çocukluğumun, bilinçli döneminden itibaren her türk evladı gibi benim de rüyam futbolcu olmaktı. televizyondan sınırlı şekilde izleyebildiğimiz maçlarda seçtiğimiz kahramanları, sokak arasında iki taşı üstüste koyarak yaptığımız kalelerin, belirlediği sahalarda koştururduk. ben, doğduğum gün olduğu gibi, o yaşlarda da hayatımı siyah beyaz pencereden renklendiriyordum ve en şanslı çocuklardandım mahallede. o yıllarda efsane takımımız üst üste kazandığı şampiyonluklarla, fırtına halinde memleketi dört bir yana savururken, bende bunun gururuyla, sevdiğim renklere tapınma dönemine yumuşak geçiş yapıyordum. fakat ülkemizde başgösteren kara fırtına yurdun batı kısmından dışarı insanı serinleten hoş bir meltem olarak çıkıyordu ve avrupa’da bu havayla etkili olma gayreti içindeydi... bu sebeple çocuk gözlerimizin gördüğü dinamo kiev, malmö faciaları bu yıllara rastlar. gerek kulüp gerekse milli takım bazında “yenildik ama ezilmedik” başlıklarının revaçta olduğu vakitlerdir ayrıca...
yıllar geçip biz ilk gençlik yıllarına hafif hafif veda edip üniversiteli olmanın futbola engel olmadığını öğrenirken, stadın orta yerindeki tribünün en orta yerini mesken tutup artık taraftar olmuşken, daha da önemlisi bir sürü facia daha görmüşken... “şampiyonlar ligi” isimli uefa icadının, bizim adımıza gereksizliğine inanmaya başladığımız, ama ilk denemede “az kaldı çıkıyoduk gruptan” dediğimiz organizasyonun ikinci bölümünü oynamaya hazırlandığımız sene...
2000 yılının eylül ayı... beşiktaş müthiş formla girdiği sezonda, önce levski sofya, sonra lokomotiv moskova’yı şampiyonlar ligi’nin dışına iterken. moskova’ya iki maçta 6 gol atıp bizi, acaba mı? soruları içinde gruplara gönderiyordu. kuralar çekildiğinde ise eşleştiğimiz takımların kritiğini bile kimseyle yapmak istememiştim... çünkü, bariz iç karartıcıydı. futbolla ilgili herhangi bir insana soracağımız avrupa’nın en iyi iki takımı kimdir? sorusuna alacağınız cevapların sizin grubunuzda eşleşmesi insanda maalesef müsbet duygular uyandırmıyor... milan ve barcelona grupta rakibimiz olmuştu. ingilizlerin genç nesilini temsil eden leeds united da üçüncü torbadan karşımıza dikilivermişti. ilk maç için san siro’yu ziyaretimiz, genel tahminleri boşa çıkarmayarak milan’ın üstünlüğü ile sonuçlanırken, biz, bizim fakirhanede barça’yı bekler olmuştuk. barcelona her dönemde olduğu gibi çok güçlü kadrosu yıldız futbolcularıyla yine ismi gibi dev bir takımdı. maç öncesi basın toplantısında kendisine yöneltilen “beşiktaş’ta kimlerden çekiniyorsunuz” sorusuna “beşiktaş’ı ve futbolcularını tanımıyorum” şeklinde cevap veren teknik direktör ferrer bizleri biraz kızdırıyordu....
maç günü, kluivert’i kim tutar? rivaldo serbest oynar mı? overmars solda tek mi kalacak? soruları beynimi marke ederken, nedense beşiktaş’ın oyun taktiğiyle ilgili hiç bir şey düşünemiyordum. barbaros bulvarından köyiçine doğru dönüp, ingiliz’lerin tabiriyle “pre-match drink” durumunun türk versiyonu olan rakı sofrası olayına girdiğimizde; ortamdaki genel kanı, maçı almamızın imkansız olduğu, en iyi ihtimalle berabere kalmamızın, leeds’le yapacağımız olası averaj hesabında işimize yarayacağı yönündeydi... nitekim barça, bir hafta önce leeds’i dört golle geçmişti...
saat 21.00 olduğunda içeri girmiş kapalı tribünün kalbindeki yerimizi almış, sahada ısınan barça’lı oyunculara yarı ingilizce yarı türkçe pozitif olmayan yaklaşımlarda bulunuyorduk. sahanın sol yanında barça, sağ tarafta da beşiktaş vardı. dünya şampiyonu fransa’ya tacı giydiren golü atan emmanuel petit’in bir ara vurduğu top beşiktaş tarafına geçip bizim fazlı ulusal’ın önünde kaldı. ikilinin karşı karşıya gelip fazlı’nın artislik tabir edeceğimiz hareketle topu petit’e geri atması hoşumuza gitmiş, iyice keyfimiz yerine gelmişti. bir kaç metre ötede dünya yıldızları ısınıyordu ve alacağımız sonucu çok fazla önemsemiyorduk. zaten sevinmek için sevmemiştik ki...
