ilk basımı 2003 yılında olan yiğiter uluğ'un "hatice'den mektuplar" kitabından;
münih, 1974... şükrü gülesin, namık sevik ve kahraman bapçum, dünya kupası finalini izlemek üzere geldikleri bavyera kentinin sokaklarını arşınlıyorlar. karınları acıkınca şükrü -ki en önce onun karnının acıktığından kimsenin şüphesi olmasın- "şu italyan lokantasına girelim, canım spagetti çekti" diyor. girip oturuyorlar masaya... siparişleri almak için 15-16 yaşlarında bir delikanlı geliyor. şükrü gülesin, yemek faslına geçmeden önce garsonla samimiyet kurmak istiyor ve "hangi takımı tutuyorsun?" sorusuyla açıyor sohbeti...
"lazio." "peki, şükrü gülesin'i tanıyor musun?" "hayır." "baban da lazio'lu mu?" "evet." "ne yapıyor şimdi?" "içeride, mutfakta çalışıyor." "git, babana 'şükrü gülesin geldi, seni görmek istiyor' de!"
delikanlı da, masadakiler de şaşırıyor şükrü'nün bu isteğine. lazio'lu genç biraz da isteksizce mutfağın yolunu tutadursun, biz biraz daha eskilere, 1950'lerin başındaki roma'ya uzanalım...
* * *
beşiktaş formasıyla oynadığı 281 maçta 226 gol atan, o dönem türk futbolunun en büyük yıldızlarından şükrü gülesin, 1951'de lazio'ya transfer olmuştu. insanüstü kuvveti, bomba gibi şutları, kornerden attığı gollerle kısa sürede italyan futbolseverlerin sevgilisi haline geldi. öyle ki, her maçtan sonra kimi zaman o akşam, kimi zaman da ertesi sabah evinin kapısında tokmağa asılı bir ıstakoz buluyordu. eşine soruyor ama hiçbir tıkırtı duymadığı cevabını alıyordu. birkaç kez beraberce kulak kabartıp, ıstakozu getireni 'enselemeye' çalıştılar, olmadı. ve şükrü, esrarengiz armağanın sırrına eremeden o sezonun sonunda palermo'ya transfer oldu.
* * *
yeniden münih'teki lokantaya dönelim... oğlundan haberi alan italyan aşçı sevinç-hayret karışımı bir yüz ifadesi ve telaşlı adımlarla yaklaşmaktadır bizimkilerin masasına... bir yandan ıslak ellerini önlüğüne siler, bir yandan da "sukru!.. sukru!.. inanmıyorum, bu bir mucize!" diye bağırarak gelir, kucaklar yıllar önce lazio tribünlerinden alkışladığı kahramanı.
"demek, hatırladın beni" der şükrü.
"nasıl hatırlamam? sen benim en sevdiğim futbolcuydun" cevabını verir italyan önce, sonra da gözünü uzaklara diker ve "peki, sen ıstakozları hatırladın mı?" diye sorar kısık bir sesle. "hani pazar geceleri kapında bulduğun ıstakozları?"
"evet..."
"işte o ıstakozları getiren bendim. balık halinde çalışıyordum o zaman."
* * *
gazetelerde, kulüplerin halka açıldığına, artık borsada hisselerini satabileceklerine ilişkin haberleri okudukça hep bu hikâye geliyor aklıma... şükrü gülesin'i ve onu lazio forması ile izlediği bir sezonda 'aşık olan' italyan'ın 40 yıllık dost gibi kucaklaştığı sahneyi canlandırmaya çalışıyorum gözümde... bugün de futbol topunun zıpladığı her yerde buna benzer tabloları görebilmek mümkün. ama yarım yüzyıl önce olduğu kadar katıksız bir sevgiden söz edebilir miyiz?
kulüpler birer şirket artık... alan, satan, kârları, zararları bilançolarla ortaklarına duyurulan endüstriyel kurumlar... bu yüzden, yıldızları birer kahraman gibi değil de, bizi (yani elimizdeki hisseleri) başarıya taşıyacak personelden birileri olarak görüyoruz. ya da en azından öyle görme yolunda ilerliyoruz. bir gün omuzlarda taşıdığımızı, ertesi gün 'kazandırmıyor artık' diye kaldırıp atabilmek, şimdilerde taraftarın (yoksa hissedar mı demeli?) en doğal hakkı.
futbol büyüyor... giderek dünyanın en ücra köşelerine sızıyor, popülaritesinin önünde hiçbir güç duramıyor... büyüdükçe kazanıyor, kazandıkça etrafına da kazandırıyor... fakat bu güzel oyunun saflığı, masumiyeti, mahalle araşma özgü heyecanları da kayboluyor bir bir...
yarım yüzyıl önce savaştan yeni çıkmış avrupa'nın fakir insanları, stadyumlara giderken, olağanüstü bir gösteriye tanık olmanın coşkusu içindeydiler. onlar için di stefano, puşkaş, fontaine, gento ya da 'sukru'nun da vinci'den, michelangelo'dan, renoir'dan farkı yoktu. ve yeşil sahaların yaratıcılarına, gönüllerinden taşan sevgilerle, avuçlarını kızartan alkışlarla teşekkür ediyorlardı. bence, asıl o zaman 'halka açık'tı kulüpler...
teşekkür deyince; aktardığım güzel öyküyü güneşli bir öğle sofrasında benimle paylaşan kahraman ağabeye borçlu olduğum teşekkürü de unutmamak gerek. o, sesiyle, jestleriyle, mimikleriyle ama en çok da pırıl pırıl parlayan gözleriyle ruh vererek anlatmıştı rahmetli şükrü gülesin'in hikâyesini. benim bilgisayar klavyesinde aynı rengi yakalamama olanak yok, affola...
radikal, 10 şubat 2002
not: anı 74 dünya kupasında geçtiği için bu maça yazdım...