mehmet demirkol'un "tae han min guk: 2002 dünya kupası mektupları" kitabından;
1 haziran
latin alfebesinin tükenişi
seul/gwangju - gimpo havaalanı'nda bekliyorum. bu havaalanı seul'un iç hatlar hava istasyonu... rezervasyonum var. hedef iç batı kore civarlarındaki gwangju.
nihayet dünya kupası'nın üçüncü gününde bir maça doğru yola çıkacağım. ama büyük kocaman bir sürprizle karşılaşıyorum. biri, bilet rezervasyonumu iptal etmiş, stand-by'dayım o yüzden... benimle aynı durumdaki lee de bekliyor. lee asker (bu ülkede 'lee' mehmet gibi bir isim olduğu için, ona lee'cik diyelim isterseniz). aslında lee bir soyad ama adın ne diye sorduğumda aldığım cevap bu. öyleyse lee diyelim koreli dostumuza... anladığım, anlatabildiği kadarıyla lee, seul civarında bir yerde iki yıl altı aylık vatani görevi yapıyor. ve bu sürenin ortalarında. aslen gwangju'lu, içinden... izne gidiyor. akşama da ispanya-slovenya maçına bileti var. üstündeki kamuflajlarla gitmez umarım...
havaalanındaki korelilerin üzerinde her milletin forması var. "senin de var mı?" diye soruyorum leecik'e, soruyu anlamıyor. jest, mimik, işaret uğraşıyorum olmuyor, anlatamıyorum. tam o sırada kore hava yolları'nın ke 1305 sefer sayılı uçağında yer olduğunu anons ediyorlar. biz beklerken, brezilyalı akıyor havaalanına. onların hedefi ulsan... bizim maçta tribünlerde kalabalık olacaklar, belli...
octavolar: her daim kupada
isimleri nasıl yazılıyor bilmiyorum ama neyse... octavo'lar, anne-baba, büyük oğul, üç kız kardeş, bahia'dan, salvador yakınlