ilk basımı 2004 yılında olan bozkurt k. yılmaz'ın "bu aşk bizi canlı tutacak: fenebahçeli olmak" kitabından;
"nasıl gidilirse gidilsin ben geliyorum. kimse gelmezse tek başıma arabamla gider, maçı seyreder gelirim. bilet falan önemli değil, bulamazsak karaborsadan alırım. işte o kadar" bu sözü hafta başında söyleyip denizli yolculuğu için hazırlık yapmaya başlıyorum. hafta boyu planlar programlar yapılıyor, değiştiriliyor. gelenler gelemeyenler, başka şekilde gelecekler, uzaklardan gelecekler, gelemeyecek olup "kalbim sizinle" diye londra'dan, moskova'dan haber gönderenler, derken son ayların en yoğun telefon ve e-mail trafiğini yaşıyoruz.
yola çıkılacak gecenin gündüzünde uyumam gerek ama bir-iki saat ancak uyuyabiliyorum. ankara'dan "aman oğlum iyi dinlen, bak 18 yaşında değilsin" diyen anneme ve "iyice dinlenmeden yola çıkarsan uyuyup kalırsın hayatım!" diyen nilüfer'e "altı saat derin derin uyudum, hiç merak etmeyin" diye usturuplu bir yalan söylüyorum. içimde okul pikniğine gittiğim günlerdeki heyecan, ankara'dan istanbul'a maç seyretmeğe geldiğim günlerde derinden hissettiğim tutku var. yanıma alacaklarımın listesini yapıyorum: yağmurluk, yedek çorap, yedek çamaşır, başağrısı ve alerji ilacı şapka, kimlik, bir kredi kartı, az para, kağıt mendil, mp3 çalar (özel olarak şampiyonluk şarkıları eklenmiş olarak), vivident sakız, güneş ve numaralı gözlükler, özlem'in kameralı telefonu. en büyük sıkıntı giyilecek forma. son şampiyonlukta giydiğim beyaz forma ile bu senenin çubuklusu arasında karar veremeyince ikisini de alıyorum.
yola çıkacağım gece özlem ile bulaşamıyoruz, son haftalardaki unutulmayacak maçlarda arkadaşlık ettiğim kameralı telefon da ben de üzgünüz. fotoğraf makinem ve yedek filmleri son anda denizli kadrosuna giriyor. bizim emektar "maç telefonu" yerine de bu yıl benimle hiçbir maça gelmemiş, rebrov gibi usulca sırasını beklemiş asıl esas telefonumu alıyorum. bir önceki telefonumun pilini selobantla tutturmağa başlayınca bu yeni telefonumu nilüfer geçen yıl hediye almıştı. gerçi "olimpiyat stadı na'" benzetiyorum. gören beğeniyor ama işlevsel değil. ilk görevi için o da hazır.
uçaklar, arabalar, otobüsler, minübüsler on bine yakın insanı alacak istanbul'dan, götürecek denizli'ye ve geri getirecek. normandiya çıkarması gibi bir şey bu...
güneş pırıl pırıl doğarken, kahverengi, gri dağların arasındaki yeşil renkli porsuk barajının yanından geçiyoruz. yıllardır gece araba kullanmamıştım, üstüne üstlük bu yolu da hiç sevmem ama uykum da "6 saat uyudum" yalanına inanmış sanki. gelmiyor...
hava yeni aydınlanmış ve arabada 4-3 lük antep maçında rapaiç'in attığı golü ilk kezmiş gibi heyecanla dinliyoruz. meslekler, yaşlar, medeni durumlar göz önüne alınırsa buna fanatiklik demek çok basit kalır, onun için ben "aşk" diyorum.
