televizyon ve bilgisayarın olmadığı, dolayısıyla da televizyon ve bilgisayar neslinin de daha dünyaya “merhaba!” demediği, halkın haberleri rotatif baskılı gazetelerden okuduğu ve radyodaki ajanslardan aldığı, “yurttan sesler” ve “mikrofonda tiyatro” gibi hit programlarla eğlendiği, hacettepe, ptt, şekerspor, demirspor, gençlerbirliği ve ankaragücü’nün 1. ligde oynadığı, takımların deplasman masraflarını azaltmak için cumartesi günü bir maç oynadıktan sonra aynı şehirde ertesi gün de başka bir takımla daha maç yaparak kentine döndüğü, çikletlerden istanbul takımlarının futbolcularının yanı sıra fikri elma, zeynel soyuer, ertan adatepe gibi ankaralı şöhretlerin resimlerinin de çıktığı ve bu resimlerin özenle biriktirilip para gibi ceplerde taşındığı o kadim zamanlarda radyodaki 19.00 ajansı aynı zamanda memleket saat ayarıydı. saat tam 19.00’da radyoda gong yedi kez vurduğunda ailenin büyükleri saatlerini 19.00’a ayarlar, kurumu bitmişse özenle kurar, daha sonra da günün haberlerini dinlemeye koyulurlardı. tabii o zamanlarda belçika ya da hollanda trt’sinin de aynı şekilde çalışıp çalışmadığını bilmiyorduk gerçi avrupa’daki ecnebi memleketlerinde radyonun resimlisinin de çıktığı söylentileri de sık sık sohbetlere konu oluyor ama bir insanın radyonun içine nasıl girebileceğini aklımız bir türlü almıyordu.
allegro
dün akşam, önceden tahmin ettiğim gibi saat tam 18.00’de bizim memleket saat ayarı yani emre 82’nin babası aradı: “yahu babadostu, ben aramasam ne arayacağın var ne de soracağın. önce, takıma antrenman ziyareti yapıp temelli kavunu ya da baklava ikram ederek bursaspor maçı için moral verelim diye forumda topik açıyorsun, bizim oğlan gibi gencecik çocukların kanına girip bir heyecan kasırgası estiriyorsun, hatta alkaralar yürütücülerini de araya sokup konuyu bir de ana sayfaya taşıtıyorsun, ondan sonra da saat 18.00 olmuş hala dükkanda yan gelmiş pinekliyorsun. kalk, kapat dükkanı da çıkalım, saat 18.30’da tesislerde olmamız lazım, ancak yetişiriz!” diyerek sıkı bir fırça attı. ben hemen savunmaya geçtim:”dur teyzeminoğlu, hemen kızma. ben forumda da emre’ye cevap yazdım, foruma fazla girmediğin için bilmiyorsun. sen nasıl olsa memleket saat ayarı gibi saat 18.00’de ararsın diye demarke vaziyette bekliyordum. ben hazırım, hadi çıkalım” dememle birlikte, antrenmana yetişmek için dükkanı kapattığımız gibi soluğu tesislerde aldık.
gazetelerden okuduğum haberlere göre bursaspor teknik direktörü hagi, hafta içinde futbolcularına “istasyon çalışması” yaptırmış. yani bizim emre’nin babası’nın “terminal çalışması” dediği antrenman… baktım ersun hoca’nın yaptırdığı antrenman da “istasyon çalışması”na benziyor. birden içimden emre’nin babası’na takılmak geldi: “usta, o senin geçen gün dediğin terminal çalışması var ya, onun doğrusu istasyon çalışmasıymış” diye bir zarf attım. ben ondan: “ne istasyonu hoca? lalahan istasyonu mu yoksa?” gibi yaratıcı bir espri yapmasını beklerken, bizimki: “ha terminal ha istasyon, aynı şey, ne fark eder!...” diye serteldi. sitenin yürütücüsü barış da terminal ile istasyonun aynı şey olduğunu son derece teknik bir şekilde söyleyip emre’nin babası’na arka çıkınca bana da susup konuyu kapatmaktan başka yapacak bir şey kalmadı.
allegro konşimento
nerede kalmıştık? evet, bizim de olay mahalline gelmemizle tam 7 kişilik dev bir taraftar topluluğu belirgin bir şekilde ortaya çıktı. emre’nin babası: “hadi arkadaşlar, içeri girelim” deyince, açık kapıdan hep birlikte antrenman sahasına girdik. dediğim gibi, futbolcular istasyon çalışması yapıyorlardı ve dolayısıyla da ne “takımdan ayrı düz koşu” ne de “dar alanda kısa paslaşmalar” yapan vardı. baklavayı antrenmandan sonra ikram edeceğimiz için, antrenmanın bitmesini beklerken koyu bir sohbete koyulduk. m’bayo’nun darbesi sonucunda kaptan ümit’in iki dişinin kırılması, her hafta radikal futbol dergisinde ikinci ligi değerlendiren yazılarını zevkle okuduğum ve aynı zamanda iyi bir şekersporlu olan kıvanç koçak ile ikinci lig ve şekerspor’un durumu gibi konularda yaptığımız sohbetler gerçekten keyifliydi.
bu arada futbolcular istasyon çalışmasından bıkmış olacaklar ki iki antrenman sahasının kapsama alanının çevresinde tur atmaya başladılar. biz de tabii ki yanımızdan geçen futbolculara, m’bayo olayından sonra özellikle m’bayo’ya karşı “dişlik” takıp takmadıklarını sormayı ihmal etmedik.
allegro vesairetto
neyse, işte nihayet antrenman bitti. futbolcular bize doğru gelmeye başladılar. biz de 11 kişiden oluşan dev bir taraftar topluluğu olarak bir yandan futbolcuları avuçlarımız patlarcasına alkışlarken bir yandan da müthiş bir tezahürata başladık. öyle ki tesisler, alkışlarımız ve tezahüratlarımızla inliyordu ve binaların camlarının zangırdamaları da “zangır… zangır…”diye kulaklarımızı sağır edercesine yankılanıyordu! o anda iki yürütücü barış ile bülent bile aralarındaki kara kediyi kovup ellerini birbirlerinin omuzlarına atmış, neşe içinde zıplayarak "yenilsen de yensen de..." şarkısını söylüyorlardı..
bu arada nightfall, elindeki bir tepsi baklavayı futbolculara ikram etmeye başlamıştı bile. baklava o kadar lezzetliydi ki bir tane yiyen futbolcu bir tane daha yemekten kendini alamıyordu. ersun hoca ve futbolcular bu müthiş alkış ve tezahürat dalgası ile baklava ikramından dolayı çok duygulanmışlardı. fotoğraf makinesini bir sanatkar titizliğiyle kullanan yetkiner mayda, bu mutlu anları ölümsüzleştirmek için flaşları birbiri ardına patlatıyordu.
hocaya ve futbolculara bursaspor maçında başarılar dileyip bu baklava karşılığında yalnızca üç puan istediğimizi ve bundan başka bir isteğimiz olmadığını veciz bir şekilde belirttikten sonra birlik ve beraberliğe her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde çok önemli ve zor bir görevin daha altından başarıyla kalkmanın huzuru ve mutluluğu içinde futbolcularla ve birbirimizle vedalaşıp, böyle keyifli etkinlikleri daha geniş katılımlarla yeniden düzenleme isteğiyle tesislerden ayrıldık. emre’nin babası kıvanç koçak ile birlikte yarı otomatik arabasına, ben de barış ile birlikte full mekanik arabama bindiğimizde saat 20.00’ye geliyordu. hava artık kararmış, bulutlar da iyice dağılmıştı ve bu sırada doğu ufkundan yükselmeye başlayan mars, tüm güzelliği ve yalnızlığı ile bize gülümserken, bir an için bana öyle geldi ki: “dünyanız yine de düşündüğünüz ve sandığınız kadar kötü ve kokuşmuş değil. yine de sistemin yaşanabilir tek gezegeni. tüm insanlara, hayvanlara ve bitkilere fazlasıyla yetecek kadar yer var. hayat aslında çok kısa, kıymetini bilin. biraz da keyfini çıkarmaya bakın. çok çalışın ama ne olur az aşının!” der gibi bakıyordu sanki...