"nihavent" makamından "sevil de sevme" şarkısını söyleyerek gittik endülüs'e... işler "rast" gitti, hedefi vurarak, sevinç şarkıları söyleyerek ve tarihe tanıklık ederek döndük....
-mehmet ayan
türk sanat müziği'nden hoşlanır mısınız? sadettin öktenay'ı bilir misiniz? ya nihavet makamını?.. dünya markası bir derginin sayfalarında, kuşe kağıt ve parlak resimlerin arasına bu kavramları sokmanın ne anlamı var mı diyorsunuz yoksa? ya da: bu sorular futbolla ne alaka ki? rock değil, caz değil, pop değil! pink floyd, queen, paul mccartney de uymaz! adamın belli bir rahatsızlığı var! nihavet falan... kafayı yemiş olmalı! dur bakalım lafı nereye getirecek? söz savunmanın... "sevil de sevme, ağlama ağlat, yoksa zehrolur bu tatlı hayat!"
birçok sporsever sevilla-fenerbahçe serisini bu şarkıyı mırıldanarak geçirdi. bunda lig radyo'da hafta içi her sabah yayınlanan "futbol sabahı" programının sahibi "futbol meczubu"nun payı var. adam iki takım eşleştiği andan itibaren aynı nakaratı bağırdı durdu. "sevil de sevme, ağlama ağlat, yoksa zehrolur bu tatlı hayat!". yine aynı kişi eşleşmenin ispanya'daki ayağını da yerinde izledi. işte o seyahatin öyküsü... fenerbahçe tarihinin inşallah sadece bugüne ait olacak (daha da geliştirilmesi anlamında) en büyük zaferinin hikayesi...
şarkılarla başladık ya devam edelim...
"zil, şal ve gül... bu bahçede raksın bütün hızı... şevk akşamında endülüs üç defa kırmızı..." bu mısralar sadece dilimizde şarkı olmuşken karşımızda duruyordu. şimdiyse endülüs'ün başkenti sevilla'daydık. bu seyahate sadece "yeni yerler görme ya da fenerbahçe ile kupa zaferine tanıklık etme" anlamı yüklemek haksızlık olurdu. başından itibaren, satır-satır, doya-doya yaşamaya çalıştık... seyahati, maçı, sevilla'yı ve elbette ki endülüs'ü...
3 mart sabahı önce thy ile madrid'e oradan da iberia ile sevilla'ya uçtuk. iberia yolculuğu bazı arkadaşlarımızın bavullarının kaybolması nedeniyle kabusa dönüştü. sevilla havaalanı'nda kayıp bagajlar için kaybettiğimiz bir buçuk saat, fenerbahçe antrenmanına ve zico'nun basın toplantısına yetişmemize de engel oldu.
neyse, otelimize yerleştikten sonra yemek faslına geçtik. ispanyol taksicinin 10 euroluk mesafe için bizden aldığı 20 euro karşılığında gidilen flamenko barda hem yemek yeme, hem meşhur sangria'dan (az alkollü meyve aromalı şarap) içme hem de flamenko dinleme şansımız oldu. zil, şal, gül ve topuk dansıyla harmanlanmış iki saatin içinde, maça gelen fenerbahçeli taraftarların yanı sıra fenerbahçe'nin 100. yıl marşı bestecisi kıraç'ı da görmek mümkündü. flamenko barın aslında yalnızca adı bar! yoksa bildiğiniz tiyatro... sahnenin altına 10-15 sıra sandalye yerleştirilmiş... ardında ise yemek yiyenler için masalar... öndeki sandalye dizini, yemeği evinde yiyip sadece gösteriyi seyretmek maksadıyla gelenler için. arkası ise ispanyol mezeleri tapaslar ile başlayan yemek menüsüne gömülmüş bizim gibilere... flamenko bardaki gecenin sonu, kentin sultanahmet'i sayılabilecek alameda meydanında içilen günün son içkileriyle geldi (ispanyol garson 12 gibi kovmaktan beter etmeseydi, 12-13 dereceye varan gece sıcaklığında sohbeti sürdürürdük o ayrı!)...
