ilk basımı 2003 yılında olan yiğiter uluğ'un "hatice'den mektuplar" kitabından;
faltaşı gibi açılmıştı gözlerimiz... pala bıyıklı adam, elini cebine atıp bir tomar para çıkardı. etrafını saranlardan tedirgin olduğu belliydi. telaşlı hareketlerle banknotları saydı ve "al işte, 3000!" dedi. diğer eliyle bileti alırken, "gardaş, te diyarbahır'dan galgıp buraya gelmişem. dünya para harcamişem. ha bu maçı görmemişem, ölürem" diye söyleniyordu. kapalı tribün bileti 100 liraydı ama 'diyarbakırlı' az önce gözümüzün önünde 3000 lirayı saymıştı işte... bizimse saaatlerdir bir milim bile ilerlemeyen kuyrukta bekleyip, 75 liraya açık bileti almayı ummaktan başka çaremiz yoktu. türk futbolunun yıllardır, biz, yeniyetme futbol hastalarının haftalardır beklediği maç gelip çatmış, izmir atatürk stadı'nın önünde gece yarısından kuyruğa girmemize karşın, sabah 9'da açılan gişelerden bilet almayı başaramamıştık. mahşeri kalabalık dedikleri buydu herhalde... geceyi yakılan ateşlerin başında nöbetleşe ısınarak, sıradaki yerimizi kaptırmamak adına gözümüzü bile kırpmayarak geçirmiş, bilet parası diye ayırdğımızdan artan üç-beş kuruşla işleri tıkırında olan simitçi, sandviççi, kokoreççierden nefsimizi köreltmiştik. maça yalnızca üç saat kalmıştı ve içeri girebilme umudumuz her dakika biraz daha azalıyordu. bazı polislerin karaborsacıları yakalayıp, ellerindeki biletleri normal fiyattan vatandaşa sattığını duyunca, tek yolun bu olduğunu anladık. çıktık saatlerdir ilerlemeyen bilet kuyruğundan; gençten, temiz yüzlü bir polis bulduk ve peşine takıldık. gözlerimizi dört açarak yaptığımız tarama sonucunda, bir karaborsacıyı 'takım halinde' enselememiz ve 75 liradan dört tane açık tribün almamız fazla uzun sürmedi. sonrası; içeri dalış, merdivenleri uçarcasına tırmanış ve... tıklım tıklım tribünlerde kiminin ayağına, kiminin omuzuna basarak ilişecek bir yer arayış... bize kala kala açık tribünün kale arkasıyla birleştiği noktada, en arka sıralarda bir minik yer kalmıştı.
aradan 24 yıl geçti ama bazı ayrıntılar hâlâ sanki dün yaşanmış gibi canlı belleğimde... koskoca ege ordusu bandosu'nun tribünleri sırayla dolaşarak, her birinin önünde "fincanı taştan oyarlar"ı çalmasını unutmak ne mümkün? ya da, avusturya milli takımı'nm malzemelerini viyana-izmir uçuşunda kaybetmesi ve sahaya bizim takımın ay-yıl-dızı sökülmüş idman üniformalarıyla çıkmasını? alüminyum kale direklerinin ilk kez o maçta kullanıldığını, direklerin avusturya'dan satın alındığını ve erol togay'ın kafa vuruşunun işte o direklerden döndüğünü de unutamıyorum. viyana'dan gelen bir uçak dolusu konuk seyircinin her tezahürat girişiminde narenciye yağmuruna tutulması, kapalı tribündeki o küçük grubun, portakal renkli bir bulutun altında yokolması da aklımdan çıkmıyor. ama sonunda sevinen onlar olmuştu... arjantin'deki 1978 dünya kupası'na gidebilmek için türk milli takımı'na elemelerdeki son üç maçta üç galibiyet gerekiyordu. sırasıyla avusturya ve doğu almanya ile içeride, malta ile dışarıda oynayacaktık. o gün, prohaska'nün golü bütün umutlarımızı yerle bir edince, sonraki iki maçın anlamı kalmadı. akşam karanlığı çökerken izmir'in üzerine, yüzleri külrengi binlerce insanla birlikte kocaman bir sessizliğin içinden geçerek yollara döküldük. halkapınar'dan bornova'ya birbirimizle konuşmaya bile cesaret edemeden yürüdük... yürüdük... ayın sonuydu, son paramızı biletlere verirken, maçtan sonra okula 'tabanvay' döneceğimizi biliyorduk. ama bu yürüyüşün, sevinç çığlıklarıyla donanmış bir zafer alayı olacağını sanmıştık.
aynı hikâyeyi farklı bir sonla yazmak için tam 24 yıl beklemek, sizce de biraz fazla değil mi?