coca-cola'nın konuğu olarak arjantin-sırbistan maçındaydım. daha önce kanaryamın schalke 04'e keselendiği maç için de bu stada yolum düşmüştü. ancak bu kez çok farklı. çünkü maradona hemen arkamdaki localarda. aşağı yukarı yirmi metre ötemde. ve tabii ki tüm arjantin taraftarları diego diye bağırıyor.
bu tip maçlarda seyirci gayet medeni. kimse kimseden ölesiye nefret etmiyor. her daim ajite sırp izleyiciler bile keşkül kıvamında. aynı şeyleri hemen arka çapraz sırada oturan iki çıtır sırp izleyici için söylemem zor. biri cameron diaz'ın gençliği, diğeri de kournikova'nın. hal böyle olunca zaten dip olan konsantrasyonumu maç-kızlar-maradona üçgenine bağlamam oldukça zor oluyor. kızları kesmek için maradona'ya bakıyor gibi yapıyorum. hatta başta stankovic olmak üzere tüm sırp oyuncular kızları kesiyor. stankovic bir korner atışında alenen kızlara göz kırptı. bu arada korner bayrağının dibinde ilk sıradayız. yani kızlar fena halde kadrajdalar. sanırım skorun bir nedeni de bu. ilgi alanının fazlalığı yüzünden ne yazık ki gollerin ikisini kaçırdım. ama her defasında maradona ne yapıyor diye arkama bakmayı bir görev bildim. "baba" her golde çıldırıyor.
peki, grup eleme maçında altıncı golde bu kadar çıldırıyorsan, maazallah final maçındaki golde ölmen gerekiyor diye düşünmeden edemedim. en büyük kim diye sorduklarında maradona diyen biri olarak kendisini cool olmaya davet etmek istiyorum. çünkü böyle devam ederse üç beş yıla kalmadan palyaço kıvamına gelir, bu da taraftarı üzer. maradona tektir ve en büyüktür! gerçi benim kedi de öyleydi. ister bir sinek görsün ister bir pitbull aynı reaksiyonu verirdi. maçı anlatmaya gerek var mı? bence yok! nesini anlatayım. gelen gol oldu zaten. peki, başarısız birkaç meksika dalgası girişimini anlatmaya gerek var mı? sanırım ona da yok. vites geçmedi bi'türlü. daha fazlasına gerek de yoktu açıkçası. dünyanın en büyük takımını sahada izlemek, altı gollü bir dünya kupası maçında bulunmak, iki sırp yavrunun bitişiğinde olmak ve en önemlisi mara dona ile aynı havayı solumanın üzerine ne olabilir ki?
ne olabileceğini söyleyeyim: o iki sırp yavruyla bir gece geçirmek! tabii ki bu kampanyalarda uluslararası dostluklar da gelişiyor. bendeniz yabani bir yapıya sahip olduğumdan ne arjantin ne de sırp taraftarlarla yüz göz olabildim. ancak etrafımdaki yakınlaşmaları dikkatle izledim. taraftarlar arasında forma değiştirmek en yaygın sosyalleşme türü. ama tabii ki değiştirilen ürünün aynı kalibrede olması gerekiyor.
mesela işporta işi sırbistan formasını arjantinli kardeşime kakalamaya çalışan şahsa "sahte ve yırtık pırtık formaya anca çorabımı veririm" karşılığı gelince değişim sağlanamadı. ben sana elli euro'luk lisanslı ürün vereceğim sen bana işporta işi mal vereceksin. olmaz!
futbol tarihine geçmiş bir maçta bulunmaktan son derece memnunum. ancak amsterdam'a hızlı trenle yaptığım kaçamaktan galiba daha da memnunum.
trenin barında meksikalı ve hollandalı taraftarlarla sabahın onunda başlayan tekila partimizin ayrıntıları az sonra...
bir satır önce dünya kupası gürültüsünden yırtmak için hızlı trenle köln'den amsterdam'a günübirlik bir kaçamağın müjdesini vermiştim. hızlı tren gerçekten hızlı. hatta şöyle söylememde fayda var. karadaki en yüksek hız rekorumu kırdım. hızı ben yapmadım ama yaşadım. saatte 283 kilometre hız karşısında duygulu anlar yaşadığımı belirtmem gerek. ancak bu hıza kısa sürede alışıp başka heyecanlar peşine düşmek istediğimi de belirtmek istiyorum. kanat atkaya'nın öncülüğünde trenin bar bölümüne geçme kararı aldık. o hızda trenin koridorlarında yürümek oldukça zor. ama bardan yükselen teza hürat seslerini duyunca tempoyu artırıp hedefe odaklandık.
maça sürekli giden sporsever iyi bilir, stada yaklaştığınızda tribünlerden yükselen tezahüratlar yüzünden manasızca hızlanır koşmaya başlarsınız. bu hızlanmanın hiçbir mantıklı izahı yoktur; hızlanırsınız işte. yoksa binlerce insanın olduğu yerde üç-beş kişiyi geçmeye çalışmanın sersemce olduğunu herkes bilir.