yolda durduğumuz her mola yerinde başımızı nereye çevirsek hayatın en alımlı renklen karşımıza çıkıyor, her yer sarı lacivert forrnalı arkadaşlar ile dolu. sanki yüzlerce kilometre uzakta değiliz de kadıköy'de stadın birkaç yüz metre uzağındayız. benzinci, çorbacı, polis herkes bize iyi şanslar diyor. memleket, yılların gaflet uykusundan uyanmış kuvvacı fener gerçeğini hatırlamış. fenerbahçeliliğin kazanmakla kaybetmekle ilgisi yok elbette ama kazandıkça anlamlar yerini buluyor. eminim mola yerlerinde bizi görenlerden bazılarının içinden şunlar geçiyordur: "ya kardeşim, biz burada ekmek parasmı çıkarmaya çalışıyoruz, bunlar maç derdinde... yok be, aslına bakarsan belki bunların çoğunun da yetiştireceği işi, evinde bekleyen sevdiği vardır ama yine de gidiyorlardır. helal olsun be, ne büyük sevgidir bu. ancak fenerbahçeli olan bilir. bu kadar insanı başka hangi güç yedi yüz elli kilometre yaptırır iki saatlik maç için. keşke ben de gidebilseydim... seneye kadıköy'e bir maça gideceğim ben de, nah şuraya yazıyorum. hadi arkadaşlar be, hadi be fenerbahçem"
denizli'de, açık havada yemeğimizi yemiş aylak aylak hamakta uyurken telefonlarımıza gelen "orda değiliz ama kalbimiz sizinle" mesajları ile heyecanlansam, "bizim içinde bağırın" mesajları sonrası ses tellerime cüneyt arkınvari "bu gece deforme olacaksınız" desem de içimde açıklaması güç bir rahatlık var. sanki zor bir iş için çok güvendiğim birisi, belki babam, belki bir arkadaşım, belki her zaman güvendiğim nilüfer bana "sen işin o kısmını merak etme, ben hallederim" demiş.
sıcak güneş altında denizli stadının içinde otururken son okuduğum mesaj alpay'dan "caddede herkes formalı. hazır. sizi bekliyoruz!" diyor.
seyrettiğim savaş filmleri dışında hiç bazuka görmedim ama pierre van hooijdonk'un ilk golü önceki şutu ağlara giderken "bazuka mermisi gibi diye ben buna derim işte" diye içimden geçiriyorum. ikinci gol ile büsbütün rahatlıyoruz. tribünler, maçın seyredildiği evler, kahveler, oteller, lokantalar ayakta. herkes yanındakine sarılıyor, hissedebiliyorum. maç öncesinde rahat olmakta haklıymışım, hakikaten taraftarlık kariyerimin en kolay maçını oynuyoruz... fütursuzca "gönüllerin şampiyonu" ilan edilen takım da alışkanlıktan olsa gerek yenilince iş son haftaya bile kalmıyor. sevinçten bayılacağımızı veya çığlık çığlığa bağıracağımızı düşünmüştüm ama çok sakiniz. 24. şampiyonluk geldi işte! maç sonu, saha içindeyiz.
katıldığım 23 nisan-19 mayıs vari resmi törenler sayılmazsa sahanın içine hiç girmemiştim. gerçi girmenin cezası çok fazla değil ama benim param kıymetlidir.
yarın sabah turkcell-aria-telsim "ne geceydi be" diye kazandıkları parayı sayacaklar, akılları sonraki haftada. saha içinde herkes sevdikleriyle konuşuyor. ruh halimiz ilginç, gülenle gülüyoruz, ağ-layan ile ağlıyoruz. öyle arayanlar var ki hani belki de telefondaki sesini ilk defa duyduklarım. bu gururu anlatmama gerek var mı? televizyondan seyrettikleri şampiyonluktan sonra birisi, birileri beni düşünmüş ve aramış işte! yeğenim lara "enişte şimdi şampiyon olduk değil mi" diye babasının telefonundan mesaj göndermiş. bana güvenir. önceleri her soruşunda "merak etme şampiyon olacağız ama kesin olunca ben sana söylerim" demiştim. "sana şampiyonluk kupasını getiriyorum" diye haber veriyorum bu son mesajına. onunla kutlayacağımız henüz ikinci şampiyonluk...yeni konuşmayı öğrenmiş ant ankara'dan arıyor "ben babamla tura çıkıyorum" diyor. ona aldığım 10 numaralı formayla çıkacaktır, eminim. sonra telefonu babası ahmet alıyor, sonra büyükbabası ismet amca. uç nesil kutluyorlar şampiyonluğu.
