ilk basımı 2004 yılında olan bozkurt k. yılmaz'ın "bu aşk bizi canlı tutacak: fenebahçeli olmak" kitabından;
ilk haftada isanbulspor'a karşı aldığımız 3-0'lık yenilgi ülkenin yarısına neşe saçmış durumda. diğer yarısının ağzını bıçak açmıyor. o sessiz çoğunluk kendi dünyasının en kuytu köşelerinde kimselere belli etmeden isyan ediyor, içi yanıyor ama yüzlerine oturmuş tuhaf bir tebessüm var. rakiplerin "vallahi sizinki de hep hayal kırıklığı be abicim. neyse, durun bakalım, daha yeni başladık. belki toparlarsınız ama kardeşim ya, ilk haftadan da 3 gol yenip havlu atılmaz ki" diye alaylarına çoğu fenerbahçeli o tuhaf tebessüm ile bakıyor, cevap vermiyor. aslında içlerinden verdikleri bir cevap var ama duyulmuyor; "görürsünüz!"
ilker, "gel maçı beraber seyredelim" diyor. onun için en benzersiz tanımlamayı hatırlıyorum: stephan hawkins'in eli ayağı oynayanı. ilker ile iyi arkadaşız, çok da severim ama beraber oturup televizyonda maç seyretmişliğimiz yok. içimde, "ya yazdığı gibi sınır tanımadan maç sırasında da durmadan konuşursa ne yaparım" endişesi var. ben maçı gollerde ayağa kalkmak, sinirlenince küfür etmek dışında sus pus seyrederim. sorulara kızarım, devre arasında "pardon, tuvalet nerede" dışında soru sormam. hele yanımdakiler "yok bitti bu iş, kesin kaybettik" gibisinden konulara girerlerse boğazım düğümlenir.
kalabalık bir ekiple maç seyretmek zorunda kalırsam maçtan sonra beni nasıl anacaklarını da bilirim.
"bozkurt hangisiydi?" "hiç konuşmadan oturan bir tek golde ayağa kalkan biri vardı ya. o işte" "hatırlayamadım." "boş ver. iyi çocuktur aslında."
onun için bu aşkı, acıyı "genelde ve özelde" tek başıma evimde yaşamayı tercih ederim ama bugün ilker'e "evet" demiş bulunduk! diğer gelenler kim diye de öğrenmem gerek. ali ve cem'i çok iyi tanıyorum, her ikisi de tribünde beraber maç seyrettiğim arkadaşlarım da binleri daha "belki" geleceklermiş. onların isimlerini söylenirken anlamadım da mı tanımıyorum, adlarını duydum da tanışmadığım için mı tanımıyorum bilemedim. ya onlar çok konuşuyorlarsa? "keşke paşa paşa evinde otursaydın be adam " diyorum.
bir de ilker'in evinin yolunu bulamadık iyi mi... "hocam pardon bu mimoza sokak nerede? direkman (o nasıl oluyorsa) gidiyorum, sapmıyorum, önce sağ sonra dört yola gelip hafif kıvrılıyorum, döner gibi yapıp karşıya devam ediyorum". anlamadım ama bir daha sorsam daha açıklayıcı olmayacak "peki, sağolasın" diyorum.
"evin önünde park yeri bulamam, şuraya park edeyim, yürürüm. bir de eli boş gidilmez, şu marketten cips mips alayım bari. off bozkurt of!.. keşke evde otursaydın!" gibi düşünceler sonrası apartmanı bulup, yukarı çıkıp,televizyonun başına kuruluyorum. çok şükür, maçın yayınlanacağı kanal açık. bazen böyle söz sahibi olamadığım misafirliklerde maç başlayana kadar falanca filmin sonu, müzik küpleri, haberler seyredilip son dakika da maçın verildiği kanala geçilir ve benim de içim ezilir.
maçta bir frikik kazanıyoruz. yeni transfer hollandalı topun başına geçerken ben de dahil milyonlarca taraftarın "tamam duyduk, çok iyi atıyormuşsun da orası da biraz uzak değil mi be birader" dediğini biliyorum. utanıyoruz!
maç seyri de korktuğum gibi olmuyor. maçı gayet edepli, fuzuli muhabbetler olmadan seyrediyoruz. bir tek cem maçın sonlarında uğursuzluk getirir diye ayağa kalkmama izin vermiyor. cem'in geçmişte kimlere sinirlenip neler yaptığını bildiğimden "tamam kalkabilirsiniz" diyene kadar kalkmıyorum.
maç galibiyet ile bittiğinde takım unuttuğuna göre o ilk haftayı bizim de unutmamız gerektiğini anlıyoruz. ilk haftadaki hüsranı kaldırabilmek ve karadeniz kıyısındaki en zor deplasmandan galip dönebilmek için gerekeni stadyumdaki bir pankarta taraftarlar yazmış: "...gücünü tarihinden alıyor olması gerekir" .
