tanıl bora'nın "karhanede romantizm: futbol yazıları" adlı kitabında bulunan "allah rızası için bir hoş söz... ve aykut kocaman" başlıklı yazısından;
gençlerbirliği futbol pop’unun kıyısında
gençlerbirliği, şöyle bir on yıldır, türkiye futbolunun fiyakalı kulüplerinden biri. önce, yetiştirdiği parlak yeteneklerle ve üç istanbullu’yla oynadığı maçlarda hep belâ oluşuyla temayüz etti. bir gençlerbirliği maçı, galatasaraylılar, fenerbahçeliler, beşiktaşlılar için ve medya için özel bir “olay” haline geldi. sonra, gençlerbirliği’nin altyapısı ve malî düzeniyle, tam teşekküllü bir “futbol kurumu” haline gelişi, gıptayla izlendi. geçen sezon ciddi ciddi şampiyonluğa oynadığı gibi, oynadığı azgın futbolla neşe verdi. bu sezon uefa kupasında 4. tura erişen tek memleket takımı olarak büyük itibar kazandı. futbolu uzaktan izleyenlere bile zevk veren, en lezzetli maçların aktörü, iki senedir, gençlerbirliği oluyor. 2003 sezonunda yılın maçı hiç şüphesiz beşiktaş-gençler türkiye kupası çeyrek final maçıydı, “2004’ün maçı” için en güçlü adayı da fener-gençler kupa yarı final maçı. üç oligarşik kulübün maçlarının naklen yayınları sırasında âdet haline geldi; yorumcular büyük takımın zaaflı bir yanını eleştirirken hep “mesela gençlerbirliği karşısında böyle oynarsa zor duruma düşer” falan diyorlar. gençlerbirliği, “iyi futbol”un emsali oldu.
buna karşılık gençlerbirliği, ankara’daki “normal” lig maçlarını 2-3 bin seyirciye oynuyor hâlâ. yani popüler olamıyor! neden?
endüstri gençler’e karşı
bir nedeni, kuşkusuz, futbol alanındaki popüler kültür endüstrisinin yapısı. iyi futbol oynamak, başarılı olmak, bu âlemde “pop star” olmayı garantilemiyor. medyada galatasaray-fener-beşiktaş’tan geri kalan ‘diğer gelişmeler’ kısmında yer aldıkça; oyuncular jeneriklerde, dolgu görüntülerde ikonlaştırılmadıkça; kırmızı-siyah ürünler mefruşat ve mensucat piyasasını kaplamadıkça, popüler olunamıyor. ve medyayı da içeren o endüstrinin, tamamen yerleşik ‘büyükler’den nemâlanmaya dayalı bir yapısı var. gençlerbirliği’ni de, antepspor’u da, başkalarını da ‘sızdırmayan’ bir yapı bu!
gençlerbirliği’nin popülerleşmesinin önüne geçen, futbol kültürümüze özgü nedenleri de unutmamalı. türkiye’de futbol ilgililerinin küçük bir kısmı ‘futbolsever’ sınıfına sokulabilir. hâkim çoğunluk, oyunu değil takımını seven taraftarlardan oluşuyor. gençlerbirliği maçlarının ıssızlığında bu belirleyici bir etken. maçlara esas itibarıyla sadece taraftarlar geliyor, gençlerbirliği taraftarları da az! rakibini de gayrete getiren o iştahlı oyunlarını izlemek maksadıyla tribüne gelecek futbolsever-seyirci potansiyeli ise maalesef çok küçük. o kadar küçük değilse bile, harekete geçirilemiyor. popüler kültür endüstrisinin futbol kolu, hedef kitle olarak bu potansiyele değil hâlihazır taraftar profiline odaklanmış durumda. taraftar olmayan veya “sıkı taraftar” olmayan, “sinema tiyatroya” gelir gibi maça gelmeyi düşünebilecek futbolseverleri teşvik eden bir ortam, onları muhatap kabul edip ciddiye alan bir medya yok, tersine onları caydıran bir ortam, onları adam yerine koymayan bir medya var.
gençler kendine karşı
dış sebepleri bir kenara bırakalım, kendimize bakalım. popülerleşememenin, gençlerbirliği’nin kendisiyle ilgili yönüne gelelim. ilkin şunu soralım: ‘gençler’ taraftarları niye az?
bunun aşikâr bazı nedenleri var. örneğin kulübün 13 yıl boyunca 1. ligden uzak kaldığı dönemde ankaragücü’nün şehir futbolunun tekeli haline gelmesi, gençler’in birkaç nesil boyu resmen unutulması... örneğin kulüp yönetiminin tribün gruplarını “tepesine çıkartmama” kaygısıyla kendi taraftarlarına karşı son derece ihtiyatlı davranması; hatta bazen bu –bence özünde kesinlikle haklı olan- ihtiyatı abartıp seyirci potansiyelini küstürecek boyutlara vardırması... istikrarlı ve cazip bir kombine bilet politikasının oturtulamaması, kulübün “halkla ilişkiler” politikasında taraftar organizasyonuyla kurumsal bir ilişkinin geliştirilmemesi – bunları kaç zamandır konuşuyoruz...
