avrupa milli takımlar kupasının revanş maçında italya'ya 1-0 mağlûp olduk
müdafaa taktiği ile oynayan takımımız bir varlık gösteremedi ve kupadan elendi. sahanın yıldızı rakip takım soliçi corso idi
golü sormani attı
kahraman bapçum
italyanlardan sadrce bir gol yedik ve.. ve ne oldu dostlar? başımız göpe mi erdi? bu maçı berabere bitirsek hattâ bir golle biz kazansaydık ne olacaktı? belki aramızdan bir çoğu sanacaktı ki, futbol itibarımız kurtulmuştur. hayal olacaktı bu tabi!..
oysa skor ne olursa olsun değişmeyen ve değişmeyecek olan şu idi; «aramızdaki fark bir uçurumdur.»
taktik defansifti. amaç skorun büyümemesi idi. iyi ama 90 dakikanın büyük bir kısmında tipik bir «ha babam» müdafaası yapan futbolcular başarılı mı sayılırdı? hele maçın başından itibaren sanki maç yenibahçe ile fenerbahçe arasında oynanıyormuş gibi frikik atılmasına mâni olarak, taca çıkan topu tribüne sallayarak - vakit geçirmeğe çalışan futbolculara ne denirdi?
italyanlardan sadece bir gol yedik. gel gör ki, türk futbolu dün en kötü günlerinden birini yaşadı. rakiplerimiz ise, kazanmak hırsı ve inadı içerisinde değildiler. «bir boşluk anı bulup atabilirsek ne ala.» düşüncesi ile oyunu rolantiye almışlardı. gene de zaman zaman - daha doğrusu çok zaman - inanılmaz bir rahatlık içinde futbol sanatının en ince ve zarif örneklerini gösterdiler. ama ister istemez tek ve perakende kaldı bu hareketler.
birinci perde
ilk dakikalarda ogün mevsimsiz bir fırtına gibi çarptı gözümüze. 4 üncü dakikada şeref'in gerilerden şandellediği bir topa bloke eden vieri'ye yüzde yüz kasıt kokan bir nizamsız şarj yaptı, iki dakika sonra bu defa salvadore'nin üzerine çok fena bindi. evvah ki- galiba toptan çok adam kovalayacaktık. 9 uncu dakikada oyun henüz kızışmadan bir ümit ışığı parlamıştı: uğur gerilerden koparıp getirdiği topla sıyrılmış, dalmış, düzelmiş ve şutunu çekmişti. vieri uçuyor ve ellerinin üzerinden geçen top az farkla auta çıkıyordu. biraz sonra özer de seri halinde faullerine başlayacak ve dakikalar ilerledikçe ay yıldızlı takımın defansı iyi kapanan, fakat şuursuz davranan bir tutumla oyunu sıkıştıracaktı. devrenin yirminci dakikasından sonra squadra azzurra (mavili tkaım) «zone defence» yapan bir basketbol takımı karşısında oynar gibi ay-yıldızlıların kalesini ablukaya alıp inanılmaz bir rahatlık içinde ver-kaçlar yapmağa başlamıştı bile...
devre işte bu hava içinde, genel görünüşü «zevksiz» geçti. 27 nci dakikada maldini'nin uzaktan attığı frikikte pula'nın çok güzel yükselerek vurduğu kafa şutu iyi yer tutan turgay'ın elinde kalıyordu. bir dakika sonra gene pula'nın beklenmez bir anda adetâ dokunurcasına vurduğu top direğin dibinden auta gidecekti. turgay bu son şute galiba bakamamıştı bile...
ikinci perde
ikinci devrenin görünüşü de birinci devreden hiç farklı değildi. bizimkiler yorulmuşlar ve yorgunluklarını gizleyemez olmuşlardı. en ufak çarpışmada yere düşüp, uzanıp yatışlarda sadece «vakit geçirmek» ve «maçı yenilmeden kurtarmak» kompleksi değil biraz da bu «yorgunluk» vardı.
italyanlara gelince oyunun başındaki enerji, çeviklik, sürat ve rahatlılık vasıflarını aynen gösteriyorlardı. ve hala, her hareketlerinde «bir boşluk yakalarsak ne ala...» havası vardı. dalmıyorlar: uzak şütlerle top öldürmüyorlar: imkân buldukça top tutup, bekliyorlardı o ânı...
ve sonunda buldular da...
final
menichelli, soldan daldı, sokuldu ve ortaladı... kale ağzında pula'nın takası ile top tam turgayın karşısında bitiveren sormani'nin önüne düştü... sonrasını ne turgay farketti ne de seyirciler... galiba sessizlik içinde topun yepyeni kale ağlarında çıkardığı hışırtıyı duyduk yalnız... sormani'nin vurduğu yer kaleye o kadar yakındı ki, turgay belki de bu topa vurdurmakta hata etmişti... maçın bitmesine dört dakika vardı.
böylece italyanlardan sadece bir gol yedik. ama onlar «futbol» oynadı, biz de «futbol olduğunu sandığımız şeyi...» bu hikaye de böylece bitti.