ilk basımı 1996 olan simon kuper'in "futbol asla sadece futbol değildir" kitabından;
bu kitap için 1992'de dünya turu yapmayı planladığımda türkiye'ye gitmek aklıma bile gelmemişti galiba. gençlerin avrupa'da bir ay yaklaşık 250 dolara dolaşmasını sağlayan bir interrail tren bileti almıştım, istanbul güzergâhımın çok dışında kalıyordu. pek de üzülmüyordum bu duruma: türkiye zaten futbolda iyi değildi. türkiye'de nasıl iyi bir öykü çıkarabileceğim konusunda en ufak bir fikrim yoktu. bütün bildiğim, her zamanki basmakalıp görüşlerdi: kızgın güneş, kızgın taraftarlar. kimin umurundaydı?
ancak 2000'in eylül ayında ilk kez geldim türkiye'ye, türkiye'nin dünya kupası eleme grubundaki isveç maçını yazmak üzere bir japon dergisi tarafından gönderilmiştim. 2003'ün mart ayında, ingiltere-türkiye maçının hemen öncesinde türk gazetecileri, oyuncuları ve elimden geldiğince çok kişiyle röportaj yapmak üzere yeniden geldim. her iki ziyaretimde de 1992'dekinden daha güzel, daha hoş vakit geçirdim.
ınternet icat edildiğine göre türkiye'de birtakım insanlar bulup gelmeden onlarla randevulaşabilirdim. dilini konuşmadığım bir ülkeye gelip, elimde bir kâğıt parçasına kargacık burgacık yazılmış birkaç eski telefon numarasıyla sekreterlere estonya dilinde (ya da ukrayna, ya da portekiz ya da hangi ülkeyse o ülkenin dilinde) bay talanca'nın hiç tanışmadığı bir 'ingiliz gazeteciyi' kabul edip etmeyeceğini, bay falancamın hâlâ o adreste bulunup bulunmadığını ve aslında yaşayıp yaşamadığını sormakgibi eski bir yönlemden daha üstündü kuşkusuz bu veni yöntem.
türk lirasının aşağı kayması bir başka nimetti benim için. 1992'den beri sefaletten kurtulmuştum (japon dergilerinden allah razı olsun), istanbul ise durmadan ucuzluyordu. otobüslerin kalkış saatlerini arayarak vaktinizin yarısını harcamak zorunda olmayınca bir kitap için araştırma yapmak çok daha kolay. taksilere binebiliyordum, günde dört öğün tıka basa yemek yiyerek moralimi de adamakıllı yükseltiyordum. böyle yolculuk yapmak neredeyse haksızlık gibi geliyordu bana.
on yıl içinde korkaklığını da biraz azalmıştı. bu kez o kadar cesurdum ki türk milli takımı menejeri can çobanoglu'nu cep telefonundan arayıp ondan almanca konuşan oyuncularla görüşme ayarlamasını istedim. (kendimi kitap yazdığını ileri süren dilenci kılıklı bir öğrenci gibi tanıtmak yerine, times gazetesinde çalıştığımı söyleyebilmek yararlı oldu.)
bu yaklaşımım sayesinde ümit davala ve tayfun korkutla röportaj ayarlandı. tayfun bana iki saat ayırdı, almanca yerine ingilizce konuşmak için yalvardı (reddettim), hattâ çayımızı oteldeki hesabına yazdırmak konusunda ısrar etti (umarım türkiye futbol federasyonu kızmaz buna). tayfun'a minnettarım.
yeni bir yeri gezen karacahilin yapması gereken ilk şey kendini önyargılardan kurtarmaktır. istanbul'da ben birkaçından hemencecik sıyrıldım. birincisi, basının -yıllar önce manchesıer united'ı karşılarken açılan pankarta gönderme yaparak- bu kenti sürekli 'cehennem' olarak tanımladığı bir ülkeden gelmiştim. mavi boğaziçi'ne ve milyonlarca neşeli ıstanbullu'ya bakarak bir tepede otururken istanbul'u cehenneme benzetenlerin ikisine de gitmediği açıkça anlaşıldı.
ikincisi, türklerin futbolla yaşayıp futbolla öldüğünü duymuştum. ama bir son dakika golüyle isveç karşısında uğradıkları yenilginin 2002 dünya kupası'ndakı yerlerini tehlikeye sokmasından sonra (tarih ne kadar da değişik olabiliyor) yanı maçın ertesi günü istanbul'da dolaşmaya çıktım ve herkesin her zamanki gibi neşeli olduğunu gördüm.
