ilk basımı 1993 yılında olan jupp derwall'ın "türkiye anıları" kitabından;
bir gün istanbul sulh mahkemesi'nden iadeli taahhütlü bir mektupla mahkeme celbi geldi. yasalara aykırı her hangi bir şey yapmış olduğumu hatırlamıyordum. beni şahit olarak mahkemeye çağırmaktan yarar umacak bir kimse de aklıma gelmiyordu.
o hafta hemen hemen tanıdığım herkese, beni mahkemeye davet ettirip ettirmediklerini sordum. ne futbolcuların ne de diğer tanıdıklarımın bu konuda bana bir yardımı olamadı.
kulüp ve oyuncular için sürekli kaygı duyan takım kaptanımız cüneyt makul bir tahminde bulundu. avrupa kupası sırasında, psv eindhoven'le hollanda'da yaptığımız bir karşılaşma sırasında tatsız bir olay yaşanmıştı. dört genç adam oyun sahasının kenarındaki üç metre yüksekliğindeki çite tırmanarak, üzerinde siyasî sloganlar bulunan büyük bir pankartla sahaya girmişlerdi. hakem maça on dakikadan fazla bir ara vermek zorunda kalmıştı.
uefa nizamnamesine göre olayı çıkaran seyirciler türk tarafından olduğu için bizim kulüp sorumlu tutulmuştu. bu olay galatasaray'a 25.000 isviçre frankına mal olmuştu.
celbin sebebi belki de buydu. gerçi tam olarak da aklıma yatmıyordu, çünkü o olayın üzerinden neredeyse bir yıl geçmişti. fakat oyuncular durmadan yeni "masallar" uyduruyorlardı. en zararsız trafik suçundan, alkollü araba kullanma ve babalık davasına kadar çeşitli sebepler buldular. o dönemde korkunç eğleniyorduk ve eğer bu tür şakalar kaldırılabiliyorsa, bu, antrenör ve oyuncular arasında iyi ilişlkilere bir işarettir.
sonunda mahkeme günü geldi. ahmet ve ben yola koyulduk. önce o dar tahta banklara oturup sadece bekledik. etrafımızdaki hareketli gidiş gelişi izlerken yine mahkemede neyin söz konusu olabileceği hakkında konuştuk. çevremizde şahitler, zanlılar, davalılar vardı; kimi ailesi ya da yakınlarıyla, kimi yalnızdı. çok alçak sesle, neredeyse fısıldayarak konuşuluyordu. belki de mahkemede nasıl bir yol izleyeceklerini saptıyorlardı. bazıları, diğerlerine, suçsuz olduklarını ve haksız yere mahkemeye çıkarıldıklarını göstermek için yüksek sesle yakınıyordu. bazıları ise şaşkın bakmıyor, yardım ve anlayış bekliyorlardı.
dostça davranan bir mahkeme görevlisi bizi tanıdı ve karanlık koridordaki birçok bürodan birine götürdü. niye mahkemeye çağrıldığımızı açıklamak yerine galatasaray ve futbol üzerine tartışıldı. tabiî diğer favori takımlar beşiktaş ve fenerbahçe üzerinde de duruldu.
sonra vakit geldi. adımız okundu ve bir mübaşir bizi mahkeme salonuna götürdü. salonun sonunda hakim kürsüsü vardı. bizim durduğumuz yerden biraz daha yüksekçeydi. sağında ve solunda avukatların masaları vardı. belli bir gerginlik içine girmiştim. daha önce hayatımda hiç mahkemeye çıkmamıştım ve sessizce bunun son kez olacağına yemin ediyordum.
"adaletin sert eliyle karşılaşmadan yaşayan bizler ne mutlu insanlarız" diye geçirdim içimden. mutlu bir gençlik geçirmiş, aile evinde ve okulda sağlıklı bir eğitim görmüştük. sonra sporun ve toplum içindeki yaşamın bizi şekillendirdiği dönem gelmişti.
hakimin ve yanındakilerin salona girdikleri an harika bir duyguya kapıldım. salonda bulunanlar saygı gereği ayağa kalktılar. hakim ahmet'le benim öne çıkmamızı istedi. bana mahkemede nasıl davranılacağmı anlatmaya çalışan mübaşir tarafından neredeyse öne doğru sürüklendim. bir acemi er gibi dimdik, eller pantolon dikişinde ve ciddî bir ifadeyle durmam gerekiyordu. bunu başaramadım. yüksek mahkeme karşısında saygısızlık etmek istediğimden değil. kendimi rahat hissetmiyordum ve kişisel özgürlüğümün kısıtlandığını düşünüyordum. sessiz, düzgün ve dik durmaya çalıştım.
ancak mübaşir aynı kanıda değildi. arkamda kenetlediğim ellerimi yine o meşhur pantolon dikişine çekti; itiraza tahammülü olmayan bir ifadeyle kötü kötü baktı ve düzeni sağladığına inandı.
talimat almaktan ve bana öz disiplinin hatırlatılmasındaıı nefret ederim. onu yumuşakça kenara ittim ve hemen öfkelendiğini hissettim. ama yeniden müdahale edemeden hakimin bir baş işareti onu geri püskürttü. orada bulunan insanların onuruna uygun olduğu söylenebilecek bir atmosfer yaratan hoş bir jestti bu. bay derwall'e soruldu:
"oyuncularınızdan arif i birkaç ay önce antrenman dışı bırakarak kadrodan çıkardınız mı? evet ya da hayır diyerek yanıtlayınız!"
