ilk basımı 2003 yılında olan yiğiter uluğ'un "hatice'den mektuplar" kitabından;
sevdiğim, çok inandığım, kafasını beğendiğim, duruşuna hep güven duyduğum dostlarımdan biridir. iki yıl kadar önce güzel bir ilkyaz akşamında, boğaz kıyısında keyifli bir masada bir araya geldik... laf lafı açtı, mehtap soframıza indi ve nasıl oldu bilmem, konu futbola geldi... o sıralar gündemin en sıcak konularından biriydi galatasaray'ın uefa kupası'nı kazanması ve konuştukça anlıyordum ki, sevgili arkadaşım bu olayın gazetelerde, ekranlarda bu kadar yer bulmasından fena halde şikâyetçi...
"uefa kupası da ne ki? daha önce isimsiz avusturya ya da hollanda takımlarının kazandığı dandik bir kupa! benim gözümde bir teneke parçası" dedi.
önce onun da, pek çok başka dostum gibi, futbolun, hayatımızın bütün alanlarını işgal etmesine, bunu yaparken son derece sırasız-sekisiz ve saygısız davranmasına, yeşil alandaki sonuçlar üzerinden yapılan ucuz milliyetçiliğe içerlediğini sandım. öyle ya, bir spor adamı olarak ben de rahatsız olmuyor muydum bunlardan?
bu teşhiste yanıldığımı biraz geç anladım. köpüklü kahyelerimizi içerken, baklayı ağzından çıkardı sevgili dostum: "ben fenerbahçeliyim. çocukluğumdan beri galatasaray'dan ve galatasaraylılıktan nefret ederim. bugün de bir kupa kazandılar diye onların el üstünde tutulmasını kabul edemem. o kupaya saygı duymuyorum ve duymayacağım. çevremdeki insanları da onun değersiz olduğuna inandırmak için elimden geleni yapacağım."
tartışma bitmişti. bana söylenecek bir şey kalmıyordu.
gülümsedim...
sorunu çözemeyen, yenilgiyi kabullenen ve umudu erteleyen o 'biçare' gülümsemeyi pazar akşamı televizyonda fenerbahçe-trabzonspor maçını izlerken bir kez daha buluverdim dudağımın kıyısında... fenerbahçe sahaya her yanı yıldızlarla donatılmış tuhaf bir formayla çıkmıştı. sarı-lacivertli kulüp yöneticilerinin vermeye çalıştığı mesaj şuydu: "biz bu yıl 15. kez türkiye ligi şampiyonu olup göğsümüze üçüncü yıldızı takmak istiyorduk. ama gördük ki, futbol sahalarında sonuçlar manipüle ediliyor, her şey kirli. bu şartlarda yıldızlar da ayağa düşüyor. o zaman üçüncü yıldızın hiçbir değeri yok gözümüzde..."
iki yıl önce fenerbahçeli dostumun bana söyledikleriyle biraz daha açmaya çalışırsak; "benim olmayan her şey değersizdir. ben güzele güzel demem, güzel benim olmazsa."
bu destrüktif aşk hali, 80'lerden bu yana salgın bir hastalık gibi yayılıyor sportif hayatımıza. kapıdan kovsak bacadan giriyor ve politika üretemeyen politikacıları, her türlü politik örgütlenmeyi daha kaynağında boğan anayasasıyla, kendini çağın en sığ fikir ortamında bulan bir ülkenin gençlerine açık kalan tek reaksiyon penceresi olduğu için, böyle sağlıksız rüzgarlar üflüyor sokaklarımıza... bütün doyumsuzluklarını 90 dakikalık bir futbol maçıyla gidermeye çalışan, birini seven, diğerlerinin tamamından nefret eden, bütün grileri ortadan kaldırırken siyahla beyaz arasında her gün biraz daha sıkışan bir zavallılar sürüsü haline geliyoruz süratle... ve edindiğimiz ilk refleks, "benim yoksa onun da olmasın" demek, kimsenin adalete inanmadığı bu coğrafyada, bütün sonuçları komplo teorilerine sarıp sarmalayarak daha tecelli etmeden 'kalp' ilan etmek... bunu da spor diye tanımlamak...
bir umut vardı, umut denebilecek bir kırıntı... vurup kırmaya yatkın bu maço kültüre belki de kadınların birkaç çiçek tomurcuğu getirebileceğini düşünürdük bir vakitler... hani, "kadın eli değerse her şey başka olur" inancıyla...
ne tuhaf... kadınlar da, stadyum kapısından girdikleri ilk dakikadan itibaren ağızlarını yamultan küfürler ve gırtlaklarını paralayan çığlıklarla 'erkekleşiyor'... ve yıldızlar... parlatıp gökyüzüne asmak için onca yıldır uğraştığımız yıldızlar, önce tek tek, sonra kalabalık gruplar halinde kayıp gidiyor gözlerimizin önünden...
bize kalan, iç ürperten bir kış gecesinden başka bir şey değil.