bu kadar kötü şey arasında ortaya iyi bir şey çıkması elbette olanaksızdı. herşeyden önce hava berbattı, saha kötüydü ve futbolcular doğa şartlarına karşı kıyasıya mücadele vermek zorundaydılar.
bunlardan daha da kötüsü, trafikti. ben bu yüzden maça 10 dakika geç kaldım. beni stadın karşısındaki park lokantası'nda bekleyen oğluma ulaştığım sırada ilk golü yemiştik. onu kucaklar kucaklamaz maça koştum ve yerime oturduktan birkaç dakika sonra ikinci golü yedik.
sağımda oturan ilhan söyler'e, ‘‘ne oluyor böyle’’ diye sordum. ‘‘onlar her gelişte gol atıyorlar’’ dedi. bu kez, solumda oturan ismail er'e döndüm ve ‘‘biz bu maçı buradan çeviririz’’ dedim. ismail inanmaz bakışlarla yüzüme bakarak bir kahkaha attı.
kötülük çiçeklerinin bir başkası da o sıralarda ortaya çıkıyordu.
bunlar hakemlerdi ve ikinci golü bariz ofsayttan yememize ses çıkarmadıkları gibi sahada ne yaptıklarını bilmiyorlardı. bu maçta eğer birkaç telefat verilmediyse bu tamamen futbolcuların iyiniyetli olmalarından kaynaklanıyordu.
haklı penaltıdan attığımız golden sonra devre arasında oturduğu camın arkasında keyiften dört köşe durumda olan orhan kaynar'a, ‘‘maçı 4-2 alacağız. sen şimdi keyfini çıkar, maçtan sonra kahrolacaksın’’ dedim. bana, ‘‘maçı 4-2 trabzon alacak’’ cevabını verdi.
kötülük çiçekleri aslında her iki takımın oynadığı oyundu. çünkü futbol yok, ama heyecan vardı. ancak bir noktaya işaret etmem gerekir. fatih terim bu kez her zaman kedi gibi sindiği kulübesinden çıktı, kuyruğunu bacaklarının arasına kıstırıp takımı canla başla yönetti. ona teşekkür ediyorum, bütün futbolcuların da alınlarından öpüyorum.