sahanın içinde, rebrov'un ortayı yaptığı yerdeyim. abidin yerine makineler görev başında, mutlululuğun resmi çekiliyor. gerçi dijital teknoloji üstün olsa da benim gibi bu teknolojiye sahip olmayanlar veya ödünç bir kamerayı/telefonu denk getirip getiremeyenler de var. flaşın dolmasını bekleyip sürekli mutluluğun çimler üzerinde farklı açılardan tablosunu yapıyoruz. yarınkodak-fuji de bayram yapacak.
tribünde, oğuz'un habersiz çektiği bir fotoğrafımı daha sonra görünce kendime uzun uzun bakıyorum. üstüm çıplak, formam elimde, uzaklarda bir şeyi gösteriyorum sanki... onlarca yüzlerce fotoğrafım gözümün önüne geliyor. düğünler, yıldönümleri, kutlamalar, tatiller, törenler, kaçamaklar, buluşmalar... mutluluğu bu kadar gösterebilen bir kare hatırlamıyorum...
sarmaş dolaş çiftler şampiyonluğu bakışlara aldırmadan öpüşerek, sarılarak kutluyorlar. çok genç bir çift gözüme takılıyor yaş itibarıyla henüz üniversite başlangıç çağındalar. üzerlerinde pırıl pırıl çubuklu formalar var. keşke ben de o yaşta olsaydım... bir grup fenerbahçeli arkadaşımla yalvar yakar ailelerimizden, birbirimizin ailelerinden "ne olur kemal amca, ne olur oya teyze" diye izin alsaydık ve otobüsle şarkılar söyleyerek -çaktırmadan bira içerek- denizli'ye gelseydik. otobüste, kız arkadaşım uyuyunca başı omzuma düşseydi ve bu ona ilk dokunmam olsaydı. denizli'de yemek yerken hep beni düşündüğünü ilk defa anlatsaydı. ilk golden sonra hiçbir şey demeyip gözlerimin içinde derinliklere baksaydı, ikinci golde elimi tutsaydı ve maçtan sonra sahanın ortasında "şaaampiiiiyooon" sesleri altında masumca öpüşseydik... aklıma 86 şampiyonluğu geliyor. yağmurlu bir gündü son maç. ben bu mutluluğu yaşamadım yaşatamadım. sahanın içindeki çifti kıskanıyorum açık açık.
stadyum çıkışında hızlı hızlı yürüyenler bir an önce arabalar otobüslere gitme telaşında olan istanbullular... kimin şampiyon kimin ikinciyi, kimin de üçüncü olacağını bana bunalım dolu aralık ayında söyleyen ve tahminleri bugün tescillenen burak ile beraber gururla arabayı park ettiğimiz lise'nin bahçesine doğru yürüyoruz. diğer arkadaşları kalabalıkta kaybettik... denizli sokakları "oley oley şampiyon kanarya" diye inliyor.
insan aynı anda iki yerde, hem denizli'de hem istanbul'da olmak istiyor, istanbul'daki arkadaşlar daha maç bitmeden "cadde yıkılıyor" diye haber veriyorlar, aklımız orada.
az sonra altından geçeceğimiz balkonda baba-anne ve yedi sekiz yaşındaki kızları küçük bir fenerbahçe bayrağını çamaşır ipiyle balkon demirlerine asmış, ipleri tutarak sallıyorlar ve bize doğru "iyi ki geldiniz taa nerelerden. çok telaşlıydık bugün ama kolay mı tarihe tanıklık etmek? umarız sizi iyi ağırlayıp evinizdeymiş gibi hissettirebilmişizdir. çok mutluyuz biz de bu şampiyon luğu burada sizler ile beraber yaşadık diye yıllarca anlatırız artık. caddeyi az önce televizyonda gördük, muhteşemdi orası da olmaz tabii ama işte biz de coşkumuzu böyle gösteriyoruz. yolumuz uzun. aman dikkatli olun. güle güle gidin. fırsat bulursanız yine gelin" demek için avaz avaz bağırıyorlar: "burası kadıköy buradan çıkış yok". cadde'de olsaydım diye şımarıklık yaptığımın farkındayım. tam burada, benim yerimde olmak isteyenler olduğunu biliyorum.
