banu yelkovan'ın 5 aralık 2001 tarihli radikal'de yayınlanan "loo'king' for eric" yazısı;
iş işten geçip o ülkesine döndükten sonra söylediğim için kızacaksınız ama 'twitter'daki bir şehir efsanesi zannettiğiniz şey doğruydu, eric cantona gerçekten istanbul'a geldi ve ona eşlik ettik.
looking for istanbul. ken loach’un muhteşem filmi ‘looking for eric’e gönderme yapan bu başlık eric cantona’nın burada olma sebebi. derbimizin dünyanın en büyük üçüncü derbisi olduğuna kanıt teşkil eder mi bilmem ama cantona kardeşlerin yapım şirketinin canal+ ortaklığında çektiği derbi belgesellerinin üçüncüsünün merkezinde galatasaray-fenerbahçe var. manchester ve milano sonrası istanbul’da futbolun peşindeler. seri 8 bölüm planlanmış, bizden sonra rio’ya yollanacaklar. ama hemen değil. çünkü yılda sadece iki bölüm çekiyorlar.
yapım ekibi üç haftadır istanbul’da. şehir adım adım dolaşılıyor. görüntüler alınıyor. taraftarlar, eski-yeni futbolcular, teknik direktörler, tarihçiler ve sanatçılarla konuşuluyor. henüz randevu alamasalar da abdullah gül, tayyip erdoğan’la görüşüp futbolun tepeden tabana etkisini göstermek istiyorlar. farklı maç günlerinde farklı taraftar grupları takip ediliyor. saatlerce görüntü alınıyor. derbinin bize ne ifade ettiği anlaşılmaya çalışılıyor. sonunda hepsi 52 dakikalık belgeselin içine sığdırılacak. ve inanın üç haftanın sonunda, saatler süren çekimlerin sonunda geldikleri noktada kafaları ilk günkünden çok daha karışık. derbimiz hiçbir kalıba sığmıyor, takım aşkımız mantık çerçevesine oturtulamıyor. böyle bir şeyi hiç görmedikleri, şehirden ve insanlarından çok etkilendikleri ortada. hedefleri bu belgeseli seyredecek fransızlara “bu şehre gidip bu maçı seyretmem lazım” dedirtmek.
bir anlatıcı olarak cantona
eric cantona bu belgeselin anlatıcısı. montaj bittikten sonra bazı hikâyeleri onun sesinden dinleyeceğiz. şehrin sokaklarında onun da yürüdüğünü göreceğiz. planlarının çekimi için bir çarşamba günü öğleni iniyor istanbul’a. bir önceki akşam marsilya’da tiyatro sahnesinde olduğundan 5 saatlik bir araba yolculuğu sonrası milano’dan binmiş uçağa. sadece iki saat uyumuş. ama yüzünde yorgunluktan eser yok. ya da sakaldan belli olmuyor. yanında ağabeyi jean-marie var. 1.5 günün programı çoktan hazır. saat saat yapılacaklar belli. ve bu sürede tercümanları benim. tabii konuşmaya halim olursa.
cantona karizmanın vücut bulmuş hali gibi. bir kere çok uzun boylu. dimdik ve ağır ağır yürüyor. az konuşuyor. delici bakışlarla inceliyor baktığı şeyi. çekim ekibi ‘belki istanbul’da o kadar tanınmaz’ diye düşünüyor ama özellikle genç nüfusun olduğu semtlerde çekim yaparken, misal beyoğlu, insanlar sırtından bile tanıyor onu. yanına gelip, neredeyse kekeleyerek “sen o musun? fotoğraf çektirebilir miyiz?” diyorlar. konuşmadan kafasıyla evetliyor. çekimin ortasındayken yanına gelen sahneyi mahvetse bile istifini bozmuyor, fotoğraf isteyeni geri çevirmiyor.
