ilk basımı 2002 olan "dünya kupası" kitabında yiğiter uluğ'un "o brezilya kaybeder miydi?" başlıklı yazısından;
daha bir yıl önce, 1997 yazında barcelona'ya geldiğimde, bir türbeyi ziyaret eder gibi gezinmiştim sarria stadı'nın etrafında arkadaşlarla birlikte... içeri giremediğimiz için, ellerimi parmaklıklarında gezdirmiş, minik bir çimen parçası görebilmek için kapılarının önünde çocuklar gibi hoplayıp zıplamıştım.
herkesin "espanyol'un sahası" olarak bildiği sarria stadı, benim kişisel tarihimde çok ayrı bir yere sahipti. tribünleri neredeyse yüksek bahçe duvarları kadar dik olan bu statta 'dünya gözüyle' hiç maç seyredememiştim ama unutamadığım ve hiç şüphe yok ki, ömrümce unutamayacağım bir takım, bu statta vermişti dünyanın en güzel futbol resitallerini... ve ben, kilometrelerce uzakta, istanbul'da, siyah-beyaz bir televizyonun başında, ilk gençlik yıllarımın kahramanlarını tarifsiz bir heyecanla izlemiş, futbol topunun 'kahpeliğini' kimbilır kaçıncı kez kanıtlayan bir 90 dakikanın ardından, gözyaşları içinde ugurlamıştım. brezilya'ydı o takımın adı... futbolun en hasını oynayan ama '82 dünya kupası'ndan hiçbir şey kazanamadan evine dönen, geçen bunca yıla karşın hâlâ unutulmayan "o brezilya"... işte "o brezilya", mundial '82'deki ikinci tur maçlarını barcelona'daki sarria stadı'nda oynamıştı.
hikâyeyi dört başı mamur anlatabilmek için dört yıl daha geriye, 78'e gitmek gerekiyor. türkiye'de her zaman en popüler dünya kupası aktörü olan (48 yıldır o sahnede bizim milli takımımız olmadığındandır herhal) brezilya, komşusu arjantin'in düzenlediği kupada oynadığı 7 maçın 4'ünü galibiyet, 3'ünü beraberlikle noktalamış, hiç yenilmediği halde final yüzü göremeyen takım unvanıyla dünya kupaları tarihine geçmişti (daha önce 74'te iskoçya, daha sonra '82'de kamerun hiç yenilmeden elenenler istatistiklerinde yerlerini aldılar ama bu takımlar sadece üçer maç oynayabilmişti. bir turnuvada 7 maç oynayıp, yenilmediği halde hedefine varamamak, takdir edersiniz ki, pek anlaşılır bir şey değil).
mundial 78'de brezilya'nın öyle ahım şahım bir yanı yoktu ama ne de olsa brezilya'ydı işte... başta rivelino olmak üzere, yine usta işi frikikler atabilen birkaç nişancısı, orta sahada insana keyif veren pas kombinasyonları ve bağlasan yerinde durmayacak, ille de ileri gidip orta yapacak bekleri vardı. yetmez mi?
yetmedi... dirceulu, robertolu kadro belki yenilmeyecek kadar iyiydi ama arjantin ile peru hükümetleri arasındaki ticari anlaşmaları yenebilecek kadar da güçlü değildi. arjantin-brezilya golsüz berabere kaldı, ev sahibi daha sonra peru'ya gol yağdırıp averajla final vizesini aldı. bizim ellerin 'sevdi mi candan seven' insanları da, brezilya'ya bağladıkları kupa umutlarını dört yıl ertelemek zorunda kaldılar çaresiz...
'82 dünya kupası'nda brezilya'nın başında tele santana vardı. ülkenin geleneksel futboluna prim veren, oyuncuların emprovizasyonlarla kendilerini ifade etmesinin önünü kesmeyen, tam tersine bunları harmanlayarak farklı bir takım oyunu yaratmaya çalışan, tek düşüncesi 'daha fazla hücum ve daha keyifli futbol' olan devrimci bir teknik adamdı santana... elindeki kadro da 74 ve 78 dünya kupalarmdakine oranla çok daha zengindi. tek sıkıntı, turnuva öncesinde sakatlanan forvetler reinaldo ve careca'nm yerini doldurabilecek yedekler olmamasıydı. listede, santrfor hanesinin karşısında serginho'nun adı yazılıydı ve bu durum, brezilya'ya gönül vermiş bazılarını endişelendiriyordu ama cerezo, falcao, socrates ve zico'dan kurulu orta saha, öylesine yaratıcı, sol kanattaki eder öylesine "tutulmazdı" ki, "canım, bu takımın forvetinde dedem oynasa gol kralı olur" fikri daha ağır basıyordu.