bizim hızlanmamız da aynı nedendendi. bara ulaştığımızda meksikalı ve hollandalı taraftarların -daha doğrusu bir grup zom taraftarların- fena halde kaynaştıklarını gördük. ilk göz temasından sonra, söyledikleri şarkıları yarıda kesip pulp fiction filminden çok iyi bildiğimiz "o" şarkıyı (misirlou) haykırmaya başladılar ve bu çok zekiceydi. çünkü kanat atkaya ve bendenizi yan yana gören taraftar, sakal bıyık modelimizden bizi samuel jackson ve john travolta'ya benzetti.
zekice kafa geçildi mi bayılıyorum. iki dakikada maymuna çevirdiler bizi ve sonra dostluk adına tekilalarından sundular. gene kanat atkaya önderliğinde samimileşmeyi başardık. bana kalsa tekilayı çakar oradan uzardım ama kanat uluslararası sosyalleşmenin tüm inceliklerini sundu ve orada kaldık.
sınırı geçip, arnhem dolaylarına geldiğimizde tüm bar zıpla zıpla zıplamayan bilmem ne diye tempo tutuyordu. bu arada benim kafamda bütün zamanların en büyük hasır meksika şapkası vardı. bu şapkayı takan emlak vergisi mükellefi olur.
şapka değil de sanki evin damı. bıyıklarım, pis sakalım, elimde tekila şişesi ve tepemde dev hasır şapkayla samuel jackson'dan çok gerçek bir at hırsızına benzediğimi itiraf etmeliyim...
arnhem istasyonundayız.
alman harbi'ne meraklı olanlar arnhem'in 1944 yılında çok büyük bir çarpışmaya sahne olduğunu iyi bilirler. burası almanya'nın kalbine giden en önemli köprüdür.
normandiya çıkartmasından dört ay sonra müttefikler, alman hatlarının gerisine bir operasyon düzenleme kararı alırlar. kararı alan bütün zamanların en biçare komutanı montgomery'dir. bakmayın siz ingiliz tarihçilerin köpürtmelerine, monty tüfeği sürekli çarşafa dolayan bir askerdir. patton'la, rommel'le falan kıyaslanamaz bile. ayrıca ikisinin de kekidir tarihi kazananlar yazarsa böyle olur işte.
neyse, ikinci dünya savaşı hikâyeleriyle kafanızı şişirmeden hemen sonucu vereyim: tahmin edeceğiniz gibi almanlar ingilizleri fena yapar ama sonrası için pek çare olmaz. köprüden geçerken evin damını çıkarıp saygı duruşunda bulundum. bu savaştan sana ne diye soranlara togo-iran maçından da size ne derim. amsterdam'a vardığımız an kanat'ın daha önceden bildiği bir plakçı dükkânına ışınlanıyoruz.
ve uzun zamandır aradığım ve bulamayacağımı bildiğim için arama-kurtarma çalışmalarına son verdiğim rory gallaghar plaklarını buluyorum. irlandalı hendrix derler babaya...
bu arada aç karına tekila üzerine zokalı kek, midemi darma duman ediyor. eğer 19 haziran günü, amsterdam'da bir eliyle plaklara sarılmış diğer eliyle suya düşmemek için kanal kenarındaki bir arabanın tamponuna tutunarak kusan biri gördüyseniz o bendim. kanal kenarında tövbekar olma ayini yaparken arkamdan zıpla zıpla zıplamayan kırıktır tezahüratı yapan meksikalı kardeşlerimin seslerini duyuyorum. ve "ulan bitirdiniz beni" diye içimden geçiriyorum. allah'tan görmüyorlar beni. yoksa bu sefer de başka şarkıya özne olurdum... buradan türk ulusuna sesleniyorum. bakın yeni dost ve kardeş ülke kontenjanına lütfen meksikalıları da ekleyelim. tamam, pakistan gönüllerin şampiyonu ama meksikalılar gerçekten iş yapar. bu önerimi lütfen dikkate alın. adamlar hem zeki hem çevik hem çalışkan hem de çok sevimli...
narin bedenimi bu kadar hırpalayınca dinlenme ihtiyacı duyuyor dargelirli. bir kafeye çöküp geçen bisikletlileri saymaya başlıyorum. 318'den sonra saymayı bırakıyorum. dürüst olmak gerekirse mini etek giyen bir kullanıcının frikiğini görünce daha fazla saymanın anlamsız olduğunu düşündüm. gördüğüm en büyüleyici frikikti.
sayılı saat çabuk geçer ve hızlı trenimizin vakti gelmişti. yok, dönüşte barmuhabbeti yoktu.
daha ziyade kafasını cama dayamış, muhtemelen horlayan ve gene muhtemelen ağzından salyalar akan bir tövbekarın zıbarma girişimi vardı. ve orada olmak çok güzeldi.