ilk basımı 2004 yılında olan bozkurt k. yılmaz'ın "bu aşk bizi canlı tutacak: fenebahçeli olmak" kitabından;
tahminen mimoza sokak bu yıl hayatımda önemli bir yere sahip olacak. artık yolu, cips ve bira alınacak marketi, evdeki kuralları da biliyorum. uğurlu ekip yine biraradayız. uğur işine inanmayan, en azından bir kez denememiş taraftar olmaz. "çilemse çekerim kaderimse gülerim" demek ve teslim olmak taraftara yakışmaz. kendisi de yaptığı komik şeylerin, denediği uğurların sonuca etki yapmasının imkansızlığının az çok farkındadır ama yine de yapar! bir şeyleri ispat zorunluluğu, çorbada tuzum olsun mantığı, gönlünü ferahlatma ne dersiniz deyin. ben uğurları kendimi rahat hissetmemi sağladığı için yaparım. gözucuyla da arkadaşlarımın uğurlarını öğrenmeye çalışırım.
- maç seyrederken ağaç dalındaki bukalemun gibi hiç kıpırdamamak ve maç bitiminde "abi ayağım, kıçım, başım tutulmuş" diyerek, ancak yardım alarak ayağa kalkabilmek.
- gol atsın diye bir oyuncuya sürekli ve sıradan sebeplerden ("sen önce saçlarını kestir... bak kafasına karı gibi bant takmış... bak hem pas vermiyor hem de özür diliyor") kızmak. gol atınca da uğur devam etsin diye "daha dur bakalım bir gol attın, sadece, hemen sevinme" diyerek kızmaya devam etmek.
- stadyumda veya maç seyredilen yerde "haydin bakalım bir yer değiştirelim gol gelsin" diyerek koltuk değiştirmek ama en uğurlu koltuğu, yeri sona saklamak. o koltuğu olur olmaz maçlarda kullanmamak.
- maç öncesi tek rakamlı sigara içmek ve eline gelen ilk sigarayı değil yanındakini almak.
- maç bitmeden rakip hakkında konuşmamak - yazışmamak. konuşanları da "aman abicim sus gözünü seveyim" diyerek uyarmak.
- kilo problemini yok sayıp hayatla barışık bir tavırla "çelik yelek" gibi olmasını umursamadan sürekli aynı formayı giymek.
- yolda sakin sakin yürürken içinden ona kadar sayıp, "karşıdan gelen arabadan önce gözüne kestirdiği elektrik direğine varırsa bu sene şampiyon olacağına inanmak" ve direğe arabadan önce varmak için çevredekilerin bakışlarına aldırmadan önce yavaş yavaş yürümek sonra depar atarak koşmak. (bozkurt ne yapıyorsun delirdin mi? -hayır ayağım uyuşur gibi olunca ben koşarım, açılsın diye. niye şaşırdın ki? )
- maçta kronometreyi mutlaka kendi saatinden takip etmek, eğer başlatmayı unutursa ve arkadaşları "abi ne kadar kaldı" diye sorarsa utancından yerine dibine girmek ama uğurun bozulduğunu belli etmeyerek "daha çok var" gibisinden beylik bir laf etmek.
- gol atmadan veya skor garanti olmadan bazı tezahüratları (dört tribünce söylenen"sarı-lacivert-şampiyon-fener", "el salla el salla, büyük başkan el salla" gibi) yapmamak-yapanları uyarmak.
- daha önce çeşitli maçların skorlarını bilmiş arkadaşına maçta yenikken "atıcaz mı abi" diye sormak ve tabii arkadaşta uğur yapıp söylemiyorsa "ha abi? atıcaz mı?" diye ısrar etmek.
- televizyonda, statta maç seyrederken çişini tutmak, maç sonrası rahatlayıp "belden aşağım tutmuyor gibi oldum, oh be" demek.
- maçları sürekli aynı kahve otel gibi bir yerde seyrediyorsa ve o uğurlu yerine birisi oturmuşsa durumu izah edip uğurlu yerine oturmak ve "şimdi gol geliyor" müjdesini vermek. gol gelince yerini veren adamı arayıp bulmak ve sarılıp öpmek. maç sonrasında yer veren adam ile "sağolasın hocam-ne demek abicim" muhabbet-tiyle tekrar tekrar sarmaş dolaş olup, öpüşmek.
"ser veririm sır vermem" ilkem ile bildiğim duyduğum, gördüğüm ve de yaptığım uğurlardan sadece zararsız olanları açıklıyorum. halbuki neler biliyorum ama nice evlilikler, dostluklar biter diye bunları kendimle mezara götüreceğim.
- "nasıl yani uğur yaptın da okocha frikikten gol atsın diye maç önceleri yanıma sokulmadın? inanmıyorum, inanamıyorum serdar ya! bana migrenim var onun için demiştin. demek fenerbahçe maçlarından bir gün önce, neydi adı adamın opacka mıdır nedir gol atsın diye bizim cinsel hayatımız kesintiye uğradı öyle mi?"
