yıllardır âdet haline getirdiğimiz 14 mayıs yemeğimiz, körfez'in kapanmasıyla, kumsal'a taşınmıştı. eski kayınpederim cemil bey, hesabı benim ödememe itiraz etmediği gibi, bundan gizli bir keyif bile alıyordu. bizim yer ayırtmamıza gerek kalmazdı. körfez'in hemşinli patronu nazmi bey, her 14 mayıs'ta bahçede, küçük havuzun yanı başındaki masaya "cemil bey 2 kişi" yazısını koyar, kim önce giderse otururdu. aynı alışkanlık, kumsal'a da taşındı. zaten cemil beyle gün ortasından haberleşmeye de gerek yoktu. buluşacağımız saati ikimiz de bilirdik. on altı yıl önceki ilk yemeğimizi hatırladım. berinle evliliğimizin ilk aylarıydı. 14 mayıs'ta cemil bey'i baş başa yemeğe davet ettiğimde, o da sanki bugünü bekliyormuş gibi beni heyecanla karşıladı ve ilk sözü "saat kaçta nerede?" oldu. eski toprak bir demokrattı cemil bey. demokrat parti tarsus ilçe başkanı iken ankara'ya yerleşmiş, işini kocabeyoğlu pasajı'nda küçük bir dükkâna taşımıştı. yüncüydü. 27 mayıs'tan hemen sonra pasajda asker ve inönü aleyhine ileri geri konuşmalarının faturasını, merkez komutanlığında geçirdiği bir ayla ödemişti. "daha fazlasını göze almıştım," derdi, "gideceğim yer ya balmumcu olurdu ya da yassıada. oradan da nereye gidersek artık..."
ilk yemeğimizde, kadehine rakı servisi yaparken, "cemil bey," demiştim; "bugün sizin için önemli bir gün olmalı. kırk bir yıl önce bugün iktidara gelmiştiniz." kendi kadehime hemen rakı koyup suyu ekledim. kadeh tokuşturmak için onun hareketini bekleyecek kadar racon sahibiydim. "buz koymayacak mısın" der gibi baktı. son eksiği de tamamladım. hemen kadehini uzattı. "beni bahtiyar ettiniz evladım," dedi, "kırk bir yıl içinde aldığım en büyük mükâfat bu oldu."
dördüncü 14 mayıs yemeğimizden bir gün önce boşanmıştım. takip etmez, merak etmezdi öyle şeyleri. cuma sabahı, anlaşmalı boşanma için hâkimin karşısına çıkmadan, berin'e sormuştum: "sizinkilerin haberi var mı?"
"babamla konuştum," demişti. o gün öğleden sonra ne yapacağımı bilemez halde, büroda saatlerce oturdum. telefon bağlatmadım. bir iki randevum vardı. iptal ettim.
hiçbir şey olmamış gibi ertesi gün aynı saatte körfez'de olmalı mıydım? gittiğimde ya cemil bey gelmezse, sonrasında ne yapmalıydım? ben gitmem de o gelirse üstüme binen o yükle ne yapardım?
cumartesi sabahı erken saatlerde büroya geldim. önümüzdeki haftanın duruşma listesini gözden geçirdim. bu hafta girilen dosyalan sekreterin koyduğu yerden çıkardım. yapılacak ara kararlara baktım. aklım, akşamki buluşmadaydı. büro ahalisi bir bir dökülmeye başladıktan sonra biraz da onlarla lafladım.
göğüs kafesimdeki maymun yatışmak bilmiyordu. 19 mayıs'ın dış sahalarına gidip, yemek saatine kadar amatör küme maçlarını seyretmek... bu fikir hoşuma gitti.
bürodan nişadırh kedi gibi kaçıp, 19 mayıs'a kadar yürüdüm. öğlen olmuştu. içimden bol soğanlı, yumurtalı bir gobit yemek geçti. onun yerine ostim minibüslerinin dibindeki büfeden üç şişe bira aldım. büfeci vanilya kokan siyah torbaya koyup verdi biraları. dış sahanın ahşap tribününe kurulmadan, biraların benimle buluşmak için sabırsızlandığı torbaya üç külah da çekirdek salladım.
