ilk basımı 1993 yılında olan jupp derwall'ın "türkiye anıları" kitabından;
ısınmaları için oyuncularımı sahaya yolladım. her maçtan önce olduğu gibi, adalelerini, eklemlerini açmaları, kan dolaşımlarını hızlandırmaları gerekiyordu. ama aynı zamanda, gerginlik ve huzursuzluklarını üstlerinden atmalı, stadın atmosferine alışmalıydılar.
daha birkaç dakika geçmemişti ki, hepsini tekrar karşımda gördüm. tek kelime söylemeden yüzüme bakıyor, gülümseyerek başlarını sallıyor, saha görevlilerinden birinin yeni bir yasak getirdiğini ima etmeye çalışıyorlardı.
normalde her yerde sözünü geçirmesini bilen cüneyt bana durumu açıkladı : "şef," dedi, "sahada ısınma koşusu yapmak mümkün değil; değil ki top oynamak. maç sahası son santimetre karesine kadar sarı kırmızı bayraklarla örtülü; tek bir çimen dahi görünmüyor. sahaya adım atmaya ve taraftarların neşesini bozmaya cesaret edemedik." "işte bir başka işaret daha," diye geçirdim içimden.
"olayı kutlamak, coşmak ve sevinmek için, büyük galatasaray ailesini büyük bir şölene davet etmek için her şeyin önceden programlandığına dair yeni bir işaret daha!" bu şöleni mümkün kılmak için kendimizi daha da zorlamamız gerektiğine inandım.
kıran kırana bir mücadele verecektik. ama görünüşe bakılırsa taraftarlarımız, bu iflah olmaz iyimserler, aynı şekilde düşünmüyorlardı.
buna da eyvallah dedim. başka ne yapabilirdim ki. ama oyuncuları onlar ısınmadan maça çıkarmayı kabul edemezdim. futbol ayakkabıları jimnastik ayakkabılarıyla değiştirildi ve stadyumun iç koridorlarında ne kadar olursa o kadar ısınmaya çalışarak hazırlanmaya başladık.
soyunma odalarına döndüğümüzde hakem son kez oyuncuların ayakkabılarını kontrol etti. bu, sadece, oyuncuları bozuk kramponlar ya da dışa çıkmış çiviler yüzünden ağır biçimde yaralanmaktan korumak için getirilen bir önlemdi. futbol federasyonu'nun zorunlu kıldığı bir önlem.
hakem oyuncuları bir kez daha, centilmence oynamaları ve sportmence davranmaları için uyardı; sonra, oyuncular, antrenörler ve diğer yardımcılar yalnız kaldık.
her zamanki gibi bir çember oluşturduk; daha önceki 35 maçta da yaptığımız gibi birlikte and içtik ve kenedenmiş bir topluluk olduğumuzu hissettirecek şekilde birbirimizin omzuna yaslandık, elini tuttuk.
sonra soyunma odalarının dışına, orada bekleyen hakemlere, hakem yardımcılarına ve basın mensuplarına kadar ulaşan savaş çığlığımızı attık ve şampiyonluğu kazanmak üzere dışanya fırladık.
merdivenleri çınlatarak çıkıp sahaya vardılar. daha renkli olması mümkün olmayan bu cadı kazanında 45 bin galatasaray taraftarı şimdiden şarkılar söylüyor, takımlarına tezahürat yapıyor ve cesaret veriyordu.
o an rakibimiz eskişehir spor'un oyuncularının yüreklerinin içini görebilmeyi çok isterdim. bu güven ve inanç gösterisini nasıl karşılayacaklardı? etkilenecekler miydi? yoksa hırslanıp kendini gösterme, yenilmeme ve kendi gücünü ispatlama dürtüsü mü baş gösterecekti?..
bu ikincisi bizim işimizi çok zorlaştırırdı.
seyirciler büyük bir taşkınlıkla sürdürdükleri tezahüratlarıyla bize orta sahaya kadar refakat ettiler. zafere ulaşmak ve bu sezonu şampiyonlukla noktalamak için sonuna kadar bizimle birlikte mücadele edeceklerine emindim.
