benjamin holland'ın takımdan ayrı düz koşu kitabında yayınlanan "bir 'futbol ülkesine' dışarıdan bakış - 'evet... maalesef...'" başlıklı yazısından;
türkiye'ye ilk gelişim 1994 dünya kupası finalinin ertesi gününe denk gelmişti. üç haftalık ziyaretimin her lokantada, barda, otelde ya da terminalde, türkiye'nin herhangi bir yerinde roberto baggio'nun o penaltıyı kaçırışını izledim. ayrılma zamanım geldiğinde futbol konusunda oldukça ciddi bir ülkede olduğumun bütün bütün ayırdına varmıştım. türkiye de katılmış olsaydı neler olurdu merak ettim.
merakımı iki yıl sonra türkiye ulusal takımı birçok insanın belleğinde ilk büyük turnuva olan euro 96'ya katılmaya hak ettiğinde giderdim. türkiye'nin finallerdeki yerini garantileyen 2-2'lik isveç karşılaşmasının ardından kızılay meydanın'nda "avrupa, avrupa duy sesimizi!" diye inliyordu kalabalık. türkiye'ye yeni gelen biri için bile yalnızca futboldan söz etmediklerini söylemek kolaydı.
finaller yaklaştıkça ulusal ruh hali, değerlendirebildiğim kadarıyla, yüzeydeki güven ile daha derinlerdeki büyük karamsarlığın bir karışımıydı. gazeteler iri başlıklarla türkiye'nin olası şampiyonlardan olduğunu öne sürdü, öteki takımların türkiye ile karşılaşmaktan çekindiklerini savundu ve çeyrek finallerdeki olası rakiplerinden söz ettiler. birçok insan bana türkiye'nin grubundaki avrupa'nın önde gelen futbol takımlarından olmayan öteki takımlarla hiçbir sorun yaşamayacağını söyledi. yine de ortada garip bir kuşku hissi de vardı, sanki insanlar yalnızca türkiye'nin yenilmesinden değil de bütün bütün boyunu aşmasından korkuyorlardı.
anımsıyorum da hırvatistan maçının yirminci dakikası gibi, henüz gol olmamışken, türkiye'nin görece daha az olan ataklarından biri anlatıcının şöyle demesine yol açmıştı: "belki biz de kazanmanın düşünü kurabiliriz." bu anlamlıydı. türkiye'nin gerçek düşü kazanmak değildi, yerini korumak, durumunu sağlamlaştırmak, yenilmemekti. maçın bitimine birkaç dakika kalmışken aldatıcı bir kazanma olanağı belirmişti - ne var ki, gerçekleşmeyecek bir düş olarak sunuluyordu bu da.
bu nedenledir ki türkiye'nin hırvatistan ve portekiz'e son dakika golleriyle 1-0'lık yenilgileri basında üzüntüyle karşılandı; aynı zamanda belirgin bir rahatlama da vardı. türkiye her iki maçta da iyi mücadele etmiş ve şansızlık sonucu yenilmiş gollerle kaybetmişti. yenilmişlerdi, ama ezilmemişlerdi, epeyce de iyi oynamışlardı. çeyrek final şansının yitirilmesinden sonraki son karşılaşma olan danimarka maçına kadar umutlar tükenmemişti. euro 96 sonunda ortaya çıkan istatistikler ise sarsıcıydı: üç maç, üç yenilgi ve sıfır gol. söz konusu olan futbol olunca atatürk'ün ülkesinin yüzünü batı'ya, avrupa'ya çevirme konusundaki tarihsel kararı bir yanlış gibi görünmeye başlamıştı.