"evet" diyerek yanıtladım. olayın ne olduğunu hâlâ anlamamıştım; fakat hollanda olayının değil, yaramaz çocuğumuz arif'in söz konusu olduğunu kavradım.
ikinci soru :
"arifi niçin bir hafta süreyle antrenman dışı bıraktınız; bunun belli bir nedeni var mıydı? "
hakim, "arif hasta mıydı, onu bu yüzden mi eve gönderip maça çıkmasına da izin vermediniz?" diye sordu.
"hayır, elbette değil," diye yanıtladım ve devam ettim :
"arif dakiklikten pek hoşlanmaz. antrenmana her zaman geç kalıyordu. çoğunlukla yarım saatten de geç geliyordu. karşı tarafta oturması ve sabahın erken saatlerinde florya'ya antrenmana gelmek için trafikle uğraşmak zorunda olması bir özürdü. ama birisi sürekli geç kalıyorsa ve aynı tarafta oturan diğerleri, buna rağmen antrenmana tam zamanında gelebiliyorsa, o zaman bir antrenörün duruma müdahale etmesi gerekir. gecikmelerini tekrarlayınca arifi evine gönderdim ve bu konuyu düşünmesi için bir hafta zaman verdim."
karşı tarafı temsil eden sabah gazetesi avukatı, "hastalanmış olmalı," diyerek araya girdi. ancak o zaman ahmet'le ikimiz, bu gazetede yayınlanan ve arif'e epeyce yüklenmiş olan bir haberi hatırladık. arif, bu haberde, bazı kadınlarla düşüp kalkarak çok kötü bir hastalık kapmış olmakla suçlanıyordu. bu tam anlamıyla karalayıcı bir iddiaydı ve arif bu gazeteyi dava etmişti.
"arif hasta değildi ve hastalanmış olması da mümkün değildi," diye yanıtladım; "bir hafta sonra tekrar antrenmanlara katıldı ve kadroya girdi."
avukat, "antrenmana çıktı ama," dedi, "maçta oynamadı değil mi?"
galatasaray'ın o hafta fenerbahçe ile oynaması gerektiğini hatırlıyordum. hakim umulmadık şekilde, "arif o maçta oynadı mı?" diye sordu.
bu soruyu gerçeğe uygun biçimde cevaplandırabilmem mümkün değildi. maçlardan sonra tum notlarımı kaydettiğim defterimde yazılıydı, ama o an kuşkuya düşmüştüm. ahmet de huzursuzlaştı. hakimin anlamlı sorusunu kavrayarak, arifin oynayıp oynamadığından kendisinin de emin olmadığını söyledi.
antrenörler, üzerinden çok uzun zaman da geçse, maçtaki her durumu hatırlayabilirler. ama bu kez, belki de tamamen yanlış bir ifade verme ihtimali olduğu için, pas geçmek zorundaydım. bunun yerine hakime, oyuncuları daha önce oynadıkları bir kulüple maçımız olduğunda ilke olarak oyuna sokmadığımı anlatmak geldi aklıma. bir yıl önce fenerbahçe'de oynayan arif e aynı uygulamayı yaptığımı söyledim. ama onun takım kadrosunda olduğunu açıkça kanıtlamak için saha kenarında kulübede oturmuş olduğunu söylemek pekâlâ mümkündü. hatta büyük bir ihtimalle, son 15 dakikada, sonucu paylaşabilmesi için maça girmiş de olabilirdi. tam bunun ancak böyle olmuş olabileceğini eklemek isterken avukat söze girerek, arifin gerçekten de 76'ncı dakikada oyuna girmiş olduğunu hepimize karşı onayladı. böylece arife günümüzde çok yaygın olan bir hastalığı yakıştırarak onu kamu oyu önünde karalamak için hiçbir kanıt olmadığı ortaya çıkmıştı.
hatırladığım kadarıyla davayı arif kazandı. böylece aceleci bir iddianın, hele bir de araştırma yapmadan yayınlanırsa, bulvar gazetelerinin belki de zor hazmedebilecekleri bir "bumerang"a dönüşebileceği bir kez daha görüldü.