hiç hoşuma gitmez. sporcu, gökten inmiş melek, kusursuz, mükemmel bir yaratık değil, hepimiz gibi insandır. üstelik gençtir, üstelik enerji ile dopdoludur. ona hoşgörü ile bakmayı ne zaman öğrenebileceğiz?
başlığı yanlış bu yazının. günah aslında yaşar’ın değil, onun dışındaki herkesindir,
england: peter shilton, viv anderson, mark wright, kenny sansom, terry butcher, steve williams(dk. ? gary stevens), bryan robson(captain), ray wilkins, john barnes, peter withe, tony woodcock(dk. ? trevor francis)
yedekler: gary stevens, trevor francis
teknik direktör: bobby robson
goller: (0-1) dk. 13 bryan robson (0-2) dk. 18 tony woodcock (0-3) dk. 44 bryan robson (0-4) dk. 49 john barnes (0-5) dk. 54 john barnes (0-6) dk. 59 bryan robson (0-7) dk. 62 tony woodcock (0-8) dk. 87 viv anderson