günlerdir hep şu «bytom» var kafalarımızda... bu arada hususi, resmi bir sürü maçlarda oynadık ama, ayaklarımız mecburen meşin topun peşinden koşarlarken kafalarımız gene «bytom» dopdoluydu. hani büyük bir gün, mesela bir bayram, bir düğün günü filan beklersiniz de ondan önceki günler nasıl yavan, alelade gelirse size, bizler de bugüne kadar «24» saatleri öylesine geçirdik. fakat, işte artık o büyük gün geldi çattı... bir haftadır kamptayız. mukadderatlarımızın, adeta trapez canbazlarınınki gibi birbirimizin elinde olduğunu biliyorduk. onun için herkes kendininki kadar diğerlerinin de sıhhatleriyle, rejimleriyle, idamanlarıyla alakadar oluyor, birbirlerinin gözlerinin içine bakıyordu. bilmem neden zor diye şöhret yapmış meşhur bekleyişler arasında hayati maçları bekleyişi saymayı unuturlar.
futbolcuların odalarında...
bugün maçtanm önceki son günümüz... sabahtan itibaren akreple yelkovanın kaplumbağa ilerleyişleri asap zembereklerimizi kurdukça kurdu. dakikalar uzuyor, saatler bitmiyor, kısacası gün seneleşiyordu... sabah jimlastiği, kahvaltı, nazari ders, yemek, istirahat, antrenmana hareket, antreman, sinema, kampa dönüş, yemek... nihayet güçbela geceyi getirdik. şimdi herkes odalarına çekildi. fakat gayet iyi biliyorum ki, hiçbiri uyuyamayacak hemencecik. belki daha saatlerce yataklarında dönüp duracaklar, yarınki maçı kafalarında kuracaklar, kuracaklar... mümkün mertebe kafalarındakini kovalayıp onları değişik, yumuşak düşüncelerle oyalıyalım diye odalarını son bir defa gezeyim dedim...
candemir yatağında (red kid) okuyor, belki de okur gibi yapıp avunuyordu. onunla biraz bu tertip romanlardan konuştuk. ergun'la suat elektriklerini söndürmülkerdi. fakar daha kapı tık derdemek yataklarında doğrulup elektriği yaktılar... bundan da pek memnun görünüyorlardı. oturduk motor ve otomobiller üzerinde bir hayli konuştuk. zira bu, onların müşterek amatör zevkleriydi... b. ahmet'e masaj sırasu en son geldiğinden henüz masaj yaptırıyordu. masör orhan'la kadri'nin o gün yaptıkları güreşi hatırlayıp gülüştük. değişmez oda arkadaşları talat, uğur, mustafa her gece başuçlarına konulan şekerli yoğurtlarını kaşıklıyorlardı. çocukumsu çocukumsu birbirlerine takılışlarını pek sevdiğimden onları kapıştırıverdim... epeyce güldük «iyi geceler» temenni edip kapılarını çekince de hemen içerde bir yastık kavgasıdır başladı. işitmemezliğe gelip çektim gittim. çünkü kara kara maç düşünmekten daha iyi idi bence... kadri ile değişik bir mevzuu görüşmek imkanı olamadı... çünkü, lafı everip çevirip hep futbola getiriyordu... ona «allah rahatlık versin» demekten başka çare bulamadım. turgay'la, metin'in kapılarını çaldım en nihayetinde. zira biliyordum ki, onlar en zor bırakırlar insanı. nitekim her kalkmaya niyetlenişimde, ant vererek bırakmadılar yakamı. yanlarında tam yarım saat kaldım. turgay, birkaç maçta kaptansız bıraktığı takımına tekrar kavuşacağından son derece neşeli. o gün yapılan radyo röportajında metin'in söylediği «bu maçta topa vurmak için bilek, maça asılmak içinse yürek lazım...» sözlerini tekrar edip kıkır kıkır gülüyor: «acele etme bileğini de yüreğini de yarın göreceğiz» diyordu.
güçbela gönüllerini yapıp odama yollandım. coşkuni önünde dopdulu bir sigara beni bekliyordu... laf olsun diye «çok sigara içiyorsun coşkun» dedim. gevrek gevrek güldü. güşüyle «ya sen?» der gibiydi...
bütün bu laf olsun diye edilen konuşmalarla, maçtan önceki son gecemiz sona eriyordu... fakat herkes bu heyecan örtüsü saçma konuşmaların altında bütün ciddiyetiyle «bytom»a karşı hazırdı.