dünya kupası fikri, ilk olarak 1900'lü yılların başında ortaya atıldı. '20'lerde, böyle bir organizasyonun düzenlenmesini savunanların sayısı arttı ve nihayet iki fransız'ın, jules rimet ve henri delaunay'nin önayak olmasıyla ilk kupa 1930'da organize edildi. geride bıraktığımız yüzyılı, iki dünya savaşı ve bunların belirlediği sınırlarla ortaya çıkan onlarca ulus devletin yüzyılı olarak tanımlayabiliriz... fakat, yeryüzüne siyaset değil, spor penceresinden bakmayı tercih edenlerden biriysek, "futbol yüzyılıydı" teşhisini de koyabiliriz rahatlıkla... elbette ulus devletlerin de sembollerini tanıtmaya, bayraklarını dalgalandırmaya, kısaca halkla ilişkiler faaliyetlerine ihtiyacı vardı ve bunun için çağın en popüler oyunu olan futboldan daha uygun ne olabilirdi? dünya kupasfının bir devlet için önemli bir propaganda aracı olduğuna itiraz edenlere, 1982 yılında madrid'in bernabeu stadı'nda oynanan final maçını hatırlamalarını önerebilirim... 0 gün italya, almanya kalesinde altobelli'nin ayağından üçüncü golü de bulduğunda protokol tribününe dönen kameralar, italyan devlet başkanı pertini'yi ayağa fırlamış, bir bayram çocuğu coşkusuyla hoplayıp zıplarken bulmuştu. pertini'yi daha önce hiçbir miting alanında, hiçbir toplantı salonunda bu kadar neşeli gören olmamıştı.
televizyonun iyiden iyiye yaygınlaştığı son 35-40 yılda, söz konusu halkla ilişkiler faaliyeti bambaşka bir boyut kazandı. her türlü yarışmanın ve pek tabii ki, dünyanın pek çok ülkesinde işçi sınıfının en büyük eğlencesi futbolun, televizyon programlarında önemli bir dolgu malzemesi olduğu anlaşıldığı anda, kartopu çığa dönüşmeye başlamıştı bile...
tamam, futbol en büyük mabetlerine, koltuk sayısı yüzbinleri bulan statlara 50'li yıllarda kavuştu, ama o dönemde "endüstriyel" bir iş kolundan söz etmek, böyle bir tanıma uygun koşulların hazır olduğunu öne sürmek mümkün değildi. bugün ağızlara pelesenk olan "endüstriyel futbol", aslında varlığını çok büyük ölçüde televizyona borçludur.
kökleri itibariyle avrupalı bir oyundu futbol... ve sınıfsal katmanları dünyanın diğer köşelerine göre çok daha kalın çizgilerle belirlenmiş olan bu yaşlı kıtada, bir işçi sınıfı eğlencesinin, burjuvaziden kısa sürede hüsnükabul görmesi beklenemezdi. her biri birer tapınak olan statlar, öncelikle bu sınıfsal duvarın kalkmasına yardımcı oldu. tıpkı rönesans dönemi katedrallerine giden herkesin sıkı katolik olmaması, rahibin vaazına kulak vermekten çok tapınağın görkemine gözlerini dört açması gibi, '50'lerde dev stadyumlara akın edenlerin de tamamı "futbolsever" değildi. ama tapınak çağırıyordu işte...