onlardan biriyle geçen sene almanya'da tanışmıştım. nilüfer alışverişte, ben de pasaj şeklindeki alışveriş merkezinde vakit öldürüyorum. yürüyen merdivenlere doğru ilerlerken karşımdan orta yaşlı, zayıfça, gözlüklü bir adam geliyor ve başındaki şapkayı tanıyorum. aynısından uzun bir zaman önce bende de vardı. lacivert zemin üzerinde sarı renk ile 1907 yazıyor. yanından geçerken "şapkanız çok güzel" diyorum, duruyor, "teşekkür ederim" diyor. ayaküstü sohbet ediyoruz. ligde kaçıncı olduğumuzu bile bilmiyoruz ama "gelecek sene her şey daha iyi olacak" diye birbirimize moral veriyoruz. istanbul deyince derin bir "ah" çekiyor. yıllardır istanbul'a gelemediğini ama fenerbahçe'yi her hafta evindeki uydu ile takip ettiğini anlatıyor. içinde bol "inşallah" geçen cümleler kuruyoruz. "seneye şampiyonluk maçına kadıköy'e gelirsiniz belki" sözüm üzerine yüzü değişiyor.
"keşke" diyor. o keşke sözünün içinde "ah nerede, siz benim durumumu bilmiyorsunuz" anlamına gelen bir imkansızlık seziyorum. her hafta seyredilen maçlara, gururumuza yediremediğimiz sonuçların alındığı bir sezon içinde çıkmayan fenerbahçe şapkasına rağmen söylenen farklı bir "keşke" bu. mesele bulmak buluşturmak, izin almak gibi basit değil anlaşılan. vedalaşırken gözleri doluyor. ben siyah güneş gözlüğümü çıkarmama avantajını kullanıyorum.
çok kişiye vekaleten buradayız.
yol uzun, en gencimizin yaşı otuz beşi devirmiş. sık sık löför değişikliği yapıyoruz. burak'ınailesinin hazırladığı yolluk paketini iştahla açıyoruz her tarafı sarı lacivert formalılar ile dolu benzin istasyonunda. dolma, börek, kuru köfte, meyve... şampiyonluk menüsünde yok yok. dua alıyorlar.
çaycı üzgün ve şaşkın. "su ve meşrubatım kalmadı" diyor. "abe çaycı, fenerbahçeliymişsin bir de. bilmiyor musun bereket getirir bu takım her gittiği yere. niye daha çok almadın suyu, gazozu, kolayı..." neyse ki çay var.
yol boyu durduğumuz her yerde ya bizden önce gelmiş bir otobüs dolusu taraftar var ya da biz giderken bir otobüs dolusu geliyor... uykulu ve yorgun gözler kısık ama içleri parlıyor. benzin alan arabalardan telefonlar ile istanbul'a "iyiyiz, yorulmadık, merak etme uykum gelirse çeker bir benzinciye yatarım" tesellileri veriliyor. bir baba "kızıım, saat kaç olmuş. hadi sen yat, sabah gelince annen kaldırır" diyor. bir başka çubuklu formalı arkadaş elinde telefon, gururla gösteriyor gelen mesaji arkadaşlarına "bak kimden" diyerek. ya patrondan ya da mahalledeki güzel gözlü sevgilisinden.
denizli'den uçak ile çıkan ilk taraftar kafilesi çoktan bağdat caddesi'ne varmıştır. biz de zaferle dönen ordunun neferleriyiz ama o zafer taklarının altından geçemeyeceğiz, bizi ilk kafile gibi karşılayan olmayacak. varsın olmasın. yol boyu durduğumuz her benzincide birileri bizi de karşıladı, şampiyonluk apoleti omzumuzda dönüyoruz.
