dağhan ırak'ın "hükmen yenik!: türkiye'de ve ingiltere'de futbolun sosyo-politiği" kitabından;
futbolun "hoşnutsuzluk kışı"
britanya’nın futbol kültürünün ağırlıklı olarak maço bir kültür olduğu ve işçi sınıfı kültürünün içindeki yoğun alkol tüketiminden de beslenen bir şiddet damarının hep olduğu söylenebilir. ancak 1970lerden itibaren şiddet dalgasının futbol taraftarlığının bir parçası olmaktan çıkıp, onun belirleyicisi olduğunu görmek gerekir. bu, 1970lerin sonundan itibaren britanya’nın tüm sosyal hayatının bir şiddet iklimine girmiş olmasıyla açıklanabilir. hoşnutsuzluk kışıyla zaten bunalım yaşamaya başlayan halkın, thatcher hükümetleri döneminde işçi sınıfına karşı britanya tarihinin en gaddarca savaşının açılmasıyla ciddi bir sosyal travmaya girdiği rahatlıkla söylenebilir.
o’leary ve king gibi thatcher politikaları üzerinde erken değerlendirme yapan bazı sosyal bilimciler, bu politikaların sermayenin uzun dönem çıkarlarını gözetmediğini, bu yüzden de sınıf analiziyle açıklanamamışını iddia etmişti. ancak britanya’nın son otuz yılma bakıldığında, işçi sınıfının içine düşürüldüğü örgütsüzlük, sendikaların zayıflatılması ve politik örgütlerle bağlarının 1984’teki yasa gibi düzenlemelerle kesilmesi gibi uygulamaların yalnızca işçi sınıfını hedef almadığım, aynı zamanda işçi partisi’ni de daha merkez bir siyasal çizgiye çekerek, ana akım politikayı burjuvazinin ana akıma karşı bir kurtarılmış alanı hâline getirdiğini görüyoruz. dolayısıyla, bu hükümetin politikalarının işçi örgütlenmelerini doğrudan hedef aldığı ve onun siyasal temsilini engellediği açıktır. kaldı ki, hemen hemen tüm gelişmiş kapitalist ülkelerde bu dönemlerde yaşanan benzer uygulamaların uluslararası düzlemde de başı thatcher hükümetleri tarafından çekiliyordu. söz gelimi, 1980-89 arasında sendikasızlaştırma oranında britanya %11.2 ile irlanda'nın arkasında ikinci sıradaydı. bir diğer deyişle, britanya küresel kriz ortamında uygulanmak zorunda olan tedbirlerin kurbanı değildi, sermaye sınıfının çıkarlarına uygun bir dizi politik hamleyi hem uyguluyor, hem de bu konuda bir model oluşturuyordu.
küresel kriz ve yüksek işsizlik rakamlarından etkilenen işçi sınıfı, özellikle 1984-85 maden grevi sonrasında güçlü politik ve sınıfsal örgütlerden de mahrum kalmıştı. sendikaların olmadığı ortamda, işçi sınıfı tabanlı futbol kulüpleri, sınıfın buluşma noktası hâline geldi. ancak büyüyen futbol endüstrisi ve palazlanan futbol kapitalizmi, taraftarlarla kulüpler arasındaki mesafeyi de açmaktaydı. başlangıçta yöneticileri, oyuncuları ve taraftarları hemen hemen aynı köklerden gelen futbol kulüpleri, daha önce anlattığımız sınıfsal kopuşları yaşamıştı. 1970’lerde ise futbolun sermaye birikimine açık hale gelmesiyle, kulüpler büyük iş projeleri hâline gelmiş ve taraftarı “müşteri” olarak algılamaya başlamıştı. taraftarlarla kulüpler arasındaki bu yeni ilişki biçimi taraftarlık alanında büyük bir sosyal boşluk yaratıyordu. bu boşluğu doldurmak üzere taraftarların kendisini ait hissedebileceği bir ara oluşumun meydana gelmesi kaçınılmazdı. “gündelik giyimliler” (casual firms) adı verilen taraftar grupları böyle ortaya çıktı.
bu oluşumların en önemli özelliği, grup kimliğinin çoğu kez kulüp kimliğinin önüne geçmesi ve kendi rekabetlerini yaratmasıydı. “gündelik giyimliler”, kendilerini “sıradan taraftar”dan giyimleriyle ayırmıştı. bu gruplar, forma ya da atkı gibi klasik taraftar aksesuarlarını kullanmıyor; punk, oi ve skinhead gibi işçi sınıfı çıkışlı diğer alt kültürlerden ödünç aldığı tarzlardan oluşan gündelik kıyafetlerle maça geliyordu. bu gruplar, kulüplerin deplasmana gidecek taraftarlar için ayarladığı otobüsleri ve trenleri de kullanmıyor, kendi ulaşımlarını kendileri sağlıyordu (ki bu da kulüpten bağımsızlık adına önemli bir hareketti). örneğin, west hamın ünlü inter city grubu adını deplasman için kullandıkları trenlerden almıştı.