takımlar sahaya çıkmıştı. barça klasik formasıyla tribünleri selamlıyordu. beşiktaş’ın kadrosuna şöyle bir baktım. hemen hemen o akşam tahmin ettiğimizin benzeriydi sahadaki isimler. para atışıyla birlikte barça’ya gazhane tarafındaki kaleyi emanet ettik ve elleri kaldırdık havaya omuz omuza için...
eylül gecesinin serinliği, topa dokunulup maçın başlamasıyla tarifsiz bir sıcaklığa dönüştü içimizde... sahanın her yerini görebilmeye çalışıyordum ses tellerimi zorlarken. ilk dakikalarda oyun klasik tabirle ortada geçiyor iki takımda birbirine alışmaya çalışıyordu. aslında bizim alışacak bir şeyimiz yoktu, tüm yetenekleri en ince ayrıntısına kadar bilinen bir takım vardı karşımızda...
adam adama eşleşmelerde rivaldo, tayfur’la karşı karşıya geldiğinde benim gibi bir çok kişi benzer şeyleri düşündü, itiraf edelim... overmars daha önce hollanda milli takımı ve ajax formalarıyla kullandığı ve hepsinde de rahatlıkla başarılı olduğu, hemen kapalının önündeki sol kulvarı bu sefer o kadar rahat kullanamıyordu, bizde alıştığımızın aksine yadırgıyorduk kendisini. nihat kahveci o tarafta aldığı topları olumlu kullanmaya başlamış ve ileri çıkartmayı başarmıştı takımı... takım ilginç bir şekilde hareketlenmiş taraftarın iştahını açmıştı. zira iştahımızın açılmasına neden olan barcelona’lı oyuncuların da durgunluğuydu. biz tribün ahalisi her zaman olduğu gibi ataklarımızı takımın bir adım önünde sıklaştırmış ses tellerimizi henüz dinlendirmeye vakit bulamamıştık, bulmakta istememiştik zaten. çünkü beşiktaş, barcelona kalesine pençelerini geçirmiş rakibin hareket etmesini imkansızlaştırmıştı. yarım saat olmuştu, ne biz susmuştuk ne beşiktaş durmuştu. tayfur-rivaldo eşleşmesinden beklenmedik bir sonuç çıkıyordu. rivaldo yarım saat boyunca topla bir iki defa buluşmuş onları da tayfur’un markajı sonucunda olumlu kullanamamıştı. rivaldo’su durmuş bir barça pozisyon bulmakta zorlanıyordu. buna karşılık beşiktaş’ın savunma hattı öyle güzel kurulmuştu ki barça forvetleri zaten orta sahadan beslenemedikleri için, fazla ileri çıkmayan beşiktaş savunması arasında yapayalnız kalmıştı. tribün olarak yavaş yavaş yorulma durumundaydık zira 35 dakikadır sesimiz düşme eğilimi dahi göstermemişti...
nihat yine sağ kanattan aldığı topu öndireğe ortalıyor ve barça savunmasının arasından bir anda fırlayan ahmet dursun, buluştuğu topu filelere gönderiyordu... tam ses tellerimizi dinlendirelim derken bu sefer üç dört katı kadar daha şiddetli yormak zorunda kalmıştık. tribünler atılan bu golde yeteri kadar rahat sevinememişlerdi. çünkü dakika 38’di ve karşınızda barcelona vardı... dolayısıyla bir tedirginlik hasıl olmuştu insanların üzerinde. durun fazla sevinmeyelim, sakin olalım, rehavete kapılmayalım... sanki maçı futbolcular değil tribündekiler oynuyordu. ilk yarıyı bu şekilde bitirmek için yine ses tellerimize başvurmuştuk. nitekim mücadele devam ediyordu ölmek vardı ama susmak yoktu...
son düdük çaldığında devre aralarını geçirdiğimiz, stadın “antresi” olan koridorlarda, yorumlar başkalaşmıştı maç öncesine göre. artık barcelona’yı yenmeye aday bir beşiktaş vardı ve açıkçası heyecanlanıyorduk bunu hissettikçe...
