dağhan ırak'ın "hükmen yenik!: türkiye'de ve ingiltere'de futbolun sosyo-politiği" kitabından;
premier lig: sermaye futbolu devralıyor
muhafazakâr hükümetlerin ve merkeze kayan işçi partisi hükümetlerinin güvenlik politikaları stadyumları bir çeşit panoptikona dönüştürürken, futbolu sermayenin kucağına atma zamanı da gelmişti. aslında neo-liberal thatcher'ın ülkenin tüm kamu mallarını özelleştirirken futbola daha önce el atması beklenebilirdi, ancak büyük ihtimalle bu spora olan nefreti burada biriken sermayeyi görmesine dahi engel olmuştu. muhafazakârlar bu eksiklerini majör döneminde hızla kapatacaklardı.
1990’lara kadar ingiltere futbol lig sistemi, çapraz sübvansiyon mantığı üzerine kuruluydu; bunun anlamı üst liglerdeki kulüplerin alt liglerdekine gelir aktarması, böylelikle de futbolun her seviyesinde belli bir dengenin sağlanmasıydı. ancak, 1990’lar geldiğinde ülke futbolunun zirvesindeki kulüpler bu sistemden ve gelirlerinden memnun değillerdi. onların hoşnutsuzluğu futbol federasyonunu lig sistemini yenilemeye itti ve ingiltere premier ligi ortaya çıktı. bu lig sistemi aynı zamanda heysel, hillsborough ve avrupa yasağı sonrasında cazibesini ve kârlılığını yitiren ingiltere futbolunu diriltme amacı taşıyordu. yeni sistem taylorm hillsborough raporu'nda önerdiklerini de hayata geçirmeyi hedefliyordu. premier lig, zamanın neo-liberal ekonomik ruhunun futbola yansımasıydı.
taylor'ın nihai raporunun temel önerisi tamamı koltuklu stadyumlardı. hâkim taylor, raporunda “bir seyirci oturduğunda kendini güvende hissettiği küçük bir yere sahip olduğunu hisseder. etrafındakilerle fiziksel kontağı olması gerekmez. bu şekilde itilip kakılmayacaktır” diyor, “yağmurda oturmak ayakta durmaktan kötüdür” diyerek kapalı tribünler yapılmasını öneriyordu. 1994 yılı itibarıyla ingiltere futbolunun ilk iki kümesindeki tüm stadyumlar tamamen koltukla kaplandı. inşaat masrafları, oluşturulan tröst tarafından karşılanıyordu, ancak koltuklu stadyumlar daha az kapasite, dolayısıyla daha az bilet satışı ve daha yüksek bakım masrafları demekti. dolayısıyla bir bilet fiyat artışının gelmesi mantıklıydı. ancak, iki sezon içinde en uzun kombine bilet fiyatını iki katma çıkaran manchester united örneğinde olduğu gibi fiyatlar ihtiyaç duyulanın çok üstüne çıkartıldı. modernize edilen stadyumların içinde restoranlar, ürün satış dükkânları, hatta kulüp müzeleri vardı. bu yatırımların karşılığının alınabilmesi için kulüplerin alım gücü daha yüksek taraftarları stadyuma çekmesi gerekiyordu. bir diğer deyişle, bilet fiyatları biletlerin eski sahiplerinden daha fazla para almayı değil, bilet parasından çok daha fazlasını stadyumda harcayabilecek yeni taraftarları stada getirmeyi hedefliyordu. yine manchester united’ın ayakta durulan en ucuz tribünü stretford end’in dönüştüğü şey bu zihniyetin net bir yansımasıydı. tribünde artık “dört bin koltuklu mcdonald’s aile tribünü, 864 yönetici koltuğu, birkaç bin lüks club class koltuğu, tv stüdyosu ve eski fiyatların çok üstünde satılan birkaç bin normal’ koltuk” vardı.
alkolizme karşı pub'lar!
stadyumlardaki en ucuz biletlerin sahiplerine kapı gösterilince, maçları stadyum dışında izlemek de pazarlanabilir bir şey hâline geldi. premier lig’i daha önceki lig sisteminden farklılaştıran en önemli noktalardan bir tanesi, bskyb dijital platformuyla imzalanan, beş yıllık 304 milyon poundluk yayın sözleşmesiydi. bu sözleşmeyle futbol yayınları karasal ve şifresiz televizyondan çıkartılıyordu.
