ilk basımı 1993 yılında olan jupp derwall'ın "türkiye anıları" kitabından;
türk futbol federasyonu, "ingiliz haftası" adı altında bir maç programı hazırlamıştı. birinci ligin oyun programının sezon sonuna kadar yakalanabilmesi için bir hafta içinde üç maç yapılacaktı.
bu galatasaray için şu demekti: önce eksik lig maçını oynamak üzere trabzon'a gidilecek; trabzon'dan ankara'ya otobüsle geçilecek; orada bir gece konaklanacak; ertesi gün kayserispor'a karşı kupa maçı oynamak üzere kayseri'ye devam edilecek; oradan yine otobüsle ankara'ya dönülecek; iki gece konaklanacak ve antrenman yapılıp zonguldak maçına ve yolculuğuna hazırlanılacak...
bütün bunlar bir hafta içinde yapılacak ve mümkün olursa istanbul'a başarılı bir şekilde dönülecekti...
trabzon'da dinlenmiş ve tam formda olarak sahaya çıkmak istiyorduk. karşılaşacağımız takımdan çekeceğimiz vardı. bu yüzden maçtan iki gün önce trabzon'a uçtuk.
ahmet baba yine mükemmel bir hazırlık yapmıştı. rakipsiz bir malzemeciydi o. benim tanıdıklarım içinde pek ender rastlayabildiğim türden bir dünya şampiyonuydu.
trabzon'a vardığımızda her şey futbolcuların elinin altındaydı. bavullar, torbalar, çantalar, formalar, ayakkabılar, eşofmanlar, oyuncuların çalışma saatleri dışında giydikleri spor giysileri; özetle, futbolcuların günlük antrenmanlar içinde ve dışında ihtiyaç duydukları her şey, ahmet baba tarafından orada beklemekte olan otobüse yüklenmişti bile.
takım seyahate hazırlandığı zaman, ahmet baba'nın bir bakışı, genç oyunculara zaten bildikleri görevlerini hatırlatmaya yetiyordu. onlar da bu işi büyük bir titizlik ve istekle yapıyorlardı; neticede, bavulların ve torbaların içindekilerin değeri konusunda kimsenin şüphesi yoktu. yolculuğa çıkan bir takımın en kıymetli şeyleriydi bunlar.
ahmet baba kendisini galatasaray'a ve futbola adamıştı. uzun yıllar içinde, yerinin doldurulamayacağı anlaşılmıştı. 40 yıldan uzun bir süredir hayatından çeşitli yönetim kurulları, oyuncular gelmiş geçmiş ve o, zaman içinde, hiçbir zaman err küçük bir uyumsuzluk dahi göstermemişti. bir kulüpte bulunabilecek en değerli ruhsal zenginlikti ve hepimiz, onun bir gırtlak ameliyatı sonrasında sesini kaybetmesine son derece üzülmüş ve acı çekmiştik. onun ne demek istediğini buna rağmen gayet iyi anlıyorduk; kendine özgü mimiklerini ve anlatım tarzını dudaklarından okumak mümkündü.
takımın ve antrenörün arkasında kapı gibi dururdu. mükemmel bir insan sarrafıydı ve yıllarca can sıkıntısı ve kızgınlıklar içinde yaşamayı öğrenmişti. 14 yılı şampiyonluğu tatmadan geçirmek zorunda kalmıştı; görevini sanki takım her an şampiyon olmak üzereymiş gibi yerine getirmesi şaşılacak bir şeydi...
bu yıl öncekilerden daha iddialıydı. takımın nelerin üstesinden geleceğini kestirebilecek kadar iyi bir futbol adamıydı. bu yüzden onun iddialı olması ayrı bir önem ve anlam taşıyordu.
oyuncuları çok sevmesine rağmen, onları en sert şekilde eleştirenin yine o olduğunu gözlemliyordum. hepimiz maçtan sonra onun, takımın ve oyuncuların performasmı büyük sözlere gerek duymaksızın nasıl tahlil edip değerlendireceğini biliyorduk.
maç başlamadan kısa bir süre önce futbolculara son talimatlar iletilirken, soyunma odasında bir köşeye çekilir, kulaklarını diker dinlerdi. benim söyleyip yardımcım ahmet'in tercüme ettiği şeyleri eleştirici ve ilgili bir tavırla dinlemek üzere başını hafifçe öne eğerdi.
bazen gözlerini kapar, söylenenlerle hemfikir olduğunu belirtmek istercesine çenesini yukarı doğru çekerdi. bazen ise sağ gözünü kapayıp yüzünün sağ tarafını yukarı doğru buruşturarak çeker, vahim endişeler taşıdığını göstermeye çalışırdı. birinci sınıf bir mimik ustası gibiydi ve hiç şüphesiz amerika'da "oscar'a aday olabilirdi. bir film sahnesi gibiydi izlediklerimiz; hayran duyulacak, eşsiz ve benzersiz bir film sahnesi...
konuşmanın sonunda şu ya da bu oyuncuya gözlerini dikerdi. bakışlarından "hocanın söylediğini duydun mu? seni kastediyor, başkasını değil!" dediği anlaşılırdı.
60 yaşlarında bir adamın bir kişilik olarak, tutum ve önemini gizleyebilmesini izlemek, bizim için güzel bir deneyimdi.
30 yıllık antrenörlük hayatımda karşılaştığım en çalışkan malzemeciydi o. oyuncular onu seviyorlar ve kendilerine, bir dost ve insan olarak bir ömür boyu doğrulukla yanlarında olacağı hissini veren ve bir şövalye karakterine sahip bu adam karşısında saygı duyuyorlardı.
o gırtlak ameliyatından sonra hastanede ziyaretine gitmiştim. zayıf ve ifadesiz bir şekilde yatıyordu. yüzü solgun ve bembeyazdı. buna rağmen beni görünce gözleri parladı ve ziyaretime çok sevindi. dostumuz ve vazgeçilmez yardımcımızı unutmamıştık. her ne kadar, şu sıra galatasaray'da masörlük yapan oğlu erkan her şeyi ahmet baba gibi yapmak için çaba harcasa da, onun kişiliğinin, varlığının eksikliğini hissediyorduk.
zorlukla nefes alabiliyordu. tabiî konuşamıyordu da. fakat onu sağlık, huzur ve yürekliliğiyle tekrar aramızda görmek istediğimizi anlamıştı...
not: anıda anlatılan ve derwall'in görev yaptığı süre içinde ligde peş peşe önce trabzon ardından zonguldak deplasmanı şeklinde bir fikstür bulamadım. bu maça yazdım anıyı...