ilk basımı 1993 yılında olan jupp derwall'ın "türkiye anıları" kitabından;
bir gün önce ali sami yen stadı'nda boluspor'a karşı oynadığımız son maçın ardından, akşam üstü günay restaurant'da şampiyonluk kutlanacaktı. hülyalı müziği ve enfes yemekleriyle şık bir lokanta olan günay'daki bu kutlama ne yazık ki katmerli bir felâket haline dönüşecekti...
futbolcuların çoğunun lokantaya girmeleri dışarıdaki taraftarlar ve yoldan geçen meraklılar tarafından engellendi ve hareket edemez hale geldiler, içeridekilerin büyük çabalarına rağmen, giriş kapısına yaklaşamadılar bile.
aynı şey benim de başıma geldi. galatasaray taraftarlarının arasından geçmek mümkün değildi. en azından takım mensuplarının geçmesi için anlayış gösteren kimse yoktu.
şampiyonluk kutlamalarının sonu da başlangıcı gibi olmuştu benim için... insana sevimsiz şeyler getiren, elemli, hüzünlü, tükenmiş, sıradan bir günün sonuydu...
kimse bizimle ilgilenmemişti. kimse, daha sonra bir kere olsun aramak veya bundan sonra neler olacağını sormak gibi bir duyguya kapılmamıştı. birlikte çalıştığım insanlara, onlarla vedalaşmak üzere elimi uzattığımda, kimse çıkıp bir veda konuşması yapmamıştı. stadyumda da vedadan tek söz edilmemişti. kimse bir demet çiçek vermemiş, stadda anonsları yapan spiker de, maç başlamadan önce sadık taraftarlarla benim vedalaşmamı sağlayacak bir anons yapmamıştı. tribünlerde oturan ve o dört yıl boyunca yüreğimde hissettiğim, bizimle acı çekmiş, bizimle sevinmiş insanların hiçbirinden bir "güle güle herr derwall" gelmemişti.
birlikte geçirdiğimiz ve pek çok kez zor durumların üstesinden birlikte geldiğimiz o dört yılın güzel bir zaman olduğunu dile getirmeyi kimse aklına getirmemişti... düş kırıklığına uğramıştım. içimi kaplayan unutulmuşluk ve yalnızlık duygusuydu. otuz yıllık antrenörlük kariyerimin, istanbul ali sami yen stadı'nda yaşamış olduğum son maçımda hissettiklerim bunlardı.
çökmüştüm ve içim bomboş gibiydi. dünyayı artık anlamıyordum ve içten içe yanılmış olmayı umuyordum. yoksa, aşırı duygusallık içinde bir karmaşaya ve gerginliğe mi kapılmıştım?
belki bana soru sormaya çekinmişlerdi... belki de benim özel hayatıma karışmaktan çekmiyorlardı...
çok aradım; fakat hiçbir zaman tatmin edici bir cevap bulamadım.
her şeyin böylesine sessiz sedasız geçmiş olması ve pek çok ortak yanımızın unutulmuşluğa terk edilmiş olması bugün bile beni rahatsız eder.
kulüpteki beylerle ortak bir akşam yemeği de yenmemişti. arada sırada görüşme ve bundan sonra da dost kalma gibi şeylere işaret edilmişti sadece. eşime döndüm ve "böyle mi olmalıydı bu ayrılık?" dedim. "boş yere hayal kurma" diye cevap verdi ve devam etti; "başarının sarhoşluk denizinde pek çok şey unutulmaya mahkûm olur ve peş peşe gelen iki şampiyonluktan sonra, geçmişte hiçbir zaman kötü günlerin yaşanmamış olduğu gibi bir duyguya çok kolay kapılabilir insan." böylece eşim ve ben oradan ayrıldık. belki kırılmamıştık, ama mutlu da değildik. hayal kurmanın ve gerçekle yüz yüze gelmekten kaçmanın yanlış olduğunu bilecek kadar uzun bir süredir bu işin içindeydik.
ahmet akçan arada bir arar beni; sağlığımı, her hangi bir şey isteyip istemediğimi sorar. her zaman olduğu gibi o sadık bir ruh olarak kalmıştır. o olmasaydı oyuncuların ve antrenörlerin işi son derece zor olurdu herhalde.
eve vardığımızda eşimi ve çocuklarımı kollarımın arasına aldım ve hep birlikte, şampanya dolu kadehlerimizi geçmiş güzel günlerin şerefine kaldırdık. bize pek çok sevgili dost, sınırsız mutluluklar armağan etmiş güzel ve başarılı günlerin şerefine...
eşim bugün bile hala evimizin duvarlarında asılı olan istanbul resimlerine ve gravürlerine bakıp, "istanbul'da yaşama olanağı bulduğumuz o güzelim yılların benzerlerini yeniden yaşamayı ne çok isterdim. o yıllar hiçbir zaman hatırımdan çıkmayacak," der.