1990’lar soğuk savaş’ın bitmesi ve varşova paktı’nın yıkılmasıyla beraber küresel bir değişimi simgeliyor, hemen hemen tüm dünya aynı serbest piyasa ekonomik sisteminin içine katılıyordu. uydu televizyonculuğu bu ekonomik küreselleşme dalgasının önemli bir ayağı oldu. uydu televizyonu, temelde bilginin küreselleşmesi anlamına geliyordu. bir uydu antenine ve alıcısına sahip herkesin aynı sinyale dünyanın çok farklı yerlerinden ulaşabilmesi demekti. bu, yayıncılık alanındaki ulusal sınırların da eski gücünü kaybetmesini beraberinde getiriyordu. uydu televizyonunun bu özelliği soğuk savaşın bitiminde de etkili oldu. 1983 gibi erken bir tarihte bile amerikalılar, iki taraf birbirinin televizyon yayınlarını izleyebildiğinde sovyetlere karşı avantajlı olacağını hesaplıyordu. uydu televizyonunun kapitalistlere neden avantaj sağladığının açıklaması ise basitti; kapitalizm daha fazla arz üzerinden büyüyor, uydu televizyonu da teknik olarak bunu vaat ediyordu. binlerce kanalı bir anda sunabilen uydu televizyonundan daha etkili bir tüketim propagandası düşünülemezdi. dahası uydu yayınları şifrelenebildiği için televizyon sinyalleri satılabilir birer meta hâline gelmişti. bu, tüm dünyada ama ilk başta ve özellikle ıngiltere’de futbol yayıncılığı algısını tamamen değiştirdi.
bskyb yayın anlaşması bbc-itv karasal futbol yayıncılığını sona erdirirken, ingiltere futbolundaki çapraz sübvansiyon uygulamasını da bitirdi. kulüplerin gelirleri artık tamamen başarı ve popülarite (reyting ölçümleri artık çok daha kolaydı) üzerinden hesaplanacaktı. bu, tepedeki kulüplerle diğerlerinin arasında maddi uçurumlara neden oldu.
yeni sistem futbol taraftarlarının maç izleme alışkanlıklarında da dramatik değişikliklere yol açtı. pek çok kulübün en ateşli taraftar tabanını oluşturan, düşük gelirli taraftarlar, maç bileti ya da tv aboneliğini karşılayamayınca, yeni maç izleme ortamları doğdu. ingiliz sosyal hayatında zaten çok önemli yeri olan pııb’lar (geleneksel ingiliz barları) insanların toplanıp maç izlediği yerler hâline geldi.
1990’lardan itibaren toplam nüfusun yüzde 9 unu çeken bu mekânlar ülkenin en çok maç izlediği yerler olarak stadyumları geride bıraktı. pub'ların popülerliğinin bu hızlı yükselişi aslında ironikti; zira taylor raporu, holiganizmin en büyük nedenlerinden biri olarak alkol tüketimini gösteriyor, raporun yolunu açtığı futbol kapitalizmi ise insanları maç izlemeye pub’lara gönderiyordu.
görüldüğü gibi ingilterede geleneksel futbol taraftarını oluşturan işçi sınıfı, 1970’lerden itibaren hem sosyal hem de ekonomik olarak büyük darbeler yemiş, sonunda stadyumlardan da sürülerek kendi sınıfı tarafından kurulan kulüplerin oynadığı canlı futbol deneyiminden mahrum bırakılmıştı. ancak bu gelişmeler sonrasında bile futbol, ingiliz toplumunun en alt kesimlerinin bir numaralı eğlencesi olmaya devam etti.