öfke futbolu kaplıyor
maden grevinin, sendikaların yenilgisiyle sonuçlanması, işçi sınıfı gençliğinin yabancılaşmasını hızlandırmıştı. refah devletinin çöküşüne ve yüksek işsizlik oranına, grev yenilgisiyle beraber işçi sınıfının siyasi süreçlerden mahrumiyeti de eklenmişti. britanya işçi sınıfı tarihinde bu önemli bir dönüm noktasıydı, zira yalnızca sınıfın koşulları kötüleşmemiş, aynı zamanda yenilgi, sınıfı kendi örgütlerine, sendikalara ve siyasi partilere, hatta işçi eylemlerinin kendisine yabancılaştırmıştı. 1980’lerin işçi sınıfı gençliği, kendilerine ailelerinden miras gelen kimliğin parça parça edilmesine şahit oldu. büyük dedeleri, dedeleri, babaları aynı kültürden gelen ve kendini aynı şekilde toplumda ifade eden bu insanlar, öğrenilmiş ve erkenden içselleştirilmiş davranış kodlarının artık hiçbir anlama gelmiyor olmasıyla çaresiz kalmıştı. bu açıdan, ellerinde kendilerini var edebilecekleri herhangi bir bağlam yoktu. bu durumun yarattığı baskı, çok geçmeden şiddetle ifade edilmeye başlandı.
işçi sınıfının içinden doğan iki alt kültür, punk ve skinhead, bu agresifliği ve toplumda var olan her türlü uyuma karşı olan öfkeyi açıkça yansıtıyordu. punk, 1970’lerin ikinci yarısında londra’daki kings road’da “sex” isimli bir avangard giyim mağazasının etrafında, tam da “mutsuzluk kışı’nı hazırlayan koşullar zamanında ortaya çıkmaya başlamıştı. bu kuşağın ilk müzik grubu olan the sex pistols, öfkeyi ve yıkıcılığı hem şarkı sözlerinde, hem de eylemlerinde bolca kullanıyordu. insanları şoke etmek için giysilerinde nazi sembolleri kullanıyor, bbcdeki canlı yayınlarda küfürler ediyor, kendi deyimleriyle “artık tahammülleri kalmayan herkesin canını sıkmaya çalışıyorlardı.” grubun içgüdüsel sosyal eleştirelliği ve yıkıcı nihilizmi britanya millî marşıyla aynı adı taşıyan “god save the queen” (tanrı kraliçeyi korusun) parçasının sözlerinde kendini gösteriyordu. grup bu şarkiyi kraliçe ıı. elizabeth'in tahta çıkışının 25. yıl dönümünde kiraladıkları bir botla thames nehrini geçerken ilk kez seslendirecekti:
tanrı kraliçeyi korusun, ve onun faşist yönetimini sizi bir morona çevirdiler, potansiyel bir hidrojen bombasına
tanrı kraliçeyi korusun, o bir insan değil gelecek yok ingiltere'nin hülyalarında
var olan hemen her türlü medya organlarının uyguladığı büyük sansüre rağmen, parça kısa sürede hit oldu, haftalık müzik listeleri, grubu birinci sırada göstermemek için sürekli tahrif ediliyordu. tüm engellemelere rağmen, sex pistols, pek çok gencin kendi üretimlerini ortaya koyduğu bir dalga yaratmayı başardı. bunlar yalnızca müzik plaklarından ibaret de değildi; fanzinler, broşürler, rozetler, yazılamalar, mesaj iletimine açık mümkün olan her şey buna dahildi. kendin-yap etiği tek bir şey öğütlüyordu; “kendi kültürünü yarat ve senin için üretileni tüketmeyi bırak”.
