ilk basımı 2008 yılında olan harun çelik'in "bize her yer trabzon" kitabından;
ama dedik ya inançlıyız, ama dedik ya inatçıyız, ama dedik ya sevdalıyız. ama dedik ya oyuncağımıza kavuşacağımız günün gelmesini oturup beklemek değil, bekleyiş sürecini "iliklerimize kadar gurur ve şerefimizle yaşayarak" geçirmek önemli diye. şimdi de yanında olacağız, 25 sene daha geçse de yanında olacağız, oyuncağımıza asla kavuşamayacak olsak da yanında olacağız. bu ülkenin her köşesinde "bordo" diye bağırana "mavi" cevabının gelmesi için var olacağız. anıl caner'e kulak verelim.
"bak oğlum görüyorsun değil mi bunları? senin yaşındayken hangi takımın adını duydularsa yaşadıkları yerde o takımı tutmuşlar"
mayıs... kimisi için hıdrellez, kimisi için geçen senenin ardından tatil öncesi yorgunluk, kimisi için bahar aylarının prensidir mayıs. nice aşklar başlamış; nice tarihe damgasını vuracak olaylar yaşanmıştır, mayıs aylarında kimbilir.
karadeniz bölgesinde yetişen minik çilekçiklere halk arasında mayıs adının verildiğini biliyorsunuz elbet, hani tek tek avucumuzda biriktirip hepsini birden ağzımıza attığımız. anadolu'da ise dışkı anlamında kullanırlarmış mayısı. ama tüm bu gereksiz detayların dışında hepimiz için farklı bir anlamı var mayıs ayının. çünkü o hiç göremediğimiz şampiyonluk kupasının sahibinin belirlendiği aydır mayıs ayı. ne yapıp edip istanbul uşaklarının onursuz zaferlerini izleterek ah çektirir hepimize mayıs ayı, hayaller kurdurur, isyan ettirir. maalesef hepimizin içini acıtan hikâyeye şahitlik etti bundan on iki sene evvel mayıs ayı.
erken gelmişti 96'da yaz. farklı olduğunu söylüyordu karadeniz'deki akrabalar, haşatın az olması bekleniyordu, fındık bahçeleri kurak, karadeniz o dev dalgalarından uzaktı o sene. ama mutluydu karadeniz insanı bir hafta öncesine kadar, hayatlarında en çok değer verdikleri şey, trabzonspor, çok başarılıydı ve on iki senedir gelmeyen şampiyonluğa çok yakındılar. en yakın rakip fenerbahçe ile aramızda dört puan fark vardı ve son üç-dört maçıydı artık ligin. rakip küme düşmeyi garantilemiş vanspor'-du. ama olmamıştı, dakikalarca rakip ceza sahası içinde top ne yapmış etmiş rakip kaleye girmemişti. ve ligin bitmesine üç hafta kala puan farkı ye inmiş, fenerbahçe'ye şampiyonluk şansı doğmuştu. tarihler 5 mayıs 1996'yı gösterdiğinde ise ülke gündeminin en önemli meselesi haline gelmişti trabzonspor-fenerbahçe maçı. gurbette olduğumuz için trabzon şehrindeki havayı bilmiyor, televizyonlardan takip ediyorduk. kadıköy'de fenerbahçe formalı vatandaşlarla yapılan röportajlar fenerbahçe'nin ümitsiz olduğunu gösteriyor, şampiyonluğa daha fazla inanmamızı sağlıyorlardı. ama akıllarda soru işaretleri uyandıran açıklamaları vardı başkan ali şen'in "trabzon'u trabzon'da yenip şampiyon döneceğiz." diye. tüm ibreler bizden yanayken, rakipten daha güçlü iken ve beraberliğin bile yeteceği bir maçta, üstelik kendi sahamızda oynarken bu özgüvenin nereden geldiğini anlayamamıştık fenerbahçe'nin sayn(!) başkanına.
maç günü saatler geçmek bilmiyordu benim için. bir an önce akşam olsun, bir an önce ilan edelim şampiyonluğumuzu diyordum. bir yandan içimi yiyordu ya bir aksilik olursa diye. soluğu babamın yanında alıyor, "baba şampiyon olacak mıyız?" diye onay beklercesine soruyordum. babamın "hiç merak etme oğlum. ilk yarıda 3 tane atar işi bitiririz." cevabı yüreğime su serpiyordu. maça yarım saat kala babam "oğlum ben çıkıyorum, hadi gel beraber izleyelim " dediğinde cesaretim olmadığını fark ettim bu maçı izlemek için dokuz yaşında küçücük bir uşak olarak kalbimi hazır hissetmemiştim bu maçın havasına ve gelmeyeceğimi söyledim. sadece söz vermesini istedim babamdan, gece trabzonspor şampiyon olmuş şekilde eve dönmesi ve ertesi gün bana trabzonspor forması alması hususunda. gülümsedi ve evden çıktı babam.