1970 ile 1984 arasında dört avrupa şampiyonası ve dört dünya şampiyonasına antrenör olarak katılmış ve bu renkli şamatayı beş final maçında yaşamış olmama rağmen, benim bile sırtımdan soğuk bir ürperti geçti. bu, insan eliyle yaratılan, yeri göğü harekete geçiren ve gün, daha güzel, muhteşem ve muzaffer bir şekilde sona ermedikçe duracağa benzemeyen bir zelzelenin vahşi gücüydü.
hakem aykan köseoğlu sezonun son maçı için düdük çaldı ve oyuncuların reaksiyonlarından, hepsinin de her zamankinden fazlasını vermeye hazır olduğu hissedildi. çünkü büyük sıcağa rağmen oldukça yüksek bir tempo tutturulmuştu. daha 12 dakika geçmemişti ki, rakibin ceza sahası sınırında bir serbest atış kazandık.
cevat prekazi her zamanki tarzına uygun olarak topu büyük bir konsantrasyonla yerleştirdi. sonra hız almak için üç adım geri gitti, koştu ve topu sol ayağıyla ve tam bir isabetle, eskişehirspor kalecisine tutma şansı tanımadan, kalenin sağ üst köşesine gönderdi.
dünyanın hiçbir kalecisi öğleden sonra güneşinin altında bu kadar hızlı reaksiyon veremezdi. ama eskişehirspor kalecisinin, büyük bir ustalıkla vurulmuş topu tutma şansı yoktu.
1-0 öndeydik ve eskişehirspor'un aşırı derecede maça asılmasına rağmen bu sonuçla devre arasında soyunma odalanna indik.
mustafa ve ahmet'le birlikte soyunma odalarına döndüğümüzde, maçın devamı üzerinde çoktan anlaşmıştık. ikinci yandaki hareket rotamızı belirlemek için kısa bir konuşma yetmişti. şiarımız, kesinlikle gereğinden fazla savunmaya çekilmemekti. 1-0'ın üstüne yatmayacaktık.
rakibin üzerindeki baskı mümkün olduğunca sürdürülecek, hücuma yönelik oynanacak ve ikinci bir gol aranacaktı.
ilk yarıda, tam da bizim için en önemli maçı oynadığımız günde savunmada bazı sorunlarımız olduğunu görmüştük. eskişehirspor ise, teknik olarak güçlü ve hızlı iki genç açıkla saldırıyordu. ismail bütün gücünü harcarken, bir lokomotif gibi fokurdayarak, karşısında oynayan oyuncuyu kontrol altına almaya çalışıyordu. diğer taraftaki semih'in durumu da farklı değildi ve içten içe, üç yıl oynadığı bursaspor'un desteğinden medet umuyordu sanki. durum bursa'da 0-0'dı. stadın trübünlerinde ve sıralarında, bursa maçının izlendiği radyolar çalışmaktan ısınmıştı. ama biz kendi gücümüzle başaracağımıza inanıyorduk ve bu nedenle sıcağa, güneşe ve kuvvetimizin azalmasına rağmen koşturmaya devam ediyorduk. uzun ve yorucu bir sezon geçirmiştik.
sonra, sanki gökten düşer gibi ikinci ve kurtarıcı gol geldi. yine cevat'dan. cevat sol açıktan kaçarak bir çapraz pası yakaladı ve en tehlikeli silahı olan sol ayağıyla topu eskişehirspor kalesinin yakın direğinin dibine yerleştirdi.
bu zaferdi. o anda bu zafer ve uzun zamandır beklenen şampiyonluk olmalıydı.
ama sonra oyuncuların kuvveti, dolayısıyla konsantrasyonları azaldı. belki de genç oyuncuların sinirleri artık dayanma gücünü yitirmişti. oyun yavaşladı ve rakip su yüzüne çıkarak birdenbire büyük oynamaya başladı. kalemizin önünde tehlikeli pozisyonlar yaratıyorlar ve biz de, hedefi bulmayan paslar ve savunmadaki hatalarımızla onlara, oyuna bambaşka bir karakter vermek için yardım ediyorduk. büyük bir çaresizlik içindeydik ve rakibimizin gole gitmesi sadece bir zaman meselesiydi.
