özgür gökmen'in 2004 yılında express'de yayınlanan "üç deplasman macerası: blackburn, lizbon, parma" yazısıda bu maçla ilgili anı şöyle;
ankaralıyım. gençlerbirlikliyim. hatırı sayılır bir süredir yurtdışında yaşıyorum. haliyle tribüne devam edemiyorum. ancak yaz sonları ankara’daysam. o da sezon başlarında birkaç maç… sizi temin ederim, çok zor zanaat. ankara’dan ayrıldıktan sonra haftasonları radyodan maç dinlemeye başladım. böyle bir alışkanlığım yoktu oysa. çocukluğumda kalmış, unutulmuş bir iş bu radyodan maç dinleme hali. istanbul’da otururduk. beşiktaş’da, mahallenin berberinde dinlenirdi maçlar. gençler olmazdı hiç dükkanda. sadece yaşlılar ve benim gibi çocuklar. tüm bunları buraya geldikten sonra hatırladım. fakat tribüne devam edemememe rağmen, bu sezon taraftarlık hayatımın en mutlu sezonu. (bundan bir evvelki, 1994-1995 sezonuydu.) zira bu sezon tam 3 (yazıyla, üç!) yurtdışı deplasmanında tribündeydim.
12 aralık 2003, leiden kuralar çekildi. yeni rakibimiz ac parma. akşit ağabeyle telefon trafiği tekrar başlıyor. bu sefer gelecek. hatta sema abla da gelecek. ilk iki deplasmandan sonra maç için bilet bulamazsam benzeri kaygılarım da kalmamış. rahatım. uçak biletini ocak başında alıyorum. başkaca yapacak bir şey yok. bekleyeceğiz…
25 şubat 2004, milan-parma sabah inip çok oyalanmadan trenle parma’ya geçiyorum. zira önceden coğrafya çalışacak ya da lizbon’da olduğu gibi yetkiner mayda’yla haberleşecek vaktim yok. takımın kaldığı oteli öğrenip stadın yerine bakıyorum. takım lizbon’da şehir merkezine uzak, stada yakındı. bu sefer ikisine de uzak. ben gene şehir merkezine yerleşiyorum.
26 şubat 2004, parma öğle vakti. belediye stadı ennio tardini’nin önündeyim. şehrin göbeğinden yürüyerek 15 dakika. tren istayonundan yarım saat çekiyor. tam bir mahalle stadı havasında. aklımda buna en yakın örnek, cebeci stadı. in cin top oynuyor. saatin 13:00 olmasını bekliyorum. gişeler o vakit açılacak. 15 dakika kala akşit ağabey telefon ediyor. milan’a inmişler. özgür, diyor, aman ha, ben senin biletini aldım. bir an aklım karşıyor, nasıl yani? havalanında bilet satılıyordu, ben mi atladım? neyse, telefonun vakti çok isabetli. neredeyse aynı maça altı biletimiz olacaktı. sizi tren istasyonundan alacağım, diyorum. onlar gelmeden yetkiner mayda’yı arıyorum, akşam stadda görüşmek üzere sözleşiyoruz.
milan’dan gelen trenden inen çok oluyor. saat 15:30. akşit ağabeyi son anda yakalıyorum: büyük taraftar! sarılıyoruz. sema abla, dün çok geç vakit televizyonda duydum. bizimkilere idman için halısaha göstermişler, diyor. italyanların bu konulardaki kötü şanını biliyoruz. ama bu doğru olabilir mi? (doğruymuş. ikinci idman halısahada yapılmış.) bilet işini öğreniyorum. akşit ağabey hayri güler’le görüşmüş, üç bilet istemiş. akşit ağabeyle hayri güler’in birlikte çok eziyet çekmişlikleri var. blackburn’de görüşüceklerdi, olmadı. nasip parma’ymış. otelde buluşacağız, stada birlikte gidilecek. daha taraftarlarla takımın ayrı otellerde kaldığını bilmiyoruz. otele vardığımızda lizbon’daki otele girdiğimde birlikte oturduklarını gördüğüm ekip gene lobide. bir ara ersun hoca karşımda oturuyor. kimsenin maçla ilgili konuştuğu yok. şu bayrağı nasıl sormam?! aklıma dahi gelmedi. sonraki deplasmana! ikinci otelden haberdar olunca, sayın başkan bizimle gelirsiniz, biz sizi bırakırız, diyor. otelin önünde takım stada uğurlanırken, başkanın evvela kaptan ümit’i, sonra skoko’yu öpüp onlara bir şeyler söylediğini görüyorum. bir işaret mi? (maçın 59. dakikasında bunun bir işaret olduğundan hiçbir şüphem kalmayacak.) biz arabaya bindiğimizde kar başlayalı tam iki saat olmuş, lapa lapa yağmaya devam ediyor. ersun hocaya başarılar dileyip arabaya doğru seğirtiyorum.
