1923 haziranının ortalarına doğru beyoğlu’nun yabancı ve azınlık gazetelerinde yayınlanan şu haber ve ilan şimşek gibi çaktı:
“ingiliz gardler karması türk kulüplerine meydan okuyor. galibine işgal orduları başkumandanının ismini taşıyan büyük bir kupa konmuş bulunan maçı kabul edecek türk kulübü, dışarıdan dilediği kadar takviye almakta da serbesttir”
bu cüretkarane ilan bir gün sonra türk gazetelerinde de okununca etki daha büyük oldu. şehrin müslüman ve türk semtlerine, en izbe köşelere kadar, ağır ve sinirli bir hava çöktü. nasıl çökmesin ki, hemen hiçbir türk ailesi yoktu ki, henüz 2 – 3 yıl önce, çanakkale veya arap çöllerinde bir veya daha fazla evladını ingilizler karşısında şehit vermiş olmasın. türk ailelerinin içini burkan bu taptaze şehit acıları o yıllarda ancak fenerbahçe’nin ingilizler karşısındaki zaferleriyle dinmekte idi. şimdi ise, aynı düşmanın bu derece ağır bir meydan okumasını hangi türk kulübü kabul edebilecekti? ya fenerbahçe de aldırmaz, yan çizerse... ne olacaktı? zaten ingilizlerin hedefinin fenerbahçe olduğunu herkes biliyordu. çünkü yenemedikleri türk kulübü o idi. davalarını fenerbahçe ile halletmek istiyorlardı.
aradan sadece 3 gün geçti. bir cumartesi sabahı istanbul’un her dilde bütün gazetelerinde türkler için iç açıcı, yürekleri ferahlatan şu haber okundu: “ingiliz gardler muhtelitinin defisini fenerbahçe kulübü kendi öz kadrosuyla ve şartsız olarak kabul etti.”
gerçekten 15 haziran 1923 günü kuşdili çayırı kenarındaki o beyaz ve tertemiz binada, türk sporunun kara günlerindeki bu kabesinde her zamankinden değişik bir hava esmişti. sabah 10’da yukarı kattaki küçük idare heyeti odasında başbaşa veren nasuhi (baydar), galip (kulaksızoğlu) ve tevfik (taşçı) beylerden kurulu 3 kişilik fenerbahçe idare heyeti, takım kaptanı zeki (sporel) ile bir saat süren bir görüşmeden sonra, tarihi kararı almıştı. meydan okuyanlara, çok iyi ingilizce bilen tevfik beyin kalemiyle, şu mektubu hazırlamış ve hemen göndermişti:
“istanbul ve havalisi müttefik işgal orduları başkumandanlığı spor amirliği canibi ailelerine – harbiye / istanbul
fenerbahçe spor kulübü, bütün türk kulüplerine yaptığınız çağrıyı okumuş ve öğrenmiştir. kulübümüz, arzu buyurulan karşılaşmayı, yine arzu buyurulan gün ve sahada, yalnız kendi kadrosuyla yapmaya ve cevabınıza muntazır olduğunu yüksek makamınıza bildirmekle sonsuz şerefler duyar.”
ingilizler maç günü olarak, hemen 10 gün sonra, 29 haziran 1923’ü, saha olarak taksim stadını ve hakem olarak da avusturya milli takımının istanbul’da yerleşen meşhur santrhaf ve kaptanı çek antonin kratky’i ileri sürdüler. fenerbahçe, bunların hiç birine itiraz etmedi. kabul edip maç günü ve saatini bekledi.
29 haziran 1923’ün maç saati boğazları sıkan, kalpleri durduran heyecanlar arasında yaklaştı. beyoğlu caddeleri tarihi topçu kışlası meydanını doldurmaya akın eden fesli, şapkalı, üniformalı binlerce insanla bir geçit töreni manzarası yaşıyordu. stadın demir kapı ve geçidinden, birbirlerini adeta çiğneyerek, içeri girebilen halkın bir kısmının yüzleri soluktu. bir kısmı da artık muhakkak gördükleri bir fenerbahçe mağlubiyetinin neşe ve zevkini, nihayet ve mutlaka, duyar etkisini veren bir sevince boğulmuştu.
bu kalabalık içinde neler ve kimler yoktu... yalnız fesli ve şapkalı siviller değil, fakat, ingiltere imparatorluğunun dört kıtaya mensup her renk, kılık ve rütbede üniformalıları da vardı ve binlerce idi:
kısacık ekose etek ve çıplak bacaklı iskoç askerlerinden başları kalın ve geniş tubanlı hindulara, sarışın delikanlılardan, bellerindeki keskin satırları pırıl pırıl parıldayan, kuzguni suratlı afrika yarı vahşilerine kadar...