üç maç üst üste seyredip körfez'e geldiğimde, buluşmamıza bir saat vardı. onun sandalyesinde oturup gelişini görmeye çalıştım.
gelmeyeceğine ilişkin telaş ile bir an önce körfez'i terk edip etmememdeki tereddüt arasında kalmıştım.
ayhan ışık bıyıklı, ağarmasına rağmen diken gibi gür saçlı, benden üç beş santim uzun, kruvaze takım elbiseli bu kostak delikanlı körfez'in kapısından girer girmez, masadan kalkarak koşup boynuna atlayasım geldi. hemen yerimi değiştirdim. her zamanki sandalyeme geçtim. şimdi sırtım cemil bey'e dönüktü. on, bilemedin on beş saniye içinde karşımda olacaktı. saniyeler dakikalara döndü, aynı telaş ve tereddüt arasında kıvranırken, tuvalete ellerini yıkamaya gitmiş olduğunu unuttum. rahatladım. arka taraftan sesini duydum: "sen askere gideni dönmez mi sandın evlat?" hemen ayağa kalktım. sarıldı, sonra şöyle kendini çekip bana bir baktı. "dinçleşmişsin," dedi. ne diyeceğimi bilemedim. ima etmek istediği bir şey mi vardı?
boşanma üzerine hiç konuşmadık. önemli meselelerimiz varken, kızıyla damadının boşanmasına sıra gelmezdi. hiçbir zaman da gelmedi zaten.
cemil bey, kayınpederim olmasına rağmen baba değil de bey diye hitap etmemi hiç yadırgamadı. hikâyemi bilmesinin bunda payı olmalıydı.
annemle babamı, sağ kurtulduğum trafik kazasında kaybettikten sonra, çocukları olmayan ercüment amca'yla necim'in beni büyüttüğünü biliyordu. on bir yaşımdan sonra "baba" sözcüğü "anne"yle birlikte hayatımdan, bir daha geri gelmemek üzere çıkmıştı.
arkadaşlarımın babam diye bildiği ercüment amca, babamın - onlar öyle derdiler - kabataş lisesi'nde leyi - i meccaniden arkadaşıydı. itü maden'de devlet bursuyla okuduktan sonra etibank'a girmişlerdi. annemle babamın öldüğünü arkadaşlarımdan kimse bilmedi. sanırım bilenler de bilmezlikten geldiler. bunu en yakın birkaç arkadaşımla bile paylaşmadım. o kazaya dönmek istemediğim, ya da küçük yaşta ana babasız kalmış her çocuğa gösterilen sahte şefkate, sevgiye, ilgiye tenezzül etmediğim için mi?
fakülteye girene kadar ercüment amca'nın çalıştığı işletme ve şehirleri gezip durdum. ergani, keçiborlu ve seydişehir'de, işletmenin lojmanlarında sıkıldım; bunaldım ve hep şehre kaçtım. arkadaşlarımın çoğu, lojman tayfasının dışındandı.
16'ncı 14 mayıs yemeği, fenerbahçe'nin, denizlispor'u yense şampiyon olacağı maçla çakışmıştı. bırakın bu kadar önemli olmasını, hazırlık maçlan dâhil, herhangi bir fenerbahçe maçını seyretmekten beni alıkoyacak tek şey, cemil beyle randevum olabilirdi.
hiç yüksünmeden, büyük bir gönül rahatlığıyla evden erken çıktım. dr. mediha eldem'le yükselin köşesindeki kahvede, bizimkiler briçe oturmuş olmalıydılar. onlara uğradım. zaten orada briç oynanmaz, kavga edilirdi. partnerler arası sataşmaları, iki saat boyunca büyük bir keyifle izledim. artık kalkmam gerekiyordu.
kumsal beş dakikalık yoldu. yediye çeyrek kala kahveden çıktım. sokaktan bulvar'a inip mithatpaşa postanesi'nin önünden sakarya'ya döner dönmez, on yedi - on sekiz yaşlarında bir genç, elindeki sopayı, birbirine girmiş ben yaşlarda iki adamdan birinin kafasına indirirken, "babam lan o benim, kodumun ibnesi!" diye bağırıyordu. ansızın peydahlanan kalabalığa bakılırsa, sanki çıkacak bir kavgayı ayırmak için pusuya yattıklarını sanırdınız. gün boyunca bütün işleri buydu bu adamların. sakarya boyunca dükkânların önünde, pasajların girişinde soteye yatıyorlar ve bir kavga çıkar çıkmaz mıknatısın etrafındaki demir tozları gibi toplanıyorlardı. bu işi öyle şevkle yapıyorlardı ki, ayırdıkları kavga başına prim aldıklarını düşünmek, işten değildi. orantısı tartışmalı olmakla birlikte, şiddet kullanma yetkileri de olurdu bunların. bu kavgada, babasını koruyan gencin elinden sopayı alırken, "uzatma lan artık," diye götüne bir tekme atıp uzaklaştırdıkları gibi...