ikinci yarı için tekrar görev bölgemize dönerken. fransız hakem düdüğü çalmış ve mücadele başlamıştı. beşiktaş, düdükle birlikte yeniden havalanmıştı inönü stadının üzerinde... barcelona’nın ciğerlerine giden nefes borusunu tıkayan karakartal, boğuyordu rakibini. ilk yarı boyunca muhteşem işleyen sağ kanat nihat’ın hafif sakatlanması nedeniyle biraz sekteye uğramış, barcelona sol kanadı da girdiği bunalımdan çıkmıştı. sağ kanadı bocalayan beşiktaş soldan münch ve ibrahim üzülmez’le atak oluşturmaya başlıyordu. bu defa sağ kanattaki gerard’ın başı dertteydi. nitekim ibrahim, “deli” lakabını sonuna kadar hakeden bir hareketle topu gerard’ın sağından atıp kendisi solundan geçince kapalıdan neredeyse bir gol sesi kadar gürültü çıkmıştı. biz iyice coşup ibrahim’i izlerken o, topu nouma’ya çıkartıyor nouma’da hemen yanındaki ahmet’e atıyordu pasını. ahmet dursun topun altına giriyor ve top havalanıp kaleye doğru süzülüyordu. bu, saniyeden daha az zaman diliminde, top henüz filelerle kucaklaşmamışken bütün stad birbiriyle kucaklaşmıştı... işte bu gol sevinci görülmeye değerdi... 30 bin kişinin gol çığlığı istanbul semalarında yankılanıyordu. biz artık mutlak bir inançla skoru korumayı beklerken. beşiktaş’ın maalesef durmaya niyeti yoktu...
eğer mekan inönü, forma siyah beyaz, yazılan destansa golün adı da pascal olmalıydı. en azından gönlümüzden geçen buydu. kalbimiz temizmiş! nouma, barça savunmasını boş yakalayıp 3. golü attığında artık zincirinden boşalmış bir güruh vardı inönü stadında. gol sevinciyle beraber futbolcular sahada, bizler tribünde çıldırmıştık. etrafımda; yanındakine hiç ayrılmayacakmış gibi sarılan, hayatında ilk defa gördüğü bir insanı öpen, üzerini çıkartıp çıplak kalan, başı ellerinin arasında bu yaşadığımız gerçekmi pozu veren, şapkasını ısıran ve daha sayamayacağım yüzlerce farklı tasvir vardı... ama pınar başı burma burma olduğunda bu satırların yazarıda dahil binlerce kişinin bir yandan zıplayıp bir yandan da gözlerinden akanlara engel olamayışı o gün belki de sahada gördüklerim kadar inanılmazdı. artık kopma noktasına gelmiş olan ses tellerimize koparsa kopsun eziyeti yaparak beşiktaş’ım benim diyebilmiştik... yaşanan duygu yoğunluğunu, futbola biraz olsa da ilgi duyan insanlara anlatmamız hiç zor olmayacaktı. hatta bir top yirmiiki adam edebiyatını sevenler bile hissedebileceklerdi içimizde kopan fırtınaları. çünkü her şeyden öte o anda orada yaşanan sevgiliye duyulan aşkın karşılık görmesiydi ve bu duygu asla yabancı değildi insanoğluna.
santra sonrasında yine gelişen bir atakta nihat’ın şutu direkte patlıyordu. ve biz beş beş diye bağırıyorduk. karşınızdaki rakibin dünyanın en büyük kulüplerinden biri olduğunun düşünün. istediğiniz beş gol orada bir tarih yazıldığının açık kanıtı değilmidir?
artık milli duyguların kabardığı dakikalardı ve bütün türkiye ayaktaydı. fakat inönü’de dağ başını duman almazdı, varsa yoksa siyah ve beyaz vardı kalplerde. dolayısıyla besteler; “aşığım sana doyamıyorum” duygusallığından “bu gece barda” laubaliliğine kadar uzanan geniş bir yelpazede zuhur ediyordu. dedik ya delirmişti tribün. son düdük katalanya’nın en sağlam kalesinin askerleriyle birlikte domabahçe’den denize döküldüğünü haber veriyordu. katalan halkı, franco’dan beri böyle eziyet görmemişti...
türk futbol tarihinde şerefli yenilgilerin, ezilmeden kaybedilen maçların yada beşinci sınıf avrupa takımlarına hediye edilen turların aksine adı “büyük” hatta en büyük olan bir takımın ezilerek mağlup edilmesi, alışageldiğimiz bir durum değildi. barcelona tarihinin en ağır avrupa yenilgilerinden birini alıyordu istanbul’da. daha da kötüsü oynadığı mahkum oyundu. bu durum aynen anlattığımız şekliyle bütün avrupa’da ilk haber olarak geçilirken, uefa’nın internet sitesinde yer alıyor ve günümüze kadar geliyordu, barcelona başlığının altında...
o gün maçtan çıktığımda rüyam devam ediyordu. sesimin kısıklığını gururla anlattım günlerce insanlara. maçın ertesi günü gazete okumadım, golleri bile yıllar sonra denk geldiğimde televizyonda seyrettim, çünkü herşeyin o anda yaşadığımız o büyülü şekliyle kalmasını istedim. hatırladıkça tüylerimi havalandıran biçimiyle...