maç öncesinde derinliği "hamsi kılçığı kalınlığında" tuhaf tartışmalar yaşanıyor. zira ülkenin en zor deplasmanı olmasının yanı sıra rakip seyircinin tırsıp da girmediği giremediği tek stadyum olan avni aker'de tel örgüler davul zurna ile kutlanarak kalkıyor. maç sonunda korkulan olmayıp, sahaya kimse girmeyince adı "asalet" oluyor. (o gün bir acemilik olduğu sonradan anlaşılıyor. sonraları saha, sık sık eminönü meydanına dönüyor ama girenlerin hepsinin aklından zoru var. ben değil, raporlar öyle diyor.)
medeniyetin tek ölçütü olarak algılanan "tel örgüler" ile boğuşan zihinler maç öncesi harap ve bitap düşüyor. her iki tarafın seyircileri hizmet ettiği akıl meçhul bir şekilde yan yana oturtulunca istanbul'dan gelen taraftarlarımız sadece bir devre maçı izleyebiliyor ve saha dışına çıkarılıyor. böylesi durumlarda yetkili kim sonsuza kadar bilinmez ama o yetkililerin olayları önleyecek bir kampanya yürütmediği çok açık.
maçın görüntülerine bakıyorum. güvenliği sağlasınlar diye iki tarafın arasına oturtulan polisler martı gibi başlarını içlerine çekmiş kendi güvenliğini sağlamış durumdalar. diğerleri fenerbahçe tribünündekileri dışarı çıkartmaya çalışıyor. avni aker stadı'nın diğer bölümleri "sit alanı" sanki. dokunan yok. sonrası popüler bir deyimle "timsah gözyaşları!"
sorumluluktan kaçmakla kalmayıp, üste çıkanların beyin fırtınası sonucu ilginç fikirleri olduğunu tahmin ediyorum.
"fenerbahçe taraftarına şöyle sıkı ama çok sıkı bir ceza verilsin de bir daha yapmasınlar. mesela 6 puanları şilinsin ve lige (-2) puanla devam etsinler. tabii ya, onlar geldi diye olay çıktı. onlar gelmese orda ne oluyor diye bizim fubolcular oraya bakmazdı o gol olan frikik de olmazdı..."
"bu taraftarlar düpedüz terörist olduklarına göre terörle mücadele yasasına göre yargılansınlar ve pişmanlık yasasından faydalana-masınlar. aıhm buna müdahale edemez bu bizim iç işlerimize karışmak olur."
"fenerbahçe'nin, çıkan olaylar nedeniyle kadıköy'deki sahası liglerimizdeki tüm olaylar yatışana kadar-artık ne zaman yatışırsa-kapansın ve unutmadan, o sökülen tel örgüler de şükrü saraçoğlu stadı'na takılsın da ziyan olmasın."
maçın neticesi yerine kamuoyunda böyle dahiyane fikirler tartışılmaya başlanıyor. gergin ortamlarda ne anlama geldiği veya nereye gideceği hesap edilemeyen sözler söylenmesinin ne faydası var acaba?
futbolda "anadolu ihtilali"ni karadeniz fırtınası trabzonspor yapmış denir. hiçbir itirazım yok. liglerde kendine yegane hedef ve de rakip olarak fenerbahçe'yi seçmesini de anlıyorum. biz de yıllarca lig şampiyonluğu için çekiştiğimiz rakibimizi her zaman ciddiye alma eğilimindeyizdir. diğer rakiplerimize gösterilmeyen dişleri bize çıkınca şaşırmayız. hatta kendi adıma bu rekabete saygı bile duyuyorum.
deplasmana giden taraftar kitlemizin eğitiminin yüksek lisans seviyesinde olmadığının, sinirlendikleri zaman meditasyon-yoga gibi yollara başvurmadıklarının da bilincindeyim... ama, taraftarımız için haklı haksız eleştiri de bulunurken, bilgisizce kulübe de göndermeler yapılıyor ve en basitinden "ayıp oluyor".
madalyonlar çift yüzlü olur.
fenerbahçelilik ve taraftarlık ayrı şeyler bana göre. "sen ne biçim fenerbahçe taraftarısın maça gitmiyorsun?" "sen ne biçim fenerbahçe taraftarısın kulübe üye olmuyorsun" gibi değerlendirmeleri tabii ki anlamsız ve gereksiz bulurum. benim veya başka birinin fenerbahçeliliğini kimse tartışamaz.
seksenli yılların başında memleketi batıran ünlü banker fenerbahçeli.
susurluk kazasında "hafızamı geçici olarak kaybettim" diyen güneydoğulu aşiret resimiz fenerbahçeli.
