millî takımın kaldığı otelde 15 kadar italyan gazetecisi de vardı ve bunlar, türk kafilesinin konuşkan idarecilerinden her istediklerini rahat rahat öğrenmiş, gazeteleriyle de herkese duyurmuşlardı. kurt idareci olmak, sadece futbol sahasında vazife görmekten ibaret değildi. bunu bilmeyen veya bilmek istemeyen de, o futbol sahasındaki hezimetlerin sebebini, gereği gibi keşfedemezdi.
kafilede doktor da yoktu, dedik. turgay sakattı, oynıyamıyacağını söylüyor, fakat oynaması için tedavi edilmesini istiyordu. böylece pazar günü belki de italya takımını alkışlamak için tribünde bulunacak bir italyan doktoru muayene etti turgay'ı... tıp adamı her şeyden önce tarafsız olurdu, onun nazarında karşısındaki hastanın cinsi veya ırkı, milliyeti önemli sayılmazdı. fakat turgay'ın, bir türk doktoruna derdini daha iyi anlatabileceği düşünülmez miydi?
çocuklar, iklim değişikliğinden şikâyette ise berdevamdılar. hatırlıyorduk ki, dünya kupasına gidecek takımların çoğu, kendi memleketlerinde şili'nin iklimine yakın yerlerde hazırlanmış veya müsait değilse iklimleri, şili'ye bir müddet önce gitmişlerdi. takımımız ise, 39 derecelik ısı farklarıyla, denize girenlerin yurdundan karda titreyenlerin ülkesine bir çırpıda getirilmişti.
işte bu şartlar içinde 2 aralık günü gelip çatlı. taktiğimizin «müdafaa» olduğu açıklanmıştı. aslında, kuvvetli bir rakibe karşı «müdafaayı sağlam tutmak» makul bir fikirdi. fakat bunun şekilleri vardı. modern futbolde, mesela «4-2-4» taktiğine başvurulabiliyor, iç oyuncularından biri geri oynuyordu. macaristan'ı 3-1 yendiğimiz maçta böyle bir taktiğin başarılı olduğu görülmüştü. fakat ille de bu şekilde ısrar olamazdı. müdafaanın sağlam tutulması için başka düşünce öne sürülebilirdi. ama 11 oyuncudan 9'unu kale önüne çeken bir şekil, doğrusu pek tavsiye edilemezdi. böylesine kapalı müdafaa yapmaya çalışan takımın, inadına çok gol yediği ziyadesiyle görülmüştü. apak, taktiğinden emindi. «5 3-2» şeklini pek benimsemişti. ilerde sadece iki forvet bırakmak, mağlûbiyetin peşin kabulünden başka mana ifade etmezdi. sahaya yenileceğini bile bile çıkan bir takımın da, kaç tane yiyeceği, elbette bilinemezdi. metin ve şenol'un ilerde tek başlarına ne yapabileceklerini kara kara düşündükleri farkediliyordu. halbuki metin, bu maçta «hayatının oyunu» nu oynamağa azimliydi. fakat yanında hiç kimse olmayınca, ne yapabilirdi?
nihayet maç başladı. takımımız bir şaşkınlık içindeydi. kendilerine verilen taktiği ya iyi anlamamış, ya da onlar da makûl bulmamıştı. fakat bir kısmı apak'ın taktiğine uymağa, diğerleri estiği gibi oynamağa başlayınca, takım tam bir başıbozuk manzaraya büründü. ve işre sağaçık orlando da, karşısında kimse yokmuşçasına şahlanınca, goller peşpeşe diziliverdi.
italyanlar gol atmaktan yorulmuş futbolcularımız gol yemekten yorulmamıştı. sormani'nin bir şutu direkten dönmese, aynı oyuncu penaltıyı da filelere yollıyabilse, 6-0'ın 8-0'la yer değiştirmesi, pek mümkündü. dağılmıştık. gollerde kimin daha fazla kabahatli olduğunu farketmek, hem imkansız, hem lüzumsuzdu. mukadder akıbet gerçekletiyordu işte...
böylesine kötü hazırlanmış, böylesine eksik, böylesine aksak bir kafile, daha doğrusu, böylesine garip bir zihniyet, nasıl olur da başarı beklerdi? bu arada futbolcuların da, kendilerini göstermek hevesine kapıldığı anlaşılıyordu. italyan gazetecilerine ve otoritelerine görünmek çabası içinde, taktiği filan unutmuşlardı. aslında hatırlamaları da. bir fayda vermiyecekti. bu derece zararlı bir oyun şeklini, en iyisiyle dahi tatbik etmiş olmak, 6-0'ı çok çok 4-0'a indirebilirdi. o kadar...
futbolcularımıza, sahada kendilerini göstermeğe çabalarken, italya'da futbol transferinin bir gün önce bittiğini bilmiyorlardı anlaşılan... can bartu ise, «ah, diyr dövünüyordu kenarda, türk fut bolünü böyle mi gösterecektik?»
italyan gazetecileri, ne başlıklar, ne yazılar düşünüyorlardı o anda... haksız da sayılmazlardı. takımımız gol yedikçe bozuluyor, bozuldukça daha fazla yiyordu. ve tekmeye de başlamıştı.
2 forvetli hücum hattımız, maç boyunca sadece altı şut atabilmişti kaleye... italyanlar ise, bu sayıda gol atmış, onun dışında da gollük 22 şut çekmişlerdi.
yazı serimizin başlangıcından beri sıraladığımız hatâlar, eksikler, aksaklıklar, 6-0'ın nasıl mümkün olduğunu ortaya koymuştur sanırız. communale stadındaki muhteşem çöküş, uzun zamandır çatırdayan viran bir konağın, bir anda devrilişinden başka şey değildir. çatırdıyı duyamıyanlar, ancak bologna stadındakl enkazı görünce felâketi anlıyabilmişlerdir.
maçtan sonra bir ölü evini hatırlatan otelin salonunda, dudaklardan dökülen kelimelerin başında «reform» geliyordu. herkes, «reform» diyordu. «reform zaruretinden» bahsediyordu.
doğruydu... bir reform şarttı. ama böyle bir reforma, bizzat reformu isteyenlerden başlamak da, aynı derece doğru olurdu.
bologna bozgunu, yıllar yılı pek çok kimsenin hafızasına bir demir çubuk gibi çakılıp kalacak ve futbolumuz dış piyasada üçüncü, dördüncü sınıf telâkki edilmekten zor kurtulacaktır.