brezilya, turnuvaya sıcak bir akdeniz gecesinde sevilla'da oynanan sovyetler birliği maçıyla başladı. oyunun daha ilk dakikalarından itibaren müthiş bir takımla karşı karşıya olduğumuzu anlamıştık. sovyetler de, hatayı minimuma indirme çabasındaki alışılageldik "11 robot adam" futboluyla direniyordu. hatta bal'ın uzaktan şutu ve brezilya'nın "kalecisiz" oynama geleneğini sürdüren valdir peres'in hatasıyla öne bile geçtiler. fakat tribünden yükselen samba ritmiyle coşan sarı formalı takımı durdurabilmek imkânsızdı. socrates ve eder'in mükemmel şutları, brezilya'ya ilk galibiyeti armağan etti.
grupta daha sonraki iki maç (iskoçya ve yeni zelanda), rio karnavalı'nın ispanya'ya taşınmış hali gibiydi. dans mı ediyorlardı yoksa sambayla futbolu mu karıştırıyorlardı, belli değildi. bu cümbüş -ve onunla gelen farklı galibiyetler- biz brezilya hayranlarım alıp başka alemlere götürdüğü için, kaledeki valdir peres'in yetersizliği ve forvetin en ucundaki serginho'nun "kazmalığı" gözümüzden kaçıyordu. rüyamızın rengi solmasın diye örtbas etmeye çalıştığımız bu kusurları, italyan antrenör enzo bearzot'un dikkatle takip ettiğini ve bir kenara not ettiğini nereden bilecektik?
organizasyonun, titizlikle hazırlandığı söylenemeyecek şemasına göre, ikinci turda oluşan dört grup, madrid ve barcelona'ya ikişer ikişer paylaştırılmıştı. ancak barcelona'nın daha büyük stadı olan nou camp'ta polonya, belçika ve rusya'nın buluştuğu a grubu maçları oynanırken, italya, arjantin ve brezilya gibi üç devi ağırlamak mütevazi sarria'ya kalmıştı.
brezilya işe, arjantin'den dört yıl öncesinin rövanşını alarak başladı. eder'in fişek gibi frikiği arjantin kalesinin üst direğinde patlayıp, yetişen zico topu içeri tıktığında henüz maçın 11. dakikasıydı. brezilya orta sahası, daha önce yaptığı gibi oyunun dizginlerini ele aldı ve arjantin'in çok güvendiği "maradona derler bir tıfıl" uğraşıp didinmesine karşın çabucak siliniverdi sahadan. öyle ki, bir sonraki dünya kupası'nın yıldızı olacak genç adam, batista'yı tekmeleyip kırmızı kart gördüğünde 85 dakika geride kalmıştı ve bu süre içinde hiçbir şey yapamamıştı maradona...
arjantin'den dört yıl öncesinin rövanşını 3-l'le alan brezilya'nın önündeki tek engel italya'ydı artık. ilk turda maç bile kazanamayan, arjantin'i 2-1 yenerken biraz toparlandığı izlenimini veren ama klas olarak brezilya ile asla baş edemeyeceği düşünülen italya...
italya-brezilya maçı, hayatımda gördüğüm en müthiş "tavşan kaç tazı tut" oyunuydu. italya'da adı "toto skandalı"na karıştığı için aylarca boykot alan ve bearzot'un araya girmesiyle son anda affedilerek milli takıma çağırılan paolo rossi'nin başrolü oynadığı bu oyunda sadece kaçan ve kovalayan birileri yoktu... eski türk filmlerinde olduğu gibi her şey vardı: aşk, ihtiras, macera, heyecan, en sonunda da gözyaşı...
güneşin tribündekileri kavurduğu belliydi ama biz, ekran başındakileri de daha 5. dakikada rossi'nin golüyle "ter bastı" beraberliğin brezilya'ya yetecek olması, tek tesellimizdi. 6 dakika sonra eşitlik golü geldi zaten... zico, hiç de "centil" olmayan markajcısı gentile'nin ellerinden formasını kurtarıp, socrates'i sağ çaprazda topla buluşturdu, "doktor" da açısı son derece dar olmasına karşın zoffu avladı.