- "bak, migrenim var tabii hayatım. o "okocha olayı" aslında tesadüfle başladı. dikkat ettim biz seninle maçtan bir gün önce "yatınca" artık ister tesadüf de ister başka bir şey, adam atamıyor. ben de... hale dur. haleciğim nereye?"
atsın diye tam tersini yapan oldu mu, onu gerçekten bilmiyorum.
böylesi büyüleri-uğurları, deneyen ve bunları sebep sonuç ilişkileri yani maç skorları ve yaşanmış anılar ile anlatma hevesindeki arkadaşlarımın varlığı tarifi zor bir mutluluktur. bu "takıntılar" hep beni bu sevdanın derinliklerine çeker. özellikle maç sırasmda uğur deneyenlerin samimiyetine güvenmek gerekir. zira yüksek tansiyonlu bir anda rol yapmak çok zordur. ns1
van hooijdonk bir başka frikik için topun başına geçtiğinde biz de artık tecrübeliyiz. maçı seyreden milyonlarca taraftar yanındakine "ben demedim mi atacak diye" demek için özlemle topa vurmasını bekliyor. hakikaten de top kaleye gittiğinde zıplayıp hoplayıp sarılmak yerine "işteee... budur abi" diyerek çoktan durumu kanıksadığımızı gösteriyoruz. takım bu zor deplasmandan da zaferle dönüyor. "fenerbahçe, duran toplar ile maç kazanıyor" lafı iki sezon sonra arşivden çıkarılınca ben de yeni bir forma yaptırmam gerektiğini anlıyorum. duran toplara vuran adamlara her daim sempatim olmuştur.
o çok beğendiğim laciverti koyu, çubuklu formadan, hem de sırtına numara yazdırmakla uğraşmadan kendi bedenimdeki bir tanesini sadece askıdan indirerek kasada parasını ödüyorum.
bu benim dokuzuncu formam.
ilk kez arkasında kendi adım değil de bir futbolcunun adı yazıyor "17 v. hooijdonk"
ilk formam yündendi. annem arkasına bezden kestiği 5 numarayı dikip beni kaptanlığa layık görmüştü. o yılların efsane kaptanından sadece 20 yaş küçüktüm. 1970'li yılların ortalarıydı...
sonraki formamı ankara'da ülkealan pasajından aldığımı hatırlıyorum. senesi meçhul. yıkanmaktan lacivert maviye, sarısı yeşile döndü. (o canım lacivertimiz son yıllarda "yıkanmadan" hangi iş bilmezlik ve aymazlıkla maviye döndü ve tekrar laciverte döndü diye kutlandı, anlatmak ıstırap veriyor. hiç girmeyelim!)
1996 şampiyonluğunu o sezon başında aldığım 7 numaralı formamla kutladım. çubuklu ve kısa kollu bir formaydı. o yıl 7 numaralı formayı tayfun'un giymesine çok sevinmiş ve özellikle altay maçında attığı golü unutamamıştım.
sunderland formasının hikayesini anlatmıştım. n tribünde maçları seyrettiğimiz yıl ben 7, bacanağım 9 numaralı sunderland formasıyla takımımıza destek oluyorduk.
yine löw döneminde bir derbi maçında hediye edilen formayı o maç haricinde giymesem bile anısından ötürü sakladım, kimselere veremedim. hem çubuklu hem beyazlı bir formaydı. bir tek arması eksikti.
ezeli rakibimizin hem de liseli taraftarı olan, bana her fırsatta takılmasından keyif duyduğum gültekin eniştenin italya'dan getirdiği kısa kollu, beyaz ağırlıklı parma forması aldığım en güzel armağanlardandır. parma ile avrupa kupasında karşılaşana kadar yazları o formayı giydim. parma maçından sonra "rakibin formasını giymem" diyerek arşive kaldırdım.
"inandık sizlere bu sene" diye başlayan taraftarlık kariyerimin en görkemli sezonunun finalinde takım, on binlerce taraftan ile atatürk havalimanı c terminalinde kucaklaştığında beyaz, kısa kollu, formam üstümdeydi. yıldızları yara bandıyla kapalı olarak.
sarı formamı, takip eden hayal kırıklığı sezonunda almıştım. daha önceleri 7 olan forma numaram bir artarak bundan sonraki formalar için 8 oldu. durup dururken sekiz olmadı tabii. benim hayatımdaki her şeyin bir sebep sonuç ilişkisi var. her sekiz rakamını gördüğümde aklımın bir yerlerinden şu ses geliyor ve tüylerim ürperiyor:
"rapaiç... rapaiç... birer birer sıyrıldı rakiplerinden... rapaiç... rapaiç... rapaiç geçecek mi... rapaiç... rapaiç, aşırtma bir vuruş ve goooool, rapaiç atıyor 4 oluyor, rapaiç atıyor 4 oluyor... muhteşem bir karşılaşma!"
bu yazıyı yazarken, tam karşımda rapaiçin o gole giderkenki posterine bakıyorum...
bu sezonun forması da tamam, takım da istim üstünde...