"bizimkiler ikinci yarı çarşafladı" diyen futbol haznesi sonsuz paşamız da netekim fenerbahçeli. hatta bir aralar "kulüp başkanı olsun" bile denmişti de gülündü ve geçildi çok şükür.
bu anlamda "imralı'da yatan bebek katili bizim rakiplerden birini tutuyor ama atam fenerli" lafı doğru da, bizi sağlıklı bir sonuca götürmez.
yani fenerbahçeliler vergi kaçırmaz, çocuğunu dövmez, kulağını çay kaşığı ile karıştırmaz gibi bir genelleme yapamayız. ama söyleyeceklerimiz var tabii. kulübün tarihinde saklı kökler var.
belki fenerbahçe taa siyah çoraplılar zamanında kurulurken sadece spor yapalım, kadıköy'deki tüm takımları yenelim ve modadaki "bir içim su" kızları etkileyelim dendi.
sonrasında ise nehir yatağı değişti. işgal günlerinden başlayarak, milli mücadeleye verilen açık destek sonucu kulüp kuvvacı fe ner oldu!
tarihçi olmadan yazmak kolay değil, haddimde değil ama o işgal günlerinde kuvvacı olmayanların da memleketin havasını tükettiğini biliyoruz. onların o günlerde fenerbahçe'ye ilgi ve sempati duyduklarını hiç sanmıyorum.
1920 yılında sporla, futbolla ilgilenenler fenerbahçeli olduysa, takımın "alan daraltan futbolundan" etkilenip fenerbahçeli olmadılar 1921'dekiler de 1922'dekiler de... işgal yıllarında futbolun ve özellikle fenerbahçe'nin vatanseverlerin sığındığı bir liman olduğunu biliyoruz.
sadece o günler için bir değerlendirme yapsaydık fenerbahçeliler dünya görüşü olarak homojen fikirlere sahip" diyebilirdik belki de. çünkü fenerbahçe başkaldırının ruh bulduğu kulüp olmuştu. destekleyenlerde tutkuyla bu başkaldırıya inanan veya bizzat bu başkaldırıda eline tüfek, kürek, mermi, kalem almış kişilerdi.
yıllar içinde ardı ardına gelen şampiyonluklar güce tapanları da fenerbahçeli yaptı, homojenlik dağıldı belki. sonra ister istemez "popülarite" geldi.
ptt ve ziraat bankası'ndan başka devlet kurumu tanımayan şehirlere bile fenerbahçe turneler ile gitti, maçlar yaptı. cumhuriyet çocukları denen nesil, küçücük gözleri ile ilk sarı laciverti tanıdılar. fenerbahçe halkın takımı oldu, renkleri "milli renkler" kabul edildi.
dostluk maçı için berabere kalmaya gelen yabancı takımları fenerbahçe, "ben anlamam dostluk, mostluk" diyerek yendi. milli takımlara en çok sporcuyu verdi. kazandığı şampiyonlukları sadece bir semtte veya lisede değil tüm türkiye'de coşku ile kutladı ve son yıllara kadar her daim "sempatik" ama gıpta ile bakılan kulüp oldu. sevilmese de sayıldı.
yönetiminde parti temsilcileri de oldu, işadamları da, devlet adamları da. ama yönetim kademesinde halka ters gelen "ayrımcı, imtiyazlı" bir kesim asla olmadı. yüksek de olsa giriş parasını verip, savcılıkça zararsızdır denen, "kıpırdamayın çekiyorum" komutuna uyup kıpırdamadan fotoğraf çektiren ve iki de referans gösteren her vatandaş "kongre üyesi" olabildi. dün de bugün de... fenerbahçelilik ruhuna hizmet vermek için herhangi bir lisenin "diploma sı" da istenmiyor.
o saklı kökleri bilen hatta köklerin fidelerini diken 19-20-21-22-23-24-25'li yıllarda fenerbahçeli olanların çocukları, yeğenleri, eşlen, sevdikleri çok şeyi dinleyerek sarı laciverte gönül verdiler. nesilden nesile. spordaki kupalardan önce dereağzı'ndan anadolu'ya silah kaçıran, cephede şehit olan gencecik sporcular anlatıldı akşam sohbetlerinde. general harrington kupası denince aklına o günler gelen dedelerin babaların gözleri buğulandı, pencereden dışarı bakıp yutkundular, öyle devam ettiler anlatmaya cadde-i kebır'de o gün nasıl gururla yürüdüklerini, fenerbahçe ingiliz gardlar'ını yendi haberini duyduklarında neler hissettiklerini.
"fenerbahçeliyim" diyen ve tarihi beni heyecanlandırmıyor diyen birine rastladınız mı?
her kulübün kendince şanlı bir tarihi var. hiçbirine de laf söylemek kimsenin haddi değil. hepsinde de bir kahramanlık hikayesi var.
fenerbahçe'nin sadece hikayesi yok, birikimi var. bence bu birikimi bugünlere, en yalın haliyle 1910 yılında çizilmiş rozet taşımış. rozetin içinde geçen, dikkatle seçilmiş sözcükleri temsil eden renkler ve şekiller var. anlamlan değişmemiş: temizlik, açık yüreklilik, sevgi ve bağlılık, duyulan gıpta ve kıskançlık, asalet, güç ve kudret ve başarı.
sonrada yazılı sözlü yüzlerce anı var. hâlâ herbirimiz öğreniyoruz, öğretiyoruz...
fenerbahçe kuva-i milliye'nin ruh bulduğu kulüptür. dün de bugün de...
unutmadan, hafta başında içimizden "görürsünüz" demiştik, daha gösterdiğimiz hiçbir şey yok...