ertesi sabah kahvaltının ardından geçilen şehir turu bize sevil berberi'nin çok ötesinde bir kenti tanıttı. al gözüm seyreyle... şu kadarım söyleyeyim kestirme olarak, biraz daha güneyde deniz kıyısında olaymış ikinci bir barcelona'sı olurmuş ispanya'nın... avrupa'da görme şansı bulduklarım arasında en düzenli şehirlerden biriydi. kent sokaklarını portakal ağaçlan süslüyor. elbette kimsenin aklına uzun uzun boyacı sopalanyla portakalları indirmek gelmiyor. sokak içinde turuncu-yeşil bir vaha adeta gördüğümüz. klasik bir avrupa şehir meydanı... ibadethane ve etrafında gelen turistleri söğüşlemek için kurulu hediyelik eşya dükkanları... ünlü giralde katedrali'nin etrafında faytonlar cirit atıyor... yanıbaşında kristof kolomb'un mezarı... acaba ruhuna bir 'harita' fatihası okumak gerekir miydi? sevilla'yı ikiye bölen, telaffuzunda güçlük çektiğimiz guadalquivir nehri, endülüs'e başkentlik etmiş bu topraklardaki en büyük simgelerden. sevilla, güney ispanya'nın kültür, sanat ve ekonomi başkenti...
insanlarda bizim hep sahalarımızda, sokaklarımızda görmek istediğimiz o centilmenlik mevcut 25 dereceye varan öğle sıcağında meydanlarda, kafelerde, restoranlarda özgürce gezen genç-yaşlı, kadın-erkek, fenerbahçeliler. hatta beşiktaş, galatasaray forması taşıyan türkler... şehir turu atan turistik otobüslerden birinin arkasında boydan boya sarkıtılmış bir türk bayrağı... terastakilerin ellerinde koca koca fenerbahçe flamaları... onları gören sevillalılar'ın en münafık olardan bize dönüp "cuatro-zero (yani 4-0)" diyorlar. en sert kızdırma biçimleri bu olsa gerek! temiz, geniş ve düzenli sevilla sokakla rındaki insanlar, her medeni toplum gibi otomobil trafiğinin alternatiflerinden faydalanıyor. hatırı sayılır bir trafiğe sahip 700 bin kişilik kentte isminin başında "is" bulunmayan bir şirket kuran belediye, çözümü bisikletle sağlamış. kaldırımlarda (ki oralarda galeriler yok, rahat edebiliyorsunuz!) yirmişerli parklardan bisiklet kiralayabiliyorsunuz. akıllıyız ya, "biz de bisiklet kiralayalım" diyoruz. ama avcumuzu yalıyoruz! meğer sistem şöyle işliyormuş... belediyeye kayıt yaptırıp bir kart alıyorsunuz... o karta kontör yükleyip şehrin çeşitli noktalarındaki parklardan bisiklet kiralayıp başka bir noktaya teslim edebiliyorsunuz.
sevilla'nın akşam trafiğinde maça güçlükle yetişiyoruz. basın tribünündeki yerimi bulduğumda, seremoni başlamış bile. stadın yanına maç başlamadan yarım saat önce gelebildik de yerimizi bulmamıza biraz uzun sürdü. basın ve protokol kapısı aynı kapı. artık ülkesine ve insanına aşırı güvenden midir, yoksa boşvermişlikten mi bilinmez, bu tip statların protokol kapıları pek bir 'lagar'. belki bize normal gelen halayık düzeni (ağam-paşamcılık) olduğundan adamların ritüeliyle ters düşüyoruz. tsyd'den bir yetkilinin bulunmadığı kapıda fenerbahçe'nin basın sorumlusu iki adaşıma ulaşmamız ve onların kalabalıklar içinden bize ulaşmaları 20 dakika kadar vaktimizi alıyor. akabinde boynumuzda akreditasyon kartlarımız sevilla numaralısındaki sevil azgınları arasında basın tribününü arıyoruz. basın ile taraftan ayıran bir bölüm yok adeta. birbirimizin peşisıra yukarı doğru çıkıp birkaç türk gazeteciyi uzaktan oturuyorken görünce anlıyoruz ki, basit bir 7.5'luk demirle ayrılan bölüm basın tribünü... güçlükle yerimizi alabiliyoruz çünkü maksimum 60 kilo insanların göbeğinin sığabileceği ene sahip bir aralıkta sandalyeler. göbeğiniz varsa (ki biraz var) sandalye arkalığı ile masa arasında sıkışıyorsunuz. yazı yazmak ise imkansıza denk!