diğer otele vardığımızda lobi panayır yerine dönmüş. hayri güler haricinde şimdi kulüp müdürümüz olan eski futbolculardan oktay arıca’yla da tanışıyorum. onların da kitapta yeri var. otobüslere doluşup gençlerbirliği marşları dinleyerek stadın yolunu tutuyoruz. genel kaptan, transfer komitesi’nden zeki ünaldı da bizim otobüste. marşlarla ilgili bir şeyler söylüyor. herkesin neşesi yerinde. stada varan yolu tezahüratlar eşliğinde geçiyoruz. “deplasman” takımının taraftarları daha ortalarda görünmüyor. (maç boyunca da sesleri ya hiç çıkmadı, ya da çok cılız kaldı.) tribün grubumuz şöyle: oktay arıca’nın eşi, janset güler (eşleri bizim hemen arkamızda, şeref tribünündeler), sema abla, akşit ağabey ve ben. toplamda 250 kişinin üstündeyiz. yavuz donat aramızdaki birçok gazeteciden biri. ona göre sayı, 268! buna topçular ve teknik heyet de dahil. başkandan uçakla ankara’dan gelenlerin sayısını almış olmalı. fakat eksiği var. kaç kişiler, bilmiyorum fakat aramızda italya’dan gelenler var. ayrıca karşı tribünde de “forza türkiye!” pankartı açmış 15-20 kişilik bir grup daha. pankartın üstünde yazan tam olarak şöyle: boğaziçi spor klubü anadolu’nun gururu gençlerbirliği’ne başarılar diler! ayrıca londra’dan gelen özkurallar ve leiden’dan gelen ben bu sayıya eklenmeliyim. maç başlayınca, burası ankara, burdan çıkış yok tezahüratı kaçınılmaz. fakat maç başlamıyor. ben daha farkında değilim. her yer bembeyaz. öten telefona bakıyorum: izmir’den, kardeşim ışık. az önce seni tribünde gördüm. bence sizin maç başlamayacak! tam o an akşit ağabey, maç ertelenebilir, diyor. hakikaten! ne olacak? bu, eve dönüp hava düzeldiğinde 19 mayıs’a tekrar gelmek gibi değil ki! bizim kulübede bir hareketlenme var. yüzler gülüyor. maç başlayacak.
ilk devre çok sağlam oynuyoruz. orta sahaya hakimsen, maçı alırsın. (bunu sadece genel kural olarak söylüyorum. yoksa orta sahaya hakimken mağlup olduğumuz birçok maçı içim yanarak seyretmişliğim var. bugün böyle olmayacak!) benim için rahat. ikinci devrenin başlamasına 1 (yazıyla, bir!) dakika kala bizim müdafaa edeceğimiz kalenin ceza sahasında bir hareketlenme var. ben vaktin farkında değilim. aaa, italyanlar bizim ceza sahasındaki karı kürüyorlar. vaziyeti işaret eden akşit ağabey. sema abla, ne kadar art niyetlisin akşit, diyor. ben de aynı tepkiyi gösteriyorum. şimdi karşı tarafı da temizlerler. o arada kalearkasındaki parma taraftarları kalecimiz damir botonjic’e kartopu atıyorlar. bir parmalı topçu tribünlere koşup taraftarları yatıştırıyor. düdük çaldı, ikinci devre başlıyor. bizim ceza sahası pırıl pırıl. akşit ağabeye, kusura bakmamasını söylüyorum. fakat halihazırda yazdım zaten: o taraftar olarak benden çok daha kıdemli! golden sonra aşağıdan yukarı doğru organize oluyoruz. beste: pınarbaşı! 19 mayıs’ta keyfimiz yerindeyse, bilhassa attığımız gollerden sonra, en çok söylediğimiz beste.
her maçtan insanın aklında silinmeyen görüntüler kalır. bu maçtan bana yadigar kalan, başlama vuruşundan hemen evvel bizimkilerin karlarla kaplı sahada birbirlerine sarılarak oluşturdukları çember.
maçtan sonra önce otele, sonra tribün grubumuzla yemeğe gidiyoruz. otelde valencia-beşiktaş maçının skoruna bakıyoruz. ilk yarı bitmiş, 2-2. tribündeki enrique’yi düşünüyorum. biz yemekteyken rovers taraftarları namına john paul’den gene tebrik mesajı geliyor. leiden’a dönünce, francisco ve enrique’den de tebrik notları geldiğini göreceğim. oktay arıca’nın eşinden “birlikte gezmeye gitmeleri” nasıl başlamış, o hikayeyi dinliyorum. sene 1961. gençlerbirliği-beşiktaş maçı. bunu oktay ağabey şöyle anlattı: efendim, ben sahada biraz sinirli bilinirdim. daha maç başlamadan hakem bizzat gelip beni ikaz etti. ben de dedim ki, hocam sen beni atmayı zaten aklına koymuşsun! maçın hemen başında kendisine kasti bir faul yapılıyor. ama ayağım çok ağrıdı, diyor. ilk fırsatta faulu yapan beşiktaşlı’ya çift dalıyor. düdük çalıyor. kırmızı kart, ikisi de dışarıda! saniye 90! oktay ağabey bunu tribündeki eşinden biliyor ve bu son oluyor. bir daha oktay ağabeyin kendi maçlarına gezmeye gitmiyorlar.
ertesi gün sadece iki gazete aldım: gazzetta di parma ve la gazzetta dello sport! başarıya mı alıştım, nedir? ikincisinin bizim maç haberine şu başlığı attığını görüyorum: parma’da sibirya soğuğu ve türk hamamı!
29 şubat 2004 gece, leiden konyaspor maçı biteli saatler oldu. ikinci devre toparlayamadık. skor 4-1. yarın tüm gazeteler, gençlerbirliği uefa yorgunu, yazacak. ikinci parma maçını beklemeye başlıyorum.