radikal futbol’un 9 mart sayısında bu konuyu işleyen barış karacasu, gençlerbirliği’nin özgün kimliğini vurgulayacak bir ‘halkla ilişkiler’ politikasının eksikliğinden yakınıyordu. onun üzerinde durduğu iki örneği yineleyeceğim... birisi, stad hoparlöründen kâh alâkasız pop parçalar, kâh ‘daha dün annemizin’ kıvamında bir gençlerbirliği marşı, kâh oğuz yılmaz’ın ‘gördün mü?’ ve ‘çekirge’si, kâh 10. yıl marşı çalınması, bunların bir imge, bir kimlik bütünlüğü içinde düşünülmemesi gibi... “çekirge”yi, geçen sezonki galatasaray maçından itibaren, kendimize mâl etmeyi başardık, “özgün şarkımız” gibi oldu bu. üstelik “angaralılığa” da uygun! yegâne “özgün müziğimiz” de bu... hem kulübün hem medyanın bir süredir gençlerbirliği için kullandığı “ankara rüzgârı” adını taşıyan o müthiş eğlenceli “ankara rüzgârı” parçasını ise, onca talebe rağmen, stad dj’liği müessesesi bir sefer olsun çalma lütfunda bulunmadı! (besteci gündoğdu duran’ın muhayyerkürdi makamındaki “ankara rüzgârı” parçası ise bir kez çalındı, geçti.)
ikinci örnek. uefa’daki başarıdan kulüp kimliğini besleyecek bir rüzgâr almaya çalışmaktan ziyade bu başarının estirdiği “millî” rüzgârın gelgeç ve nankör popülaritesine ‘oynamak’ gibi... barış’ın o yazısında dikkat çektiği gibi, parma’yı elediğimiz maçın ardından atılan sevinç turunda futbolcuların ellerine verilen bayrakların hepsi türk bayrağıydı, hiç gençler bayrağı yoktu. büyük ihtimalle millî hislere hitap ederek daha geniş bir sempati devşirileceği düşünülüyor. kuşku yok ki, uluslararası platformdaki başarıların, kulüp takımlarının popülaritesine büyük katkısı oluyor. fakat bu konjonktürel popülariteyi kalıcı kılabilmek, massedebilmek için, kendi bayrağınızı da göstermelisiniz! yoksa “bravo koçum” diye sırtı sıvazlanıp ileri sürülen piyon durumuna düşebilirsiniz. sizi “türk takımı” diye alkışlayanlar, barış’ın dediği gibi, üç gün sonra tribünlerde gs/fb/bjk saflarında yerlerini almaya, kulübümüz, başkanımız, takımımız hakkında en ağır küfürlerle tezahürat yapmaya devam ederler.
oysa bizim avrupa başarımızı ülke çapında bir popülariteye dönüştürmek için yakalayacağımız başka bir halka var. mesele şu: avrupa imtihanı, ülke içinde çelmelenen, “faullü oynuyorlar” diye sabıka kaydı tutulan gençlerbirliği’nin, adil ve eşit bir futbol yapısı içinde nasıl tay gibi ileri atılabileceğini göstermiştir. biz avrupa’daki başarımıza, türkiye’deki eşitsiz, adaletsiz, kirli, oligarşik futbol ortamına karşı kazanılmış bir başarı, bu futbol düzenine yükselen bir itiraz olarak sunmalıyız. işin bu yanını bilinçli olarak abartmalıyız. türkiye futbol ortamında önümüzü açmamızın, ortaya bir iddia koymamızın, kendimizi “bu sene avrupa’da bizi en iyi temsil eden takımımız” diye pışpışlanan maskot konumundan sıyırmamızın, budur. bunun için, kulüp kimliğimizi ve o kimliğin misyonunu vurgulamamız, öne çıkarmamız gerekiyor. kısacası, açıkçası, avrupa başarımızı aktif ve bu iddiaları üslubunca öne çıkartan bir propagandada kullanmamız gerekiyor. bu halkayı ersun yanal yakaladı, ilk turdan beri, türkiye’de futbol düzenine inancını yitiren futbolcularımızın avrupa maçlarına, orada adil yönetim koşulları buldukları için daha iyi konsantre olduklarını söyledi, birkaç kez. medyada erman toroğlu ve zeki çol, gençlerbirliği’nin avrupa’da bu işleri yaparken ligde 10. olmasının sadece kadro ve konsantrasyon meselesine değil, bu ülkedeki futbol düzeninin çarpıklıklarına bağlı olduğunu söylüyor, yazıyorlar. kulüp de bu halkayı sıkıca tutmalıdır.