eric -ağabeyi de cantona olduğundan böyle hitap ediyoruz kendisine- artık tamamen aktör. futbolculuk geride kalmış. eski bir bbc röportajında futbolculuğundan hiçbir anı saklamadığını anlatmıştı; ne forma, ne hatıra: “formalarımı taraftara verdim. her maçta iki forma. bende bir tane yok. dünde yaşayamam, hatıralara takılıp kalamam.” 1997’de futbolu bıraktığını düşünürsek bugün aktörlük kariyeri futbolculuk kariyerinden daha uzun. yine de futbol hep var. cosmos’la bir anlaşma imzalamış. gelecek aylarda abd’nin yolunu tutacak ve takımın sportif direktörü olacakmış. şimdilerde alfred jarry’nin ünlü eseri ‘kral übü’de başrol oynuyor. üç kişilik tiyatro oyunu ve bahsetmekten en çok hoşlandığı şey de sanırım bu.
ara güler’e hastaymış!
galatasaray lisesi çekimi öncesi yan yolda yürürken önce türvak sinema müzesi’ni görüyor. içeri giriyoruz. eski türk filmlerinin afişlerine bakıyor. satın almak istiyor. maalesef mağazada sadece kartpostallar satılık. çıkıyoruz. hava kararmadan beyoğlu çekimleri bitmeli. acelemiz var. ama bu defa yolda ara güler’in fotoğrafları durduruyor onu. ara cafe’nin önündeki fotoğrafları uzun uzun inceliyor. sonra içeri girip, duvarda asılı olanlara bakıyor. sonra bir masada oturan ara güler’i görüyor. “iki sene önce onun hakkında bir belgesel seyrettim, hayranıyım” diyor. masasına oturuyoruz. fransızca sohbet etmeye başlıyorlar. limonlu zencefilli kendisine özel çayından ikram ediyor cantona biraderlere ara bey. bayılıyorlar. lafın gelişi değil, ertesi gün, yine çok yoğun bir gündemin arasında yine buraya gelip aynı çaydan içecek zaman yaratacak kadar seviyorlar. yarım saatin sonunda çıkıyoruz ara cafe’den. “şehrin enerjisine bayıldım” diyor eric.
aynı tempo ertesi gün devam ediyor. vapurla karşıya geçiyoruz. eric martıların gemileri sadece sardalya için değil, simit için de takip edebileceğini öğreniyor. giderayak anca akıl edip fotoğraf çektiriyorum, kitabını imzalatıyorum. kapaktaki genç cantona fotoğrafına uzun uzun bakıyor. “ben artık o değilim, biliyorsun di mi?” diyor. “biliyorum kral übü” diye yanıtlıyorum. zaten sen insan da değilsin ki, cantona’sın.
midas’ın kulaklarını gördüm
buraya geldiğinin gizli tutulması tek şartı. “bir soruya bile cevap vermem, en ufak bir röportaj yapmam” dediğini o gelmeden en az yüz kere söylüyor bana yapımcısı. bu belgeselin en başından beri yardımcısı olduğum halde benim bile söyleşiye değil, bu izlenimleri yazmaya hakkım var. kendimi midas’ın kulaklarını gören çoban gibi hissediyorum. eric cantona burada ama söyleyemiyorum.
çay ‘ara’sı
eric cantona, beyoğlu’nda ara cafe’yi görünce önce dışarıdaki resimleri fark etti, sonra içeri girdi. orada da ara güler’i yakalamışken hayran olduğu fotoğraf sanatçısının masasına oturup sohbet etti, çayını içti.
‘maradona nerede?’
oğlum aras’ın odasında posterler var. akşamları yatmadan önce ona masal anlatmak yerine sevdiğim futbolcuların hikâyelerini anlatıyorum. şimdilik beş futbolcu var repertuvarımızda. tabii başköşede eric cantona. sakala rağmen karşılaştıklarında görür görmez tanıyor onu. hem utanıyor hem gözlerini kırpmadan bakıyor. en sonunda konuşmaya cesaret bulduğundaysa efsane soru geliyor: “maradona nerde?” çocuk ne bilsin? herhalde posterler gibi sürekli beraber takılıyor zannediyor! socrates’ın öldüğünü söylemeye korkuyorum.