2003'ün mart sonunda türkiye'ye tekrar geldiğimde savaş falan da yoktu. türkler için bu durum apaçık, ama binlerce kilometre öteden bakan biz avrupalılar için istanbul bağdat'a komşu neredeyse, istanbul'dayken bir gün, real madrid'in pazarlama müdürü jose angel sanchez'e telefon ettim, öyle bir zamanda istanbul'da oluşuma hayret etmişti. dahası, bir pazar öğleden sonrası ırak'ta ağır çarpışmalar sürerken istanbul'da bir gazetenin bürosunu ziyarete gittiğimde herkesin televizyondan gaziantepspor-beşiktaş maçını seyrettiğini gördüm.
türkler savaşta olmadığı gibi, kızgın insanlar da değillerdi, hattâ kızgın güneş de yoktu. doğrusunu isterseniz mart sonunda kar yağıyordu. kulağa sıradan gelebilir ama bu benim istanbul'u yepyeni bir gözle, önyargılardan kurtulmuş olarak görmeme yardımcı oldu. bir arkadaşımın dediği gibi, bir ülkeyi görmeye gittiğinizde işin püf noktası zihninizin stereotiplerle değil bilgilerle dolu olması. bu olanaksız ama deneyebilirsiniz.
tamam, stereotiplerden kurtuldum, istanbul'un bir üçüncü dünya kenti olduğuna karar verdim. üçüncü dünya'nın ana özelliklerden birkaçı istanbul'da da vardı: sokakta bir sürü insan sizinle konuşmaya çabalıyor ('nereden geldin ahbap?'); güzel eski bir kentin üzerine çirkin bir modern kent kurulmuş; küçük bir seçkinler tabakası güzel aydınlık ofislerde çalışıyor ve yabancı dil biliyor ve nüfus da günden güne artıyor. 1950'de (beşiktaş'ın sahasının kentteki tek futbol stadı olduğu dönemde) istanbulluların sayısı belki bir milyonken bugün yaklaşık 9,5 milyona yükselmiş. bu durum istanbul'un avrupa dakı herhangi bir yerden çok bombay ya da mexico city ye benzemesine yol açıyor. kent 'avrupa' kentlerinden sıluetiyle (minareler) ve gece atmosferiyle de (burada daha az sarhoş var) farklı. ama herkes bana çok iyi davrandı. herhangi bir uygarlık çatışması hissetmedim.
bu durum şu önemli soruya/soruna yol açıyor. avrupa birliği'nin yeni anayasasının mimarı giscard d'estaing, türkiye'nin 'bir avrupa ülkesi olmadığını' ve ab ye alınmaması gerektiğini söyledi. ülkenin müslüman nüfusuna, yüksek doğum oranına göndermede bulundu, türkiye'nin 'farklı bir kültür, farklı bir yaklaşım, farklı bir yaşam biçimi' olduğunu belirtti.
türkler'in çoğu avrupa ya katılmak istiyor. bu kuşağın türkler'e ilişkin en büyük siyasal sorunu bu galiba (galatasaray'ın uefa kupası'nı kazanması bir metafordu). futbolsa bu sorunu irdelemek için en uygun ortam, çünkü futbol türkiye'nin avrupalılaştıgı tek alan. spor baskı noktası, türk 'kültürü' (o her ne ise) ile avrupa'nın buluştuğu nokta. ülkenin olası geleceği konusunda işte o noktada fikir edinebilirsiniz.
türkiye'nin avrupa tarzı futbol oynamaya nasıl başladığı türkler'in iyi bildiği bir öykü. beşiktaş'ın boğaz kıyısındaki stadına tepeden bakan bir yerde, hilton otelinin barında o öyküyü baştan sona ilk kez, iktisatçı ve futbol yazarı deniz gökçe'den dinlemiştim ben. her şey 20 haziran 1984'te, paris'te oynanan batı almanya-ispanya maçının doksanıncı dakikasında, büyük ispanyol savunma oyuncusu antonıo maceda'nın, oyunun tek golünü kafa vuruşuyla kaydedip almanlar'ı avrupa şampiyonasının dışında bırakmasıyla başlamış. almanya'nın çalıştırıcısı jupp derwall, kovulmuş. aynı yıl galatasaray'a gelmiş. o dönemde ortalama türk futbolcusu, bencil, bastıbacak bir top sürücsüymüş. 1984'ün kasım ayında türkiye kendi evinde ingiltere'ye 8-0 yenilmiş. "türkiye'yi tutardım. berabere kalınca sevinirdik." tayfun çocukluğunu böyle hatırlıyor. o yıllarda futbol tutkunları ulusal takım yokmuş gibi davranırmış, kulüpleri izlerlermiş onun yerine.