istanbul'daki taraftarlar havalimanı yolunda sıra sıra dizilmişlerdir, gözleri fenerbahçe o t obüsünde... bizim de gözümüz öndeki sollayacağımız, bir türlü yol vermeyen otobüste... arabada "the long run" çalıyor. çaldıkça aklıma gökova'dan marmaris'e giden her iki tarafı ağaçlı yol ve huzur gelir yine öyle oluyor...
sabah ezanı okunurken bilecik yakınlarındaki bir gece önce de durduğumuz çorbacıdayız. kapıda lokanta sahibi hepimizi "hoş geldiniz" diyerek sarılıp tek tek öpüyor. bir gece önce ne demiştim hiç hatırlamıyorum ama bana "abisi sen biliyordun. biliyordun da bana demedin valla, olsun be şampiyonuz artık. önemli olan bu" diye sarılıp kollarını çözmüyor. ben karımla bu kadar uzun sarılmamışım... hakikaten ya 6-7 saattir "2004 şampiyonuyuz". merçimek çorbası harika, yandaki fırından alman ekmekler taze ikram çaylar demli. kusursuzluktan cesaret bulup zaten "wild is the wind" diye mesajlarımızı göndermişiz bile...
daha yolumuz uzun, sabah işe yetişecekler var. hatta murat uçağa yetişip arabistan'a dönecek... aslanım murat. bir tek bu maç için geldi! tekrar yola koyuluyoruz. "ne kaypaksın sen de be! gündüz o kadar yattık, o zaman niye gelmedin" diye çıkıştığım uyku tekrar ve fena bastırıyor olmalı ki, ali ile sık sık yer değiştirip şoför mahalini paylaşıyoruz.
istanbul'a varınca en son ali'yi evine bırakırken kapıdaki bekçi ile yüzgöz olmuyorum. gazeteciden bütün gazeteleri hatıra olarak alıyoruz. önemli maçlar sonrası biriktirdiğim hiç kırışmamış öyle çok gazete var ki. ali "hadi bizde bir kahvaltı yapalım" demiş bulunuyor. . bütün sezon bizim "kahrımızı en çok çeken hanım" ödülünün sahibi ülkü kahvaltıyı hazırlamış bile. ali'nin kızı ezgi'yi öpemiyoruz, okuluna "şampiyon" olarak gitmiş bile. o ne mutludur şimdi. ilk fırsatta kim bilir kime anlatacak "babasının da önceki gece orada olduğunu". dün gece babası ve benim gibi 8 numaralı formasıyla seyretmiştir maçı. benim de doğacak kızıma anlatacaklarım olacak "şans getirdin kerata" diye seveceğim onu...
güneş pırıl pırıl. taze ekmeğe marmelat sürüp yiyorum. çaylarımızı içerken sabahın güzelliğinden konuşuyoruz. sonrasında kahvaltı başlarken "ah bir de kahve olsa" diye içimden geçen kahve gelmiş önümde içilmeyi bekliyor. ne çok kahve içtik bu salonda şampiyonluk kupası ile biten her sezon "en zorudur, en keyiflisidir, en yoğun yaşanandır". bu sezonun sonunda şampiyonluğa uzanırken nerede, kiminle olacağım kestirememiştim. bazen seçme şansımız olmuyor ama olsaydı "finali" yapmak isteyeceğim kişiyle, ali ile şu anda beraberim. denizli'de maç bitiminde birbirine karışan gözyaşları gibi paylaşılan öyle çok şey var ki. ruh ikizi sözünü de ilk ondan duymuştum ve sonrasında anlamıştım ne demek olduğunu.
bu sabah, general harrington kupasının fenerbahçelilerin ellerinde yükselmesinden sonra lozan'dan ismet paşa'nm gönderdiği "hepinizi meserretle tebrik eder tek tek gözlerinizden öperim" telgraflarındaki yoğun duygular, birbirini kutlayan fenerbahçelilerin mesajlarında hissediliyor sanki.
şampiyonluk geldi. kollarımızda artık, ona sıkı sık sarıldık. kolay mı iki yıldır birbirimizi bekliyorduk. yüzümüzdeki o tuhaf tebessüm değişmedi, kimseye "gördünüz mü" demedik...