sonra geçtim televizyonun başına, maçların cine5'ten ve şifreli yayınlandığı zamanlardı ancak ses sorunsuz geliyordu. sadece görüntü sansürlüydü. takım kadroları, istiklal marşı, "trabzon, trabzon" sloganları ile başladı maç. halının üzerine diz çökmüş, televizyonun dibine girmiş olanı biteni anlamaya çalışıyordum. heyecanım biraz olsun azalmıştı, çünkü spikerin söylediğine göre dalga dalga geliyordu trabzonspor'um. ilk yarının ortalarına doğru spikerin sesi yükseldi, "abdullah vurdu ve goooooooooooooooooooooooooll." spikerin sesine yakın bir sesle bağırarak koşmaya başladım evde ve gol sevincimi halının üzerinde kayarak yaşadım, kanıyordu dizlerim ama kimin umurunda. aynı günün akşamı gördüm ki abdullah da aynı şekilde sevinmiş gole.
ilk yarı sonlandıktan sonra üzerimdeki bütün korku ve kuşkular kalkmış, bordo mavi beremi ve atkımı almış akşamın o saatinde tek başıma evden çıkmaya başlamıştım. babamın yanında onun gözlerine bakarak, ona sarılarak yaşamak istiyordum şampiyonluğu. maçı izlediği yere vardığımda, içeriden inanılmaz bir ses gelmişti. kafamı içeri uzattığımda babamı görmüştüm. gol diye bağıranların arasında yoktu babam ve gözleri anlatıyordu aslında birçok şeyi. cesaret edip yanına gidemedim ve mekânın yanındaki pasajın merdivenlerine çöktüm. bildiğim tüm duaları ediyor, maçın en azından bu şekilde bitmesini istiyordum allah'tan. bordo mavi beresi, atkısıyla merdivenin kenarına oturmuş dakikaları geçmesini bekleyen dokuz yaşında bir uşak düşünün. korkudan titriyor, oturduğu yerde heyecandan neredeyse cenin pozisyonuna geçiyor. aradan biraz zaman geçtikten sonra aynı ses tekrar yükseldi. golü kimin attığına bakmaya gitme gereği duymamış, hissetmiştim. ağlamaya başladım. maç sonuna kadar kıpırdamadan oturdum. ve başı öne eğik bir adam çıktı maçın bitmesine iki-üç dakika kala. yanıma geldi. "özür dilerim oğlum." dedi. kafamı duvara çevirmiş sadece ağlıyor, cevap veremiyordum. kızmıştım. hayatında ilk ve son kez yalan söylemişti bana çünkü, "merak etme oğlum şampiyon olacağız." demişti. ve bitti maç, fenerbahçeliler önümüzde bayraklarla koşuşturmaya başladılar. babam gülümsedi, "bak oğlum görüyorsun değil mi bunları. senin yaşındayken hangi takımın adını duydularsa yaşadıkları yerde o takımı tutmuşlar, amaçsız bir şekilde seviniyorlar şimdi. oysa hiçbir bağları yok tuttukları takımla, kendilerini kandırıyorlar. emin ol kaybetselerdi ana avrat söveceklerdi takımlarına, oyuncularına. kendi itibarları için, kendi menfaatleri için, böbürlenip hava atamayacakları için. sen öyle misin oysa hayatının her aşamasında gurur duyacağın, seveceğin, sevineceğin, uğrunda hayatından çalıp hiç pişman olmayacağın bir takımın var. daha küçücük çocuksun ben senin yaşındayken trabzonspor diye bir takım kurulmamıştı bile. niye ağlıyorsun ki? onlar gibi olup gülmek istiyorsan bunu pekâlâ yapabilirsin ama şerefli ikincilikten daha mı değerli olur sen karar ver." dedi bana. "baba yarın okula nasıl gideceğim peki?" dediğimde "zor olacak tabi. bu sıcak havada önlüğün altına forma giymek zor olacak." diye cevapladı, gözyaşlarını yerini parıltılara bırakmıştı. sarıldım babama ve eve gittik.
televizyonu açtığımızda kötü sürprizler bekliyordu bizi. intihara kalkışan trabzonluların ve içlerinde maalesef bunu gerçekleştiren mehmet dalman isimli on iki yaşındaki çocuğun haberi dönüyordu. neydi şimdi bu? kimdi mehmet kardeşimin katili? kimdi benim oyuncağımı kıran?
gündüzüne inat çok soğuktu o gece, hayallere inat hayal kırıklığı, düğün dernek horonlara inat cenazeydi o gece. gururumuza inat şerefsizdi o gece.
ama dedik ya inançlıyız, ama dedik ya inatçıyız, ama dedik ya sevdalıyız. ama dedik ya oyuncağımıza kavuşacağımız günün gelmesini oturup beklemek değil, bekleyiş sürecini " iliklerimize kadar gurur ve şerefimizle yaşayarak" geçirmek önemli diye. şimdi de yanında olacağız, yirmi beş sene daha geçse de yanında olacağız, oyuncağımıza asla kavuşamayacak olsak da yanında olacağız. bu ülkenin her köşesinde "bordo" diye bağırana "mavi" cevabının gelmesi için var olacağız.