saha kenarındaki yüzlerce koltuk ve iskemlede işgal orduları general, amiral ve yüksek rütbeli subayları, renk renk ve çeşit çeşit üniformaları ve eşleriyle yer almışlardı. bu arada, sırf bu maç için ıron duck diretnotiyle gelen malta valisi lord plummer da göze çarpıyordu. yakınlarında avusturalya ve yeni zelandalı muhafız askerler dolaşmakta, bir arada çok nadir görülebilir bu topluluk neşe ve gurur içinde bulunmakta idi.
ortada beyaz örtülü bir masanın üzerinde o çok muhteşem general harrington kupası da duruyor, etrafı ve sahayı çevreleyen kışlanın damlarını ve yüzlerce penceresini dolduran yığın yığın halk kitleleri ve düşman orduları mensupları taksim stadının bu fevkalade dekorunu türlü düşünüşler içinde seyrediyorlardı. o derecede ki, sahada fenerbahçe b takımının, ezeli rakibi galatasaray b takımını canlı bir oyun ve nevzat usberg’in demir gibi şutlarıyla 3-1 yenmekte oluşu en koyu taraftarları bile ilgilendirmemekte idi. bütün türkler namus maçını bekliyorlardı.
tam 5 yıldır düşman işgali altında inleyen gamlı istanbul’un bu garip ve hüzünlü haziran akşamının bu olağanüstü manzarasını heyecan, fakat sessizlik içinde temaşa çok sürmedi. şiddetli bir alkış taksim stadını yeridnen oynattı. gardler muhteliti koşarak, adeta tepine tepine sahaya çıkıyordu. yepyeni gıcır formalar giymişler, kalp üzerinde beyaz yuvarlak içindeki g işaretiyle, fenerbahçe’yi yenmek için bütün güçlerini birleştirdiklerini ilan etmekten çekinmemişlerdi. şapkalar havalarda, hurra...lar ve türlü dillerde bağrışmalar etrafı inletiyordu. hepsi iri yarı, boylu boslu idiler... topa uzun uzun vuruyor, taksim tarafındaki gölgelik kalenin ağlarını delik deşik ediyorlardı. görünüş, fenerbahçe ve türk seyircisi için, çok korkunçtu.
işte, bu arada feenrbahçeliler de sahaya çıkıyorlardı. en önde kaptan zeki olarak, her zamanki gibi başları öne eğik, ağır ağır ve gösterişsiz harbiye tarafındaki güneşli kaleye doğru yürüyorlardı. halleri ve sahaya çıkışlarındaki bu tevazu o gerçek hüviyet ve şöhretleriyle taban tabana zıttı.
koca bir lig süresince hiç yenilmeden, hatta hiç de gol yemeden, 58 – 0 gibi, belki dünya futbol tarihinde eşi görülmemiş bir şampiyonluğun taptaze yaratıcı ve kahramanları sanki bunlar değildiler.
hele, tam 5 yıl, 50 maçta düşman takımlarını perişan edenler, tam 193 golle düşman kalelerini delik deşik eyleyen ve ümitsiz milletine güven aşılayıp candan sevilenler de sanki bunlar değildiler. o kadar mütevazi idiler ve milletin kabini fetheden o tevazularıyla, gösterişsiz, başları öne eğik olarak sahaya girmiş, avusturalya ve yeni zelandalı düşman tüfekliklerinin aralarından geçip ağır ağır harbiye istikametindeki kaleye doğru yürüyorlardı.
fakat, taksim stadı bugün artık bir başka alemdi. bu sefer, yıllardır ilk defa olarak, bir türk takımını alkışlamaktan ve tezahürattan sanki gökler gürlemekte idi. canları gibi sevdikleri takımı tam 5 yıl alkışlamak hak ve zevkinden mahrum kalmış türk seyircisi, istiklal savaşı’nın kazanılmış olmasından doğan bir cesaretle, artık çekinmiyor, bütün gücü ve o birikmiş bütün sevgi hasretiyle doya doya fenerbahçe’yi alkışlıyordu... haydi fenerbahçe... bugün de gösterin türk’ün gücünü... feryatları beyoğlu göklerini inletmekte idi.
kratky’nin düdüğü ile ingiliz takımının karşısında yer alan fenerbahçe takımı her zamanki o meşhur tertibini muhafaza ediyordu:
forlar: sabih (arca), alaeddin (baydar), zeki rıza (sporel), ömer (tanyeri), bedri(gürsoy)
mevsim sonu oldukça yıpranmış, bu yorgun kadroda futbolcuların bir kısmı yara bere içinde idi. soliç ömer de sakat sahaya çıkmıştı.
mücadele sıkı ve sert başladı. ingiliz karması çok şarjlı ve görülmemiş bir ahenk içinde, son derecede çabuk bir oyunla fenerbahçe kalesine yükleniyordu. bu durum gürültülü tezahüratla teşvik edilirken, türk seyircisiyle beraber fenerbahçe takımında da aşikar bir sinirlilik göze çarpmakta idi.
o kadar ki, fenerbahçe’nin o dillere destan olmuş ahenginden ve türk futbolunun ilk beraberlik örneği zeki – alaeddin kombinezonundan bir eser görülmüyordu. soliç ömer de sakattı. sadece, devre ortalarında, kaptan zeki’nin bir şutu ingiliz direklerinden geri dönmüştü.