basın tribününün starı kuşkusuz fanatik gazetesi genel yayın yönetmeni necil ülgen... fenerbahçe'nin maç içindeki direnci arttıkça 'hasan ali, olacak bu iş!' diye bağırdı durdu arkadaşına. haa.. unutmadan... bunu zico'ya taktik vermeye mola verdiği anlarda yapıyordu...
hava buz gibiydi. birkaç saat öncesinin 20 dereceleri, 150 dakikayı bulan maç sırasında rüzgarla birlikte 3 derece hissedilir oldu. basın tribününde donduk. istanbul'un kötü dediğimiz basın tribünlerini bir kez daha saygıyla andık.
stadyumun en azından numaralı tribünü rezalet! eski, dökük, duvar boyalan sararmış... şampiyonlar ligi için ayrılan zorunlu bölümler bizim ali sami yen stadı seviyesinde bile değil. tuvaletler rezil! tamam elenince adamlar klozet, pisuvar kırmadılar ama kapı kollarının bazıları yoktu. fenerbahçeli taraftarların oturduğu tribündeki tuvaletlerin ise portatif olduğu bilgisini aldım. ekiptekilerin bazılarının oturduğu sevilla çarşı tribününde de durum farklı değildi.
yalnız tuvaletleri kötü de olsa adamların (genelde avrupa'daki tüm taraftarların) bir konuda hakkını teslim edelim. marş söylüyorlar arkadaş marş! hep bir ağızdan, büyük bir olasılıkla bir anlamı olan, bu anlamın ruhlarından yüzlerine, kalplerinden dillerine yansıdığı, epik, didaktik ruh halleriyle marş söylüyorlar. kazanmaları, kaybetmeleri çok önemli değil. maçtan ruh huzuruyla çıktıkları kesin. ayrıca puerta için fenerbahçe taraftarıyla birlikte oluşturdukları anma ruhu da takdire şayandı.
maçın ardından son iki yılın uefa kupası şampiyonunu eleme sevincini doyasıya yaşadık.
dönüş yolculuğunda galibiyetin yorgun rehaveti vardı herkeste... mutlu türkler, viyana kapılarına dayanmamızdan sonra edinilmiş en büyük zaferlerden birinin haklı gururuyla geziyordu duty-free'leri...
içlerinden birinin mutluluğu ise daha da büyüdü... çünkü o kişi, 1975 ve civarı yıllarda doğan her türk futbolsever gibi, 1982 dünya kupası ve 1984 avrupa şampiyonası ile yoğrulmuş futbol beyinlerinin en büyük aktörlerinden biriyle karşılaştı... hayatı boyunca hiçbir "ünlü" ile fotoğraf çektirme derdi olmamıştı ama onunla fotoğraf çektirme fırsatını kaçırmadı... onunla... çocukluğunun, forması şortu dışına sarkmış ya da bilerek bırakılmış 10 numarasıyla... o mavi formanın sahibiyle... fransa'nın kaptanıyla... michel platini'yle...
iyi ki sevilla'ya gitmişim... tarihe tanıklık etmek güzeldi... hem fenerbahçe'nin tarihine hem kendi futbol tarihime...