1980’lerin koşullarında punk hareketi, bir başka alt kültürle, skin-head (dazlak) hareketiyle buluşarak başka bir siyasi bağlama büründü. başlangıçta punk hareketi, içinde barındırdığı tüm toplumsal eleştiriye rağmen herhangi bir siyasi gündem sitüasyonizmden besleniyordu. punk’ın ekstrem yapısı, zaten skinhead ortamlarında ağırlığı olan faşist ulusal cephe ile birleşince, ortaya punk’ın politize olmuş bir versiyonu çıktı. punk’ın politizasyonu aşırı sağdan başlamışsa da marksist ve anarşist örgütlenmeler olaya dahil olmakta gecikmedi. angelic upstarts gibi sosyalist ve crass gibi anarşist gruplar etrafında anti-faşist bir punk doğuyordu. işçi sınıfı gençliğinin sağcılaşmasmda, politik ve sosyal iklimin de rolü büyüktü. falkland savaşı ülke genelinde büyük bir milliyetçilik dalgasını tetiklemiş, bu britanya’nın o dönem asya ve afrika’dan aldığı göçlere yönelerek ırkçılık ve yabancı düşmanlığına dönüşmüştü. bütün bunlar futbol taraftarlarını da etkileyecekti. zaten, punk ve skinhead alt kültürlerinin mensupları futbol taraftarlarıyla aynı kökleri paylaşıyor ve pek çok noktada birbirine bağlanıyordu. the cockney rejects gibi futbol taraftarı punk grupları ya da punk futbol taraftarları bunun kbir örneğiydi. dahası futbol taraftar grupları da bu alt kültürler gibi kendin-yap etiğinden ilham almışlar, bunu da özellikle çıkardıkları fanzinlerle ortaya koymuşlardı.
milliyetçi histeri futbolla buluşunca...
1980’lerin ilk yarısının milliyetçi bağlamı, etkisini uluslararası futbol karşılaşmalarında da gösterdi. ingiliz kulüpleri avrupa çapında başarılar elde ederken, ingiliz taraftarları da çıkardıkları olaylarla ün kazanıyordu. ingiliz taraftarların uluslararası alandaki ilk büyük olayı ispanyadaki 1982 dünya kupasında yaşandı. haziran ayında oynanacak ve üç britanya takımının (ingiltere, kuzey irlanda ve iskocva) katıldığı bu turnuva yaklaşırken, falkland meselesi de bir savaşa dönüşüyordu.
falkland savaşı spor alanında etkisini çabuk gösterdi. ilk olarak krikette arjantin’in midlands bölgesinde oynanan dünya kupası eleme serisinden çekilmesi istendi. aynı günlerde muhafazakâr parti ve işçi partisi milletvekilleri arjantin’in futbol dünya kupasından çıkartılmasını talep etti. britanya takımlarının kupayı boykot etmesi gündeme geldiyse de, hükümet bunu hemen reddetti. sorunun bir bölümü de ev sahibinin ispanya olmasından kaynaklanıyordu. ispanya'nın arjantin’le doğrudan bir bağı olmasa da, bu ülke medyada ve kamuoyunda “kan bağı, dil ve tarih kitapları vasıtasıyla arjantin’in yarımda” olan bir ülke olarak anılıyordu. diğer taraftan kupa başladığında ispanyol taraftarlar da “malvinas son argentinas” (falkland arjantin’indir) pankartlarım maçlarda hazır etmişti. ingiliz taraftarlar, buna bask bölgesindeki bilbao’daki maçlarda bask bayrağı açarak, “malvinas inglaterra” slogandan atarak ve polisle bol bol çatışarak karşılık verdi. “rule britannia” gibi emperyal çağrışımları olan şarkılar da ingiliz tribünlerinde popüler olmaya başlamıştı. turnuva kısa sürede falkland savaşı’nm bir mikrokozmosu hâline dönüştü. bu durum beklenmedik değildi. ingiltere milli takım menajeri ron greenwood daha turnuva başlamadan takımım falkland’daki britanya askerleriyle kıyaslıyordu. britanya'da milliyetçilik yükseldiğinde popüler kültür üzerinden gençlerin cezbedilmesine daha önce de başvurulmuştu; örneğin birinci dünya savaşı döneminde milliyetçilik pompalayan izci teşkilatlarının tanıtımları dergileri ve çizgi romanları süslemişti. 1980’lerde iyice kitleselleşen futbol ise bundan çok daha etkili bir silahtı.