mehmet ali gökaçtı'nın "bizim için oyna": türkiye'de futbol ve siyaset kitabından;
futbolda liberalleşme arayışları
ikinci dünya savaşı'nın hemen sonrasında değişen dış konjonktüre bağlı olarak, "sovyet tehdidi" ve "komünizm tehlikesi" gibi algılamalarla batı kampına doğru kesin bir yönelim gösteren türkiye'de bu politik sürecin yansımalarının spor karşılaşmalarında da kendisini göstermekte gecikmediğini belirttik. bu dönemde futbolun dışında o güne kadar fazla popüler olmayan basketbol gibi spor branşlarına ilginin de arttığı görülecekti. daha önce yalnızca galatasaray ile birkaç azınlık kulübünün ilgilendiği basketbola, 1945 yılından itibaren başta fenerbahçe olmak üzere diğer kulüpler de el atacaktı. "münferit" ama ilginç bir olay, amerikalı denizcilerin şimdiki inönü stadı'nda ragbi oynaması ve türkiye'de daha önce pek tanık olunmamış bu spor karşılaşmasının binlerce meraklı tarafından izlenmesiydi.
spor dünyasının özüne yönelik bir değişim ise henüz ufukta görünmemekteydi. sporla ilgili her türlü iş, yine beden terbiyesi genel müdürlüğü vasıtasıyla doğrudan devletin denetim ve gözetiminde yürütülmekteydi. profesyonellik, her ne kadar kimi kulüpler tarafından gizli bir şekilde uygulanıyor olsa da, yasal değildi. hâlâ yürürlükte olan beden terbiyesi mükellefiyeti yasası gereği insanlara zorla spor yaptırılıyor; üniversite gençliği, belirli dönemlerde kamplarda silahlı eğitimden geçirilmeye devam ediyordu.
1946 yılında, tartışmalı bir seçimle de olsa, çok partili rejime geçilmesiyle birlikte futbol ve spor alanında talepleri yüksek sesle ifade edilmeye başlanacaktı. buna olanak sağlayan vesile, 1948 yılında londra'da yapılan olimpiyat oyunları olmuştu. bu oyunlara türkiye'de büyük bir önem verilmişti. dönemin gazeteleri haftalar öncesinden 1948 londra olimpiyatları ile ilgili haber ve yorumlan okuyucularına aktarmaya başlamışlardı. hatta daha önce rastlanmadık bir maddi fedakârlık yaparak, londra'ya özel muhabirler göndermişlerdi. cumhuriyet gazetesi, lise öğrencileri arasından yaptığı bir seçimle bir grup öğrenciyi londra'ya göndermiş ve olimpiyatlarla ilgili en iyi kompozisyonu yazan öğrenciyi ödüllendireceğini açıklamıştı.
bu büyük ilginin ardındaki saik, türkiye'nin, batı dünyasının en önemli merkezlerinden birisi konumundaki londra'da yapılacak olan olimpiyat oyunları vesilesi ile uluslararası kamuoyunun (özelikle de batı kamuoyunun) karşısına savaş sonrasında ilk kez çıkacak olmasıydı. bu nedenle hem görünüm olarak hem de sportif başarı anlamında iyi bir profil çizmek gerekiyordu. güreş, türkiye'nin en iddialı olduğu spor branşıydı. diğer branşlarda fazla iddialı olunmasa da, elden geldiğince iyi mücadele etmek hedefleniyordu. ülkede en çok sevilen spor konumundaki futbolda da hedef, derece yapılamasa bile dünya kamuoyuna "türkiye'de futbol oynanıyormuş," dedirtmekti.
türkiye, londra olimpiyat oyunlarindaki ilk maçını futbolda fazla bir iddiası olmayan çin halk cumhuriyeti ile yapmış ve 4-0 kazanmıştı. ancak yugoslavya ile yapılan ikinci maç 3-1 kaybedilmişti. bu maçta türkiye, beklentilerin aksine çok kötü bir oyun sergilemişti. ancak oynanan kötü oyun kadar çok faullü oynanması ve iki türk futbolcunun kırmızı kart görmesi, ülkenin imajım zedeledikleri gerekçesiyle futbolculara karşı bir tepkinin doğmasına sebep olmuştu. güreşçilerin altın madalyaları topladıkları, ruhi sarıalp'in üç adım atlamada bronz madalya kazandığı oyunlarda, futbolcuların sebep olduğu bu manzara futbol dünyasına yönelik eleştirilerin artmasına yol açmıştı. çare olarak, türk futbolunun nasıl ıslah edileceğini belirlemek için bir yabancı uzmanın getirilmesine karar verilmişti. bu uzman, doğal olarak, bir ingiliz olacaku.
ingiliz uzman getirerek türk futbolunu kısa yoldan ıslah etme fikri, oyunların hemen sonrasında gündeme gelmişse de, hemen hayata geçirilememişti. ancak dönemin değişen siyasal koşullarıyla beraber, gazetelerde türk spor teşkilatına ve sporun yönetilme biçimine yönelik eleştiriler yoğunlaşmıştı. çok erken yaşlardan itibaren spor dünyasının içinde hem sporcu hem de yönetici olarak yer alan burhan felek, sert eleştirileri ile dikkat çekmekteydi. felek, 1949 yılında cumhuriyet gazetesinde kaleme aldığı "spor teşkilatımız nasıl olmalı?" başlıklı yazısında, ilk olarak bu tarz örgütlerin demokratik bir anlayışla yönetilmesi gerektiğine vurgu yapmaktaydı. kulüplerin şahıslar tarafından kurulacağını ve idare edileceğini belirten felek, bu kulüplerin bir araya gelerek oluşturacakları federasyon ve konfederasyonların da devletten bağımsız olması gerektiğini söylüyordu. burhan felek, devletin de eğer parası varsa tesis yapması ve yasal çerçevede denetim görevini yerine getirmesi gerektiği kanısındaydı.
spor ve futbol yönetimi hakkındaki eleştiriler yüksek perdeye çıkarken, londra oyunları genel koordinatörü mr. holt, mevcut spor teşkilatını incelemek ve ıslahı konusunda önerilerde bulunmak maksadıyla türkiye'ye davet edilmişti. mr. holt, yaptığı inceleme sonunda spor teşkilatının doğrudan devlete bağlı olmasının sorun olmadığını, esas sorunun spor teşkilatının spordan anlayan ehil kişiler tarafından yönetilmesi olduğunu söylemişti. holt, profesyonellik ile ilgili olarak da açık bir tutum belirtmişti: "bir sporcu ya amatördür ya da değildir. amatörlük eğer maskeli bir şekilde yapılıyorsa, bunu hemen açığa vurup profesyonelliği kabul edin. tek çıkar yol bu."
türkiye spor kamuoyu, 1940'ların sonuna gelindiğinde arük profesyonelliği, spor teşkilatlarının devletten bağımsız ya da özerk bir şekilde yönetilmesini talep eder hâle gelmiş durumdaydı. devlet eliti de, pek çok alanda olduğu gibi, sporun yönetimi konusunda da birtakım arayışların içindeydi. tek-parti idaresinin tüm haşmetiyle iktidarda olduğu günlerin yavaş yavaş geride kalmaya başladığı, demokrasi taleplerinin hemen her alanda daha yüksek sesle telaffuz edilir olduğu, türkiye'nin batı ile ilişkilerini sıkılaştırdığı bu dönemde, spor kamuoyunun bu değişim arayışının dışında kalması beklenemezdi. aslında osmanlı dönemi ve cumhuriyet'in ilk yılları göz önüne alındığında, diğer pek çok alana kıyasla görece sivil dinamiklere dayalı bir anlayışla kurulmuş olan spor teşkilatları, bağımsız ya da özerk bir yönetim anlayışına yabancı değildiler. teşkilat yöneticilerinin seçimle belirleniyor olması sayesinde, spor örgütleri, belirli bir demokrasi anlayışına ve geleneğine sahip bulunmaktaydılar. dolayısıyla böylesi taleplerin bu örgütlerin temsilcilerinden yükselmesi doğaldı. ancak hem spor teşkilatlarının yeniden yapılandırılması hem de profesyonelliğe geçilmesi, her ne kadar altyapısı tek-parti iktidarının son yıllarında oluşturulmuş olsa da, ancak 1950 sonrasında, yani demokrat parti'nin iktidarı döneminde hayata geçirilebilecekti.