belki mayasında yok!
gençlerbirliği’nin popülerleşememesinde o kadar aşikâr olmayan bir neden daha var sanki, kulübün ‘yaradılışından’ gelen! gençlerbirliği, 1923’te mektepliler tarafından kurulmuş, ankara’nın ‘tahsilli zümresinin’ desteğiyle yaşamış bir kulüp. futbolcuları, 1960’lara dek, hem mülkiye’de/hukuk’ta okuyup hem top oynamışlar. centilmenlik, efendilik efsaneleri boşuna değil. kıt imkânlarla yaşamanın verdiği tevazuun arkasında bir ‘seçkin’ gururunu, belki biraz da kibrini taşıyan bir camia... bugünkü bünye öyle değil elbette. nasıl bugünkü arsenal, schalke, kuruluşlarındaki işçi takımı şahsiyetinden uzaksalar, gençlerbirliği de mekteplilerin-bürokratların takımı şahsiyetinden uzak. fakat bütün futbol kulüpleri imgelerinde, kimliklerinde, tarihlerinin izini taşırlar. gençlerbirliği’nin de, popülerleşmeye yatkın olmayan bir ‘mayası’ var işte...
başka türlü popüler?
bu, illâ kötü bir şey olmayabilir. her alanın has tutkunları gibi, has futbolseverlerin de birçoğu, popülerleşme olayına biraz mesafelidirler. popülerleşmenin yozlaşma getirmesinden ürkerler. bu bakımdan, popülerleşmekten uzak olmanın, medyanın kuytusunda yer almanın, gençlerbirliği’nin gururunu okşayacak bir yanı da olabilir pekâlâ.
geçtiğimiz senelerde taraftarlar arasında bu tartışmalar epey yapıldı. “büyümeyi”, “ilerlemeyi”, bugün fener/gs/beşiktaş nasıl popülerse aynen öyle popüler olmak diye düşleyenler var: yani futbol gazetelerinde ayrı sayfamız olacak, televolelerde bizim topçular görünecek, alâkasız tv programlarında gençlerbirlikliler yer alacak, falan. buna karşılık, gençlerbirliği’nin büyüse, şampiyon olsa bile “bizans gibi” olmaması gerektiği fikrinde olanlar da var. ben de öyle düşünüyorum. mütevazı bir gururu, gururlu bir mütevazılığı hep korumaktan yanayım. ne kadar “güçlü” olsak olalım, şımarık, tepeden bakan, güce tapan bir havaya girmek, bozar bizi. (bakın, beşiktaşlılar bile “halk takımı” kimliğini yitirmenin sancılarını çekiyorlar hâlâ, mutsuzlar.)
öte yandan, usul usul popülerleşirken şahsiyetli bir duruş geliştirmek de mümkün. gençlerbirliği’nin bu bakımdan en büyük şansı, başka takımları tutanlar da dahil, geniş bir ‘futbolsever’ kitlesinin sempatisini kazanıyor olması. oyun üslûbuyla, kafa tutuşuyla, rengiyle, isminin özgünlüğüyle ve işte o mayasıyla... üstelik sadece ankara’yla sınırlı olmayan bir sempati dalgası... üç beş yıldır her parlak maçımızdan sonra birçok alâkasız insandan tebrik telefonları, mesajları alıyorum – kimisi başka takımları tutuyorlar, kimisi tarafsız futbolsever... ve zaman içinde bu insanların bir bölümünün gençler’i “ikinci takım” gibi benimsediğini hatta kimilerinin gönlünü artık kırmızı-siyaha teslim ettiğini ya da etmenin eşiğine geldiğini gözlüyorum. bu sempatizan profilinin karakter özelliği, sahiden futbolsever olmaları; gençlerbirliği’nin oyun stilinde, tribünlerinde, tekrarlıyorum mayasında, kibirli ve mütehakkim üç istanbullu’da olmayan bir ışık görmeleri. emin olun, “azlığımızın” da bu sempatide bir nebze payı var! illâ çok kalabalık olmasak bile, kendi özgün tezahüratlarımızı, kendi özgün atmosferimizi geliştirebilsek, “temiz tribün” coşkusunu daha berrak bir şekilde ortaya koyabilsek, çok futbolseverin gönlünü çelebiliriz. türkiye’deki futbolsever potansiyelini taraftara dönüştürme fırsatına sahibiz; kulübün bu fırsatı ciddiyetle değerlendirmek gibi bir stratejisi olmalı. bu sempati akışını özümlemeyi başaracak bir strateji, başka türlü bir popülerleşmenin kapısını açabilecektir gençlerbirliği’ne!