dakikalar ingiliz baskısı altında ilerlerken 34. dakikada, santrforun kurşun gibi bir şutunun fenerbahçe direğinin yan direğini sarsmasından bir dakika sonra, malta’dan getirilen chelsea’li soliç, 15 adımdan sert bir şut savurdu. şekip’e kımıldama imkanı vermeyen bu vuruş topu bir anda fenerbahçe ağlarına taktı. şapkalar havalarda uçmuş, az sonra da, fenerbahçe ilk devreden 1-0 yenik ayrılmıştı.
devre arasında, o zamanki tüzük gereğince, nasuhi, galip ve tevfik beylerden kurulu, 3 kişilik fenerbahçe idare heyeti ile, ilk türk futbolcusu fuat hüsnü (kayacan) ve kuruculardan sami (coşar) beyler taksim stadının giriş kapısının sağ tarafındaki o loş ve harap soyunma odasına girdiler. ingilizlerin çok hırslı ve sert oyunundan yara bere içinde kalmış ve asabiyet içinde adeta titreyip kıvranan takıma sükunet ve itidal tavsiyesinde bulundular. normal oyunlarıyla hasımlarını mutlaka yeneceklerini, bimlerce taraftar ve yüzbinlerce türk’ün bugünde kendilerinden mutlaka zafer beklediklerini, bu mutlu sonuca ise yalnız gayretle değil, aynı zamanda, serinkanlılık ve şuurla erişebileceklerini onlara hatırlattılar.
bugün içlerinde yalnız tevfik beyin hayatta olduğu bu beş en eski ve tanınmış fenerbahçeli, hakem kratky’nin tiz düdük seslerinden sonra, o loş ve rutubetli soyunma odasından çıkan 11 sarı – lacivertli futbolcuyu teker teker alınlarından öperken hepsinin rengi sapsarı ve gözleri de nemli idi.
feenrbahçeli futboclular ikinci devrede asabiyeti üzerlerinden atmış ve etkili hücumlarla ingiliz defansını sarsmaya başlamışlardı. sağlı sollu ve ortadan hücumlarla o beton müdafaayı zorluyor, gardlar muhtelitinde artık bir bocalama seziliyordu.
iki hasım tarafından yakından marke edilen zeki, 60 ncı dakikada, cansiperane bir saldırışla ileri atıldı. ceza çizgisine geldi ve o tutulması imkansız müthiş sol şutlarından birini savurdu. top, sağ üst köşeden meşhur gardler muhteliti ağlarında. şimdi de fesler havalarda uçuyor, alkış ve sevinç feryatları, yaşşalar, haydi sesleri beyoğlu semalarını inletiyordu.
bu beraberlik golü fenerbahçe’yi şahlandırmıştı. o her zamanki canlı ve soğukkanlı oyununu daha mükemmel bir ahenk içinde uyguluyor ve kuvvetli hasmı ile gayret ve enerki yarışına girişmiş bulunuyordu.
türk futbol tarihinin yabancı maçlar bölümünün bu en iddialı karşılaşması iki taraf olmuş muazzam kalabalığı heyecanlara boğuyordu. taksim stadı hayatında böyle bir maç görmemiş, bu derece manevi bir heyecanla sarsılmamıştı. bu, bir futbol maçı değildi. türk sporcu gençliğinin namus ve şeref mücadelesi idi.
dakikalar ilerledikçe halk yığınları sağa sola dalgalanıyor, tel örgüler arkasındakiler ise birbirlerini çiğniyorlardı. saha kenarındaki yüzlerce koltuk ve sandalyedeki renk renk kıyafetli işgal ordular mensupları ve eşleri de artık yerlerinde oturamaz olmuşlar, başta malta valisi lord plummer olarak, onlar da mücadeleyi, heyecan ve asabiyet içinde, ayakta izlemeye başlamışlardı.
işte; 74. dakikaya gelinmişti. kaptan zeki, santrhaf ismet’in uzattığı topla müdafaayı yine yardı. sağ ve solundaki iki yapışkan markajcısıyla beraber, yine 18 üzerine gelmişti ki, bütün gücüyle, yine bir sol şut savurdu. blackpool’un o namlı kalecisinin ok gibi plonjonu beyhude idi. çünkü, türk futbol tarihinin o kıymettar ve eşsiz santraforunun sol bacağından o şiddetli darbeyi yiyen meşin yuvarlak, kaleciden çok daha çabuk uçmuş ve bu sefer sol üst köşeden ağlarla kucaklaşmıştı.
bu öyle bir goldu ki bu, öyle bir goldü ki; kurtarılamazdı. bu, öyle bir goldü ki; hiçbir benzeri bu derece içten ve göünlden alkışlanmamıştı. ve nihayet; bu, öyle bir goldu ki; türk’ün zaferini ve fenerbahçe’nin düşman karşısında yenilmezliğini ilan etmişti.