derwall, daha iyi beslendikleri için daha yapılı ve almanlar gibi yetiştirilmiş almanya doğumlu türkleri takıma almaya başlamış. ne yazık ki, türk futbolcuların padişahlar gibi yaşadığı harem hayatına maruz kalınca onlar da işe yaramaz olmuş. ama yine de bir başlangıçmış bu. derwall, oyunculara çimlerde antrenman yaptırmak gibi yeni bir düşünceyi uygulamaya koymuş. o ve öbür alman çalıştırıcılar (ve beşiktaş'ta da ingiliz gordon milne) futbolcuları gerçekten çalıştırmayı başarmış. türk televizyonu yabancı maçları yayınlamaya, izleyicileri pas kavramıyla tanıştırmaya başlamış. euro 96'ya katılan türkiye, ne gol atabildiği ne de puan alabildiği halde oldukça başarılı sayılmış. öykünün geri kalanını herkes biliyor.
türkiye'nin vasat bir futbol takımı varken bugün avrupa'nın en iyi takımlarından birine sahip olması ve aynı zamanda da orta ölçekli bir avrupa ülkesiyken kıtanın nüfus açısından üçüncü ulusu haline gelmesi bir rastlantı değil. türkiye'nin nüfusu 1945'te 19 milyonken 1973'te iki katına çıkmış, günümüzdeyse 68 milyona ulaşmış. avrupa'da yalnızca rusya ve almanya daha kalabalık. türkiye büyürken avrupa ülkelerinin çoğunda nüfus azalıyor. avrupa'dakilere birkaç milyon türk ekleyin, hem de genç olsun, ülke futbol potansiyeli açısından almanya'ya bile rakip çıkar.
kısacası, küreselleşme ve nüfus patlaması türk futbolunu kurtardı. türkler sonunda iyi futbol oynamanın yalnızca bir yolu olduğunu kabullendiler: brezilyalıların hünerini, italyanların savunmasını. almanların çalışma ahlakını, hollandalılar'ın hareket yeteneğini birleştirmek. futbol, ulusal üslupların işe yaramadığı bir endüstri. butun farklı öğelere sahip olmanız gerekiyor. ben bu kitabı yazarken bora milutmovic santa barbara'da bana şunu söylemişti: "en iyi futbol her yerde aynıdır." bugün iyi futbol seyretme şansınızın en yüksek olduğu yerler batı avrupa ve brezilya, iyi futbol öğrenmenin tek yolu da bu bölgelerden birinde kalmak (şaşmaz biçimde batı avrupa'da, çünkü brezilya'nın real'i türk lirası gibi). en azından futbolda türkiye avrupalı oldu.
aslında avrupa'dakı hiçbir ulusal takımda, bir başka avrupa ülkesinde yetişmiş bu kadar çok oyuncu yok. türkiye 30 ekim 1961'de batı almanya'yla, alman ekonomi mucizesine katkıda bulunmaları için binlerce 'misafir türk işçisi' gönderilmesine ilişkin bir antlaşma imzaladı, işçilerin eninde sonunda türkiye'ye geri döneceği düşünülüyordu. ama hiç dönmediler. kadınlar da almanya'ya gitti, aile kurup yerleştiler. bugün almanya'da iki milyon türk yaşıyor.
"almanya'daki birçok türk, vatanına özel bir bağla bağlıdır çünkü özlerler türkiye'yi" dedi bana tayfun, kulağa herhangi bir stuttgart'lı genç konuşuyormuş gibi gelen schwaben aksanlı almancasıyla. türk takımının ingiltere'ye uçmadan önce kaldığı otelin barında konuşuyorduk. içerisi loştu, bir şarkıcı, modası geçmeyen şarkılardan söylüyordu, neredeyse geceyarısına kadar konuştuk, bu sırada ona bir merhaba demek için durmadan yanımıza gelip giden oluyordu. garsonlardan biri fenerbahçe'ye ne zaman döneceğim sorunca, tayfun kibarca yanıt verdi ama sonra bana dönüp şöyle dedi: "işte tam türkler'e özgü bir davranış, meşgulken insanı rahatsız ederler.
