maç boyunca susmayan ‘şimşekler’in tepesinde salındı dört bayraktan -che, sscb, küba, filistin- oluşan o tek bayrak. ‘venceremos’ yazılı atletleriyle gümbür gümbür ‘çav bella’ söyleyen çocuklar ortalığı yıkarken, kaya’lı, cem’li, tayfun’lu demirspor, lucarelli ve arkadaşlarına pozisyon vermemeye çalışıyorlardı.
taraftarlarının ‘sosyalist yapılanmasıyla tanınan italyan takımı livorno, adana’da ‘demiryolunun haşin çocuklarıyla’ oynadı. stat 1 mayıs alanı gibiydi... her yana ‘hasta siempre’ diyen adalet ve özgürlük arayışının en cesur yüzü ‘che’nin pankartları gerilmiş. che bayrak olmuş sallanıyordu
duyduk ki söylenenler doğruymuş, livorno, adana’ya ‘demiryolunun haşin çocukları’yla oynamaya geliyormuş... “bu işler duyulur da durmak olur mu? varalım dedik. görelim dedik.” adanalılar için ‘normal’, benim için sıcak ötesi bir öğleden sonra indim şehre. taksiyle kent merkezine ilerlerken gözüme çarpan ilk şey ikişer üçer katlı evlerin neredeyse hepsinin cam ve balkonlarının parmaklıklarla hapishaneye dönüştürülmüş olmasıydı. “hocam nedir bu hal?” diye sorunca aldı sözü taksici... “hırsızlık abi. para yok, ne yapacak millet?” dedi, durdu ve devam etti: “eve giren hırsızı yakalasan bir türlü, yakalamasan bir türlü abi. adam üç gün sonra sokakta yine...” adaletle ilgili bu endişe, gün boyu konuştuğum hemen herkesin bir biçimde sıkıntısıydı.
sokakta gezen kızıl bayrak odtü mezunu bir öğretmen olan mail arkadaşım gencer çapar’la buluşmadan önce iki saat sürttüm adana sokaklarında. gördüm ki, yılmaz güney filmlerinden aşina olduğumuz o meşhur ‘adanalı çömelmesi’ geleneğini sürdüren hâlâ çok insan var; taksi duraklarında, kahve önlerinde, seyyar arabaların gölgeliklerinde. neredeyse girdiğim her sokakta, her caddede adana demirspor formalı gençler çıkıyordu önüme. üç genç fırladı bir ara sokaktan, birinin omzunda üzerinde ‘che’ siluetli kızıl bir bayrak. o ara ıslıkla ‘yağcılar zeybeği’ni çalıyordum ben, şimdi düşünüyorum da çalmam gereken ezginin günlüğü’nden “bakakalırım giden geminin ardından” olmalıymış... böylesi bir ülkede, böylesi bir atmosferde kızıl bayrak omuzda dolaşan üç gencin güvendikleri şey, sanırım ads formalarının -onlar öyle kısaltıyor adana demirspor’u- verdiği ‘dayanışma duygusu’ydu. gezerken sokakları, neredeyse her siyasal harekete doğru ‘derinlemesine koşular atan’ aytaç durak’ın bunca yıldır her seçimi nasıl kazandığını anladım. çok çalışılmış bu şehirde, güzel ve düzenli. gencer, “adana’ya gelmişken kebapsız olmaz” diyerek beni baraj kenarında bir mekâna götürdü. biz yumulmuşken kebaba, seyhan baraj gölü’nde yelkenliler cirit atıyor, sürat motorunun kuyruğuna takılmış biri kayakları ayaklarında hayatla yarışıyordu. bir sonraki uçakla gelen adana karataşlı arkadaşım kerem gök de katıldı bize. kökten demirsporlu kerem biletleri yeğeni turgay’a aldırdığı için rahat rahat oturduk maça 45 dakika kalaya kadar göl kenarında. oturmaz olaydık!
mahşeri bir kuyruk 5 ocak stadı’nın ‘maraton tribünü’ kuyruğunu görünce daha da iyi anladım nereye geldiğimi. maça 30 dakika kalmış, kuyruğun sonundayız ve kapıyla aramızda yaklaşık 2 bin kişi var. kerem ve ben öne fırladık. sağ olsunlar, taraftar âleminde sevenlerimiz vardır, ‘kaynak’ yaparak öne geçmemize izin verdiler. fakat, ben karadenizliyim, şu an adana’dayım, hava sıcak, insanlar öfkeli, hayati tehlike söz konusu anlayacağınız. bu durumda insan ‘tanınırlığına güvenmemeli.’ ben usulca kıyıda beklerken, “abi, o kadar yol gelmişsin sen öne geç” diyenler de vardı ya, manzarayı anlatmalıyım. sadece iki turnike var ve üstü dahil her yanı demir parmaklıkla kaplı. onlarca insanla bir koridora girip o yolculuğu göze alamadım. zaten adana’ya gelirken ‘uçak korkum’ nedeniyle kendi kendimi yemişim gerginlikten, bir de bunu kaldıramazdım. ben bir çıkış yolu ararken içeriden ses patladı; “geliyor geliyor! âlemin allah’ı geliyor!!!” baktım giremeyeceğim, arkaya, basın tribününe seğirttim. fanatik’in büyük ustası yaşar saygı’nın yönlendirmesiyle daldım içeri ki...
stat değil 1 mayıs alanı stat değil, 1 mayıs alanı sanki. her yana ‘hasta siempre’ diyen adalet ve özgürlük arayışının en cesur yüzü ‘che’nin pankartları gerilmiş. che bayrak olmuş sallanıyordu. ‘raydan çıktık’ artık diyordu kale arkasına kümelenmiş muhteşem taraftarları ‘şimşekler’in öncülüğünde ‘demiryolu çocukları...’ “haykır acını” diyordu pankartlarından biri hepimize. bütün maç boyunca susmayan ‘şimşekler’in tepesinde salındı dört bayraktan -che, sscb, küba, filistin- oluşan o tek bayrak. ‘venceremos’ yazılı atletleriyle gümbür gümbür ‘çav bella’ söyleyen çocuklar ortalığı yıkarken, kaya’lı, cem’li, tayfun’lu demirspor, lucarelli ve arkadaşlarına pozisyon vermemeye çalışıyorlardı. olmadı ya, çok merak ettim lucarelli gol atsa ne yapacaktı diye?
sula bizi itfaiye... meşaleleri çaktılar dakika 30’da. sonra, bağış erten’in deyimiyle bu ‘sürreel maç’ devrenin sonuna doğru iyiden iyiye gerçeküstünün de ötesine geçti. “sula bizi itfaiye” başladı, ardından “yangın var yangın, ben yanıyorum..” itfaiye sulama işi için kolları sıvayınca da eğlence zirve noktasına ulaştı. ikinci yarı burada duramazdım, ‘hatırlı birileri’ne rica ederek kıyıdan kıyıdan maraton tribününe ulaştım. gerçi ben gittiğimde adana sıcağı taraftarın pilini bitirmişti ya, karşıda, kale arkasında ‘şimşekler’ maç bitene kadar zıp zıp zıpladı. yarısı mavi-lacivert diğer yarısı turuncu boyalı (adanaspor) statta maçın başından bu yana turuncu kale arkası tribününde açık duran türkçe ve italyanca yazılmış ‘güler zere yaşasın’ pankartına 70. dakikalara doğru polis müdahale edince ‘gerçeküstü’nden gerçek türkiye’ye de döndük. maç mı? çoğunu göremedim ama çok heyecanlıydı kanımca ve futbolun en güzel sonucu olan beraberlikle bitti. eğrisiyle doğrusuyla ‘adalet arayan demiryolu çocukları’nın arasında geçti bütün günüm. ve gece yarısı ‘toros paça salonu’nun sirkeli sarımsaklı şahane ‘kalın tuzlama’sına ‘venceremos’ diye daldırdığım kaşıkla sona erdi.