24. dakikada yine rossi çıktı sahneye... cerezo'dan jimior'a giden bir topu kaptı ve fazla sürmeye gerek görmeden brezilya kalesine bırakıverdi: 2-1. italya'nın ikinci sayısının altından kalkmak hiç kolay değildi brezilya için... müthiş oynuyorlar, karşılarındaki savunma duvarını aşabilmek için her yolu deniyorlardı ama falcao, tek bir harekette koca bir defans hattını (hem de italyan defansı!) oyundan düşürmek gibi bir alicengiz oyununu gerçekleştirip sol ayağıyla skoru yeniden eşitleyene kadar 44 dakika beklemek zorunda kaldılar (daha doğrusu, kaldık). 68. dakikadaki bu golden sonra falcao'nun görülmeye değer sevinci, uzun yıllar trt'de spor stüdyosu'nun jeneriğini süsledi. kimbilir, belki de o acılı ama aynı ölçüde onurlu gün unutulmasın diye, gizli bir konsensusa varmıştı futbol alemi.
bitime 15 dakika kala rossi, öldürücü darbeyi vurdu. o golün, maçın skorunu belirlediğine o an için kimse inanamadı. daha çeyrek saat vardı ve nasılsa "gönlümüzün sultanı" bir kez daha ayağa kalkacaktı... öyle düşünüyorduk.
olmadı... serginho'nun çıkıp isidoro'nun girmesi, eder'in büyük bir hırsla reklam panolarını devirerek kornerleri doğrudan kaleye vurması bile yenemedi makus talihi. son dakikalarda zoff, cerezo'nun kafa şutunu çıkarırken, türkiye'nin dört bir yanında terliğini televizyona fırlatan onlarca erkek vardı, eminim...
maç bitti, italya, ilk turda hiçbir maçını kazanamayan ve averajla kendini ikinci turda bulan italya, dünya kupası'nda yarı finalist olmuş, oynadığı beş maça 15 gol sığdıran sevgilimiz brezilya, l6.yı atamadı diye elenmişti. inanılır gibi değildi.
televizyonun önünden kalktım, dışarı çıktım ve amaçsızca yürümeye başladım sokaklarda... handiyse "nerede yanlış yaptık?" diye kendime soracak kadar benimsemiştim bu takımı. hiç tanımadığım, huyunu-suyunu bilmediğim insanlardan kurulu bir futbol onbirini hayatımın en önemli parçası haline getirmiştim günlerdir... daha da tuhafı, etrafımda yüzlerce, belki de binlerce benim gibi insan olmasıydı.
hiç şüphe yok ki, o vakitler böyle adlandırmamıştık ama "bizim" yaptığımız, futbolu sanat yerine koymaktan başka bir şey değildi. yerelden beslenip, üst düzey yetenekler sayesinde büyüyen ve evrensele ulaşan bir gösteri... ve bu gösterinin başrol oyuncuları: upuzun bacaklarıyla her yere yetişen doktor socrates, vücut vucüda geldiğinde kimseye yenilmeyen cerezo, topun alabileceği falsolar üzerine muhtemelen yıllar süren bir laboratuar çalışması yapmış olan zico ve meşin yuvarlak ayağındayken sözleriyle sahanın tamamını tarayabilen falcao...
yeteneklerini bu kutsal oyunun emrine veren, sahadaki gösterinin daha güzel, daha çarpıcı olması için hiçbir şeyden kaçınmayan böyle bir grubun tek amacı, oynamak, oynarken keyif almak ve keyif vermekti. oyunu bozmaya dair hiçbir şey bilmemeleriydi tek eksikleri -bu da çok pahalıya maloldu.
futbolda yaklaşık yüzyıldır süren "oynayan" ile "oynatmayan"ın çekişmesinde, tele santana'nın bir devrime imza atmak üzere olduğunu sanarak, şapkalarımızı havaya fırlatmaya hazırlanmış ama rossi'nin oyunbozanlığı yüzünden elimiz böğrümüzde kalakalmıştık.
'82 dünya kupası'nda "oynayan" ile "oynatmayan"ın ikili mücadelesinden, topun çok başka bir yöne açılması ve gezegenin her köşesinde oyunun çehresini değiştirmesi mümkündü. fakat "o brezilya'nın bile başaramaması, niyeti oynatmamak olanları güçlendirdi sonraki yıllarda... '86'da kendi sahasına yığınak yapan ve yaratma işini sadece maradona'ya bırakan arjantin kazandı, '90'da almanları bile heyecanlandırmayan futboluyla almanya...