"annem temizliğe giderdi, babam da işçiydi. tipik bir işçi ailesi işte. bu insanlar hep geri dönmek istediler ama babam hiç dönmedi, ailem türkiye ye hiç dönmez artık, ama ülkem için oynadığımı görmek onlara gurur veriyor."
almanya'dan gelen türkler takım arkadaşlarından farklı mı? "sorun oluyor" dedi tayfun. "bazan sofrada üçümüz dördümüz almanca konuşuyoruz çünkü esas dilimiz almanca. bazı şeyler var ki 'hah işte onlar almanya'dan' dedirtebilir sana. başlangıçta türkçemız o kadar iyi değildi, hem bazan birbirimizi daha iyi anlıyoruz çünkü aynı şekilde yetişmişiz. birkaç yıl öncesine kadar alman kültürünü türk kültüründen daha iyi biliyordum. ancak fenerbahçe'de beş yıl oynayınca tanıdım kendi ülkemi. ama artık o sorun yok. oyuncuların çoğu türkiye'de de oynuyor, almanya'dan gelenler de öyle. elbette burada çok şey öğrendik."
işin tuhaf yanı, o mükemmel oyunculardan yalnızca yıldıray baştürk almanya'da başarılı oldu. tayfun şunu anlattı: "alman kulüpleri, alman çalıştırıcılar, türkleri topla oynama açısından çok yetenekli ama disiplinsiz buluyordu. bu ırkçılık değildi, türk futbolculara karşı bir önyargıydı yalnızca. belki de önyargı haklı çıkıyordu çünkü birçok genç türk oyuncu, zaman zaman özel yaşamlarındaki sorunlar yüzünden, a takımlarına sıçrama yapamıyordu, almanya'daki ikinci kuşak türkler (benim de içinde bulunduğum kuşak) sorunlar yaşıyordu, çünkü birçok genç almanya'daki kültüre uyum sağlayamamıştı."
batı avrupa'nın her yerinde türkler'in ikinci kuşak sorunu var. ben hollanda'da büyüdüm, türk kökenli yaklaşık 300.000 kişi yaşıyor orada, ama hemen hemen hiçbiri hollanda futbolunda iz bırakmadı. ahmet keloğlu, mustafa yücedağ, fuat ve suat ustanın kısa ve parıltısız futbol yaşamları oldu hollanda'da. yalnız bugünlerde, roda kerkrade'nin genç savunma oyuncusu fatih sonkaya biraz daha çok umut veriyor. oysa, batı hint adalarından gelenler hollanda nüfusunda hemen hemen türklerle aynı orana sahip ve aralarından gullit, rıjkaard, seedorf, kluivert, davids vb. vb. çıktı!
1950lerde çocukken münih'te yaşamış olan deniz gökçe, bana şunları söyledi: "ikinci kuşak için hayat zor. çoğu işsiz, tren istasyonlarının çevresinde geçiliyorlar zamanlarını." görünüşe bakılırsa, göçmenlerin ilk kuşağı kendilerini ayrımcılık, düşük ücretler ve zor yaşamlar beklediğini düşünüyordu, oysa ikinci kuşak kendilerini göç edilen ülkeye ait hissediyor ve kabul görmeyi talep ediyor. yeniyetmelige eriştiklerinde kendilerine de yabancı gözüyle bakıldığını keşfedince öfkeleniyorlar. hannover üniversitesinden bir sosyologun araştırmasına göre yerel amatör maçlarda çıkan kavgaların inanılmayacak kadar büyük bir bölümü, bir türk' takımı alman takımıyla karşılaştığında yaşanıyor. türkler hakemin kendilerine karşı olduğunu, maruz kaldıkları ırkçı tutumun görmezden gelindiğini düşünüyor. ben paris'te hemen hemen diplomatlar ligi. denebilecek bir ligde, irlanda' adlı bir takımda oynuyorum. italya, kamerun, isviçre, fas gibi takımlarla karşılaşma yapıyoruz; en zor, en sevimsiz bulunan takım türkiye. herkes onlarla oynamaktan nefret ediyor.
tayfun konuşurken öyle çok el kol hareketi yaptı ki çaydanlığa çarptı sonunda: "ama ben almanya'da 21 yıl yaşadım. ne ırkçılık ne de başka bir konuda almanya hakkında olumsuz bir şey söyleyemem. almanya'da yaşamak bana çok şey kazandırdı. farklı yetiştirildik, genç takımda değişik antrenmanlar yaptık, belki de buradaki oyunculardan farklı özelliklerimiz var, disiplin ve irade gibi." sağ kanatta güçlü bir şekilde bindirme yapan ümit davala, herhangi hır alman futbolcu olabilirdi pekâlâ, ki zaten öyle.
"almancı" oyuncuların türk takımını zenginleştirdiği tartışılmaz bir gerçek. türkiye'nin dinci oyuncularıyla laik oyuncuları arasındaki sözümona kavgalara karşın, "almancılarla" türkler arasındaki sözümona ayrıma karşın, türkiye'nin şimdiye dek gördüğü en iyi futbolu oynayacak kadar iyi anlaşıyorlar birbirleriyle. iyi bir takım oluşturmak için ruh ikizi falan olmak gerekmiyor. kültür o kadar da önemli değil. size gereken tek şey karşılıklı saygı. bunun varlığının kanıtı da sahada görülüyor.
ne olursa olsun, ulusal takımdaki "türk" türk oyuncular bile yıllar geçtikçe bir açıdan avrupalı oldular. birçoğu galatasaray'da avrupalılarla birlikte ve avrupalılar'a karşı oynadı. bugün ulusal takım oyuncularının büyük bölümü yurtdışında oynuyor.
türk futbolu avrupalı oldu çünkü kilit noktasında duran birkaç kişi avrupalı. hem sahada hem saha dışında ispanyollara ya da almanlar'a özgü tarzlar benimsenmiş. bu demektir ki türk futbolu yüzde yüz türk değil. tayfun a futbolu bırakınca nerede yaşamak istediğini sorduğumda şöyle yanıt verdi: "büyük bir sorun bu. bilmiyorum. anayurdum neresi bilmiyorum. türkiye mi? almanya mı? şimdi de ispanya'da kendimi çok iyi hissediyorum. eşimin nereli olduğuna bağlı çoğu şey. örneğin o yüzden ev almadım daha."
tayfun kısmen türk, kısmen alman, kısmen de dünya vatandaşı. türkiye avrupa'ya özgü bir itiş gücünden yararlanmak istiyorsa onun gibi türkleri kabul etmek zorunda kalacak. bütün batı avrupa ulusları dünya vatandaşlarını kabul ediyor. onlar yaşadıkları ülkeye yarar sağlıyor, çünkü başka yerlerdeki en iyi uygulamaları biliyorlar ve bu bilgiyi yayıyorlar. türkiye, böyle türkler'e gereksinim duyuyor.
türk futbolundan alınma bir metafor çok açık: avrupa'nın etkilerine maruz kalmak her şeyi değiştiriyor. nasıl ispanya, portekiz ya da yunanistan ab'ye katılmaları sayesinde son otuz yılda birer avrupa demokrasisi haline geldiyse, türk futbolu da uefa'da oynaması sayesinde avrupalı oldu. belki türkiye'nin 'farklı bir kültürü, farklı bir yaklaşımı, farklı bir yaşam biçimi' var ama futboldan çıkarılacak ders bunların değişebileceğidir. kültürler sonsuza dek ve değişmeden gitmez. değişime itilirlerse değişebilirler.
türkiye'nin geleceği için futbol bir metaforsa, giscard d'estaing'in vardığı sonuç yanlış demektir. 'türkler' 'avrupalılarla' çalışabilir. bir ülkeye ona çok yakın bir model verin -ister avrupa tipi demokrasi olsun, ister avrupa tipi futbol-, eğer o ülke o modele öykünmek istiyorsa, eğer o model futbol maçlarını kazanmak ya da zenginleşmekle ilintilıyse, öykünebilir. öte yandan, eğer avrupa, modelini türkiye'nin elinden alırsa, türkiye de o modele öykünmeyecektir.
elbette bir avrupa demokrasisi olmak, avrupai bir futbol takımı olmaktan daha zor. ama yollar aynı: modelin ne olduğunu anlamak, ona öykünmeyi arzulamak, modelin bilgisini yaymak üzere iki yönlü gidip gelen insanların varolması. futbol yaşam değildir, ama arada paralellikler vardır.