ve sonunda gol geldi de. eskişehirspor'un santrforunun bir şutu kalemizi buldu. maçın sonucu şimdi tamamen ortadaydı. durum 2-1 lehimizeydi ve tüm stadda, sahada, tribünlerde ve özellikle de, müdahale ve yardım etme gibi bir şansımızın hiç olmadığı yedek kulübesinde büyük bir titreme başladı. beşiktaş'ın bursa'daki maçı sinan'ın 55 ve 59. dakikalarda attığı 2 golüyle 2-0 önde götürdüğü haberi titremeyi artırmıştı. savunma ve orta sahadaki genç oyuncular ayakta "knock-out" durumundaydılar. pek çok maçta takımın belkemiğini oluşturan kalecimiz simo bile, ceza sahasında oradan oraya uçuyor, rakibin ortalarına teğet geçiyor, yan toplara dokunamıyordu bile. oyuncularımızın çaresizliği hissediliyordu. hücum oyuncuları bile savunmaya yardım etmeye çalışıyorlardı. savunma ağırlıklı oynamanın bundan ötesi pek olamazdı herhalde. bunlar maçın ve şampiyonluğa o kadar yaklaşmış bir takımın en kötü dakikalarıydı.
daha beş dakika vardı. eskişehirspor beraberlik için bastırıyordu. saldırılar giderek şiddetleniyor ve kalemize gönderilen şutlar giderek tehlikeli bir hal alıyordu.
biz çoktan saha kenarına dizilmiştik. artık görevlilere ve kurallara aldırdığımız yoktu. takıma, yenilgi tehlikesi karşısında verdiği bu çaresiz mücadelede destek vermek, müdahale etmek ve yardımcı olmak istiyor-duk.
takım, rakibin saldırısı karşısında bir kez daha tüm gücüyle direnişe geçti.
oyunculara maçın bitimine üç dakika kaldığını haber verdik ve eskişehirspor'un ele avuca sığmaz, hızlı ve iri yapılı sol açığından yeni bir milimetrik orta daha geldi; top ceza sahamıza indi. oyuncular topa bir salkım gibi çıktılar ve sonra top birinin alnından sekerek kale direğimize çarptı...
kalbi ve sinirleri zayıf olanlara uygun bir oyun değildi futbol.
son dakikaya girmiştik. bu kez hakem, aleyhimize bir serbest atış verdi. atış, santra çizgisinin on metreden fazla uzağında bizim yarı sahamızda kullanılacaktı...
ben bu sahneyi daha önce görmüştüm...
son kez fransa'da, 1984 avrupa şampiyonasında, almanya-ispanya maçında görmüştüm ben bu sahneyi...
inanılır gibi değildi... kaderin cilvesi miydi yoksa!.. şimdi ne olacağını biliyordum... yine ne olacağı hesaplanamayan bir atış gelecek, top ceza sahamıza doğru süzülecekti...
aynen o gün olduğu gibi; hani ispanyollar in liberosu maceda'nın son saniyede yükselip topu toni shuhmacher'in tutamayacağı şekilde ağlara gönderdim gibi, bu kez aynı işi bir başkası yapacaktı... bu kez kim daha yükseğe sıçrayacaktı? kimin bu kez topa daha önce vurabilecek gücü kalmıştı?
taç çizgisinin kenarında duran bizler, antrenörler, oyuncular ve diğerleri, sahadaki oyuncular üzerinde daha etkili olabilmek için görevlilerin oluşturduğu zinciri kırmaya çalışıyorduk...
o an sanki bir mucize oldu ve ben serbest atışın kullanılacağı noktaya yakın bir boşluk buldum... hakemin o tarafa doğru geldiğini gördüm... serbest atışı kullanacak olan oyuncu hazır bekliyordu...
hakemle bakışlarımız karşılaştı. o da sanki enerjisinin sonuna gelmiş gibiydi. büyük ve dramatik bir maçı başanyla yönetmiş ve her an duruma hâkim olmuştu...
inanılır gibi değildi, ama birden, karşı karşıya durduğumuzu farkettim...
ellerimi içten gelen bir çaresizlikle, bitiş düdüğünü çalmasını rica eder gibi, kaldırdım. bakışları beni delip geçiyor, hiçbir şey farketmiyor gibiydi.
gözlerimi yumdum; takımımızın bu son pozisyonu atlatamayacağmdan emindim. bitmişti. evet, her şey bitmişti...
bir saniye sonra yüreğimin duracağını sandım. sanki ben, el hareketimle ona bunu hatırlatmışım gibi, hakem saatine bakıyordu...
topa doğru gitti; topu yerden alıp düdüğü ağzına götürdü ve bitiş düdüğünü çaldı.
öylesine bitkin, heyecanlı ve donup kalmış bir haldeydim ki, taraftarların omuzlarına nasıl çıkarıldığımı ve mustafa'nın yerden bitmiş gibi nasıl bir anda yanımda dikildiğini hissetmedim bile. birbirimizin kollarına atıldık. ahmet, mehmet ve bizim doktor da yanımıza geldiler; sonra oyuncular ve bizi sevinçle kucaklayan, coşan, ağlayan ve sevinen insanlar çevremizi sarmıştı...
galatasaray 1987 türkiye futbol ligi şampiyonu olmuştu... soyunma odaları sanki kilometrelerce uzaktaydı. tebrik üzerine tebrik, çiçekler, çelenkler ve bugünü asla unutmayacak olan, şarkılar söyleyen, hepsi de mutlu insanlar. arada, tüm stadı inleten, duyulmaması imkânsız "cim bom bom" haykırışları. trt'nin helikopterleri bu coşkuyu akşam haberleri için tespit etmek ya da canlı olarak galatasaray taraftarlarının evlerine kadar görüntü yollamak için stadın üzerinde dönüyorlardı. tüm ülkede nelerin olup bittiğini o anda kestirmek neredeyse imkânsızdı.
lokantalarda, ailelerin oturma odalarında, arkadaş . evlerinde, kahvelerde, gemilerde, sokaklarda, taksilerde ve hatta havada...
thy'nin kaptanları uçaklarda mikrofonla galatasaray'ın şampiyon olduğu haberini veriyorlardı.
daha o akşam biri bana, frankfurt'dan gelen lufthansa uçağında bile, istanbul'a inmek üzereyken yolculara galatasaray'ın jupp derwall'le şampiyon olduğunun anons edildiğini söylemişti.
soyunma odaları insan kaynıyordu; dostlar, oyuncuların yakınları. yönetim kurulu üyeleri bizleri bir an önce tebrik etmek için tribünlerden yanımıza ulaşma mücadelesi veriyorlardı. herkesten önce de, oyuncuları, antrenörleri, bu zaferde katkısı olan herkesi kucaklayan başkan ali tanrıyar'ın yüzü mutluluktan parlıyordu. başkan, yüreğinde yer verdiği ve birlikte sevinmeye de üzülmeye de her zaman hazır olduğu futbolcularından ve bu günden duyduğu gururu açıkça gösteriyordu.
başarmıştık; hepimizi olağanüstü güzel bir duygu sarmıştı. öte yandan bir hayli rahatlamıştık da.
bu coşku ve curcunadan sıyrılıp soyunma odalarından, bizi boğaz'daki iskelede bekleyen ve şampiyonluk kutlamasının yapılacağı hilton gemisine götürecek otobüse ulaşmak saatler aldı.
şampiyonluk eğlencesinin keyfini gemide galatasaray ailesinin en yakın çevresi içinde çıkarma fikri benden gelmişti. bunu aklıma getiren, istanbul hilton'un genel müdürü, yakın dostum peter sulzenbacher olmuştu. o zamana kadar bir hilton müdürünün bulduğu en iyi fikirdi bu.
bir daha yaşanmayacak, muhteşem bir şenlik oldu. ama şimdi biz henüz, geminin kuruçeşme'de bağlı olduğu iskeleye varmamıştık.
binlerce kişinin ve 50 binin üzerinde galatasaray taraftarı, hayranı ve dostun eşliğinde gidiyor, farklı ve yeni yönlere kaçışmak zorunda kalıyorduk. geçiş mümkün değildi. boğaz'a inen bütün yollar beşiktaş istikametinde tamamen abluka altındaydı. geri dönüp çok daha uzak olan tarabya üzerinden sahil yoluna ulaşmaya çalıştık. sokaklar, yüzlerinde mutluluk okunan, ellerinde bayı aklar ve çiçekler taşıyan insanlarla doluydu.
daha sonraları ankara emniyet müdürlüğü, erzurum valiliği ve nihayet emniyet genel müdürlüğü görevlerine getirilmiş olan, zamanın istanbul emniyet müdür yardımcısı, hepimizin dostu ve büyük organizatör mehmet ağar da bizimle birlikte otobüsteydi ve bütün ipleri elinde tutuyordu. ağar, boğaz boyunca, hedefimize ulaşmanın çok zaman alacağını bildirdi.
bunun bizim için önemi yoktu. şampiyonluğu kutlamak için zamanımız boldu. o an hepimiz bir başka gezegende yaşıyorduk; mutlu, olağanüstü mutlu ve başka hiçbir şey istemeyecek kadar hoşnuttuk.
tarabya'ya ve dolayısıyla yolculuğumuzun uç noktasına varmıştık bile. oysa asıl buluşma yerimizden hâlâ 12 km uzaktaydık.
insanlar evlerden, ellerinde çiçekler, çikolatalar, içecekler, meyveler ve bize hediye etmek istedikleri daha pek çok şeyle sokaklara dökülmüşlerdi.
hanımların giysileri sarı kırmızıydı. kimisi saçlarını da bu renklerle süslemişti. yüzler boyanmıştı. yanımızdan geçen arabalarda ve yollardaki insanların hepsi sevinç doluydu. hepsi bize el sallıyordu. sonunda, hilton'un gemisinin demirli olduğu iskeleye kadarki 12 km'yi adım adım, iki buçuk saatte zorlukla katettik.
polis her şeyi kontrol altına almıştı. otobüsten inmek, insan kalabalığını mücadele ederek geçmek ve gemiye varmak zar zor mümkün olabildi.
fakat ne yazk ki, büyük yolculuk hala başlayamıyordu. eşlerimiz ve dostlarımı stadyumdan, arabalı vapurların yanaştığı kabataş iskelesine kadarki nispeten daha kısa yolu hala alamamışlardı. demek ki biz doğru yolu seçmiş ve ayrıca boğaz boyunca pek ço kinsanı sevindirmiştik.
bir saat sonra hazırdık. geminin kaptanı gecikenleri ceminin diğer tarafından yanaşan teknelere uzatılan iskelelerle gemiye almıştı. artık bu sıcak gunun akşamına doğru yolculuk başlayabilirdi.
süslenmiş, bayraklar çekilmiş gemimizle siren çala çala boğaz'ın ortasına doğru kendimizi bıraktık. ancak o zaman boğaz'ın iki yakasında hâkim olan sevincin ölçüsünü fark edebildik.
binlerce arabanın farları ve sinyal lambaları yanıyordu; binlerce kişi, ellerinde meşaleler ve fenerlerle bir şampiyonlukta "göğün yedici katı"na yaptığımız yolculukta bize eşlik ediyorlardı.
şarkılar söyleniyor, dans ediliyor, herkes kucaklaşıyor ve duygular ortaya dökülüyordu. daha önce hiçbir şampiyonlukta yaşamadığım bir atmosfer hâkimdi.
gemimizin o gece istanbul, tarabya ve sarıyer arasında akıntıyı kaç kez taradığını ve karşıdan gelen gemiler ve boğaz'ın iki kıyısındaki insanlara kaç kez sirenlerle teşekkür ettiğini hatırlamıyorum. ta ki yolculuk, en azından gündelik yaşama bir parça olsun yaklaşma girişiminde bulunmak için, bir noktada sona e-rene kadar.
kıyıya yanaştıktan sonra çoğu kişi kuruçeşme'deki galatasaray adası'nı ziyaret etmeyi tercih etti. orada da disko müziğiyle devam eden eğlence bitmek bilmedi.
ahmet ve ben yavaş yavaş evin yolunu tutmayı tercih ettik; zaten saat sabahın ikisi olmuştu.
son üç yılda bana o kadar bağlılık göstermiş olan yakın komşularımı selamlamak istiyordum daha. bizim orada da her taraftan rakı ve şarap akıyordu. sonradan anlattıklarına göre, büyük susuzluk birayla söndürülene, kadınlar, günü geceye ve insanı kendine çeken bir birlikteliğe dönüştüren dostları pizzalar, pastalar ve diğer lezzetli yiyeceklerle ağırlayana kadar bütün gece şampanyalar patlamıştı.
yeşilköy'e, sevgili dostlarımıza ve komşularımıza da uğramak çok güzel olacaktı, ama bunu başaramadık.
o gece koca istanbul şehrinin tüm çıkış yollarını, sokaklarda dans eden, şarkı söyleyen ve mutlu insanlar kapatmıştı. hiç geçit yoktu; hele bizi tanıdıklarında geçmek kesinlikle mümkün olamıyordu.
bizler de bu büyük sevinçle sarmalanmış bir halde, pek çok hoş engeli atlatarak, sabahın 05.00'inde yavaş yavaş yumuşak bir yastık bulup dinlenmek hayaliyle yeşilköy'e varabildik.
bütün günün curcunasından ve bitmek bilmeyen bir geceden sonra dinlenmek güzel olacaktı doğrusu.
ama bunun yerine, hiç ara vermeden devamı geldi. alman haber ajanslarından, radyo istasyonlarından, gazetelerden, dostlardan ve tabiî eşim ve çocuklarım manuela ve patrick'den telefon üstüne telefon geliyordu. hepsi tebrik etmek ve bu ikinci muhteşem günün sevincini benimle paylaşmak istiyorlardı.
daha önce eşimden eve dönmesini rica etmiştim. doğrusu son haftalar, türkiye'de kaldığımız yılların en güzel günleri değildi.
ortak davamızda en büyük vatan haini kabul edilip taşlanmıştım. rize'de, hepimiz için büyük önem taşıyan bir maçı ben kaybetmiştim. fanatik ve tehlikeli oldukları kabul edilmesi gereken insanlar tarafından tehdit edilmiş ve hakaret görmüştüm; eşimin ise bütün bunları uzaktan yaşamasını istemiştim.
frenlenmesi mümkün olmayan, frenlenmek de istenmeyen bu iniş çıkışlı duyguları ben de tanıyordum. sadece, bütün bunları daha önce bu ölçüde yaşamamıştım. o günlerde utanç içindeydim ve yalnız kalmak istiyordum, çünkü dünyanın en güzel şeyi olan futbol karşısındaki kin ve öfkemi eşimin karşısında itiraf etmek istemiyordum. futbol benim hayatım, ailemin ise geçimiydi.
hemen iki gün sonra, elimde bir frankfurt biletiyle yeşilköy havaalanı'ndaydım.
lufthansa'nm gişesindeki hanımlar ve pasaport memurları tekrar dönüp dönmeyeceğimi sordular. iç rahatlığıyla, "evet," dedim. çünkü bütün öfkem uçup gitmişti ve sevincim geçirdiğim kötü saatlere ağır basıyordu. oyuncularımı tekrar göreceğim için seviniyordum. uç hafta içinde yeni sezonun hazırlıklarına başlamamız gerekiyordu.
bir kez daha şampiyonluğu elde etmek ve herkese gücümüzün tesadüf olmadığını, şampiyonluğu ağır bir çalışma, dürüstlük ve yürekten isteyerek aldığımızı göstermek istiyorduk. beşiktaş da gösterdiği olağanüstü performansla her türlü saygıyı hak etmişti. her iki takım da tüm türk futbolu adına onur hanesine geçecek dramatik bir mücadele vermişlerdi. şampiyonluğu bu yıl da daha şanslı olan almıştı ve her iki takım gelecek sezonda da büyük bir mücadele vermeye hazırdı. taraftar için, ama öncelikle türk futbolu adına sürdürülecekti bu mücadele.