kemal isimli bir arkadaşının jübile için yaptırdığı çiçeği götürmüştüm ona... siyah - beyaz beşiktaş forması içerisinde yine heybetli duruyordu sarı - lâcivert. siyah -beyaz formalar giymiş, çoğunun yaşı 40'ı aşmış, çoğu göbeklenmiş çağdaşlarının arasındaydı... rengi sapsarı idi koca oğlanın... yıllar önce kurduğu dostluk köprüsünden mithatpaşa’daki gecesine koşarcasına gelen insanların arasında heyecanlıydı... 1965'de değil, 1940'larda, 1950’lerde yaşıyordu artık...
mithatpaşa'nın alt koridorlarının dar duvarları arasına sıkışan bir devri seyrediyordum şükrü ile beraber. hakkı kaptan oradaydı, voleci şeref oradaydı... bombacı kemal oradaydı... ayağına uygun 46 numara top ayakkabısı bulunmadığı için gür sesiyle göğü tırmalayan hristo bile beyoğlu'nda bir mağazadan acele satın alınan yeni ayakkabılarıyla o koridordaydı... ve yavuz'lar ve vedii'ler, ali ihsan'lar, nusret'ler, recep'ler. keçi faruk'lar... koca bir beşiktaş tarihiyle birlikte gelmişti şükrü'nün maçına...
sonra, kara kartallar arasında fenerbahçelileri gördüm... işte, bembeyaz saçlarıyla koca cihat. işte dökülmüş saçlarıyla seyircilerin «çekiç» diye bağırdıkları kuruaze murat.. işte sahaların tutulmaz adamı taka naci... bego ahmet... markof selâhatlin... düşük donu ile solaçık kurt halil... fenerbahçe'nin daha gençleri... canavar burhan, doktor melih, deli basri... ve bir beşiktaş maçındaki golü kale içi demirlerinin arasına sıkışıp kalan bursa’lı cemal, ordu'lu cemal, kasap cemal... boncuk ömer... lavton suphi... ve kasımpaşa'dan, fenerbahçe'ye transfer ettiği gün gibi; genç, dinç kalmış, göbeklenmiş, donanma kâmil. fenerbâhçe'nin yakın tarihi de şükrü‘nün gecesine bütün yıldızlarını serpmişti...
mithatpaşa stadında böylesine muhteşem bir futbol tarihi müzesi açmak için yüzbinler değil, milyonlar yetmezdi. ama, bir şükrü getirmişti hepsini oraya...
sonra... 1940’lardaki, 1950'lerdeki hava içinde çıktılar sahaya... soyunma odalarının önünde birbirlerine iyi şanslar dileyerek ve birbirlerine randevular vererek. sahaya çıktıkları zaman birbirlerini yerler, sahadan kol kola çıkarlar ve gece barlarda, gece kulüplerinde, sevgililerinin evlerinde toplanırlardı. çoğu bekârdı o zaman. birinin sevdiği, diğerinin kardeşi, birinin dostu, ötekinin yengesi idi o devirlerde... ama, dürüst, centilmen, futbolla, özel hayatın sınırlarını aşmayan şöhretlerdi onlar...
sonra... mlihatpaşa'nın alt koridorlarına sıkışmaya çalışan o dev'ler mithatpaşa'ya sığmadılar... şükrü davul gibi olmuştu. bir deil, üç insan çıkarırdı göbeğinden. aldı pası hakkı kaptanından, kornerlerden avladığı cihat kaptanın kalesine yaklaştı. nefesi yetseydi... pırıl pırıl başıyla taka naci'yi, alnı açılmıiş suphi'nin yanında koşarken görenler onu göremeyenlere izahat veriyorlardı: «taka aldı mı topu, filelere bakardı dayanıklı mı diye?»
bir maç oynanıyordu sahada, eski dev'lerin maçıydı bu... yazık ki o dev'ler ihtiyarlamışlardı... ve jübilenin gerçekte dramatik tarafı olan bu maç biterken şükrü, ellerini arkasına dolayarak, çatık kaşlarla azarlayan kaptanını, h. yeten'i omuzladı ve öyle götürdü soyunma odasına. şükrü borcunu ödüyordu... bütün futbol hayatı boyunca kendisini omuzlarında taşıyan kaptanına karşı...