halit kıvanç'ın 1983 basımlı "gool diye diye" kitabından;
bilbao'da hakem faciasıyla yenildiğimiz maçtan sonra avrupa uluslar kupası'nda içecek suyumuz yoktu artık. bratislava'da çekolovakya ile oynayacağımız maç da bir formalite karşılaşmasıydı bizim için. bu arada kadroda sakatlıklar birbirini kovalayınca, talihimiz iyice tersine dönmüştü. kendi toprağımızda yarım düzine gol atanlar, kendi evlerinde daha çoğunu atarsa!... doğrusu çok korkuyorduk. maçtan bir akşam önce, adnan süvari hoca ertesi gün oynatacağı sağlam 10 oyuncu yazabilmişti elindeki kâğıda... 11 kişi çıkaramayacaktık. çünkü son anda şeref de sakatlanmıştı. fakat süvari, şerefi çağırdı, "bak" dedi. "10 kişi var. 11. yok. onun için sakat makat çıkacaksın." şeref boynunu büküp "peki" dedi ve çıktı. onun ötesinde hayatında hiç orta sahada, hele kesici olarak oynamamış abdullah'a da bu mevkide görev veriliyordu.abdullah da "bana çok ters bir yer ama ne yapalım oynayacağız" diye başını eğmişti.
bu tatsız maçın tek tatlı anısı, bir gün önceye aitti. antrenmandaydık. çocuklar hafif hareketler yaparken, biz de adnan süvari ve yöneticiler, gazeteciler kenarda seyrediyorduk. derken karşıdan bir kız göründü. uzun sarı saçlı, güzelliği yaklaştıkça daha belirgin, üstelik süper mini etekli bir kız. yaklaştı yaklaştı. adnan süvari, hoca sıfatıyla çocuklara yanaştırmadan kıza kimi aradığını sordu. kız da elindeki kâğıdı gösterdi. kâğıtta "halit kıvanç" yazılıydı. bu kez şaşırma sırası, bendeydi. kızarıp sırada, kız güzel bir almanca ile "bay kıvanç" dedi, "ben bratislava radyosu'nun maçın naklen yayını için görevlendirdiği teknisyenim." etrafımdakiler olayı öğrenince, bana yarı kızgın, yarı kıskanç baktılar. bu sırada kız devam ediyordu. "bana teknik isteklerinizi söyleyin. onun ötesinde akşam yemeğinde ne yapıyorsunuz? isterseniz kulübe gideriz, hem müzik dinler, yemek yersiniz." ben şöyle olduğum yerde bir kıpırdanıyordum ki. kız sözünü tamamladı: "şey... kocam o kulüpteki orkestranın şefidir de."
ertesi gün maçta o güzel süper mini etekli teknik yardımcım, naklen yayında çok iyi çalıştı. tek kusuru, gayet rahat yere oturmaydı. hem de öyle rahat oturuyordu ki... sahadaki futbolcuların bile gözleri bizim tarafa kayıyordu. belki de bazı taçların yerinden atılmayışının nedeni, bizim mini etekli teknik yardımcının öylesine rahat oturmasıydı. o gün maç öncesi bratislava şehri sağnakla ıslanmıştı. öyle bir yağmur... maç nasıl oynanacak diye düşünüyorduk. sonra sağnak durdu, pırıl pırıl güneş çıktı. bu kez de çekoslovakların gol yağmuru başladı. o zayıf ve sakatlar ordusu takımımıza sadece üç tane atmalarına şükredilirdi.
3-0 kaybettiğimiz maçın akşamı, bratisla-va'da beraber olduğum, babıali'den kırk yıllık dostum, değerli gazeteci arkadaşım turhan aytul soluk soluğa otele gelmiş, otelin restoranına otururken, "ne olur, sen bunların dilini kıvırıyorsun. bana sıcak bir şey söyle!" demişti. fakat acelem vardı. gitmek zorundaydım. "sana bir kağıda yazayım. garsona göster" dedim. kabul etti. etmesine etti de aynı anda benim kafamda da bir şimşek çaktı. sevgili turhan'a bir muziplik yapmak... kağıda "zmrzinya" diye yazdım ve gittim. turhan avtul gece yarısı beni bekliyordu. neyse ki kızgınlığı geçmişti. soğukta üşümüş, sıcak bir çorba istemiş turhan'cığıma, çekoslovak dilinde "dondurma" yazıp bıraktığım için.
bratislava, slovakya'nm merkeziydi. ve kısaca "çek" denmesinden pek hoşlanmıyorlardı. aslında çekçe de, slovakça da dünyanın bana göre en zor dilleriydi. sanki hiç sesli harf yoktu alfabelerinde... bu bakımdan ben de adımla soyadımdaki tüm sesli harfleri atmış, kartvizitlerimi şu hale getirmiştim: "yzr spkr hlt kvnç"... yani "yazar spiker halit kıvanç" demek çekoslovakça... bilmem olmuş muydu? çek'ler slovak demesinden, slovak'lar çek diye anılmaktan pek memnun olmuyorlardı. bunu farkedince, elimdeki seyahat "çek"ini bozdurmak için gittiğim bankada... slovakya' nın başkentinde bulunduğumu düşündüm hemen... ve "çek"i uzatırken, "lütfen" dedim, "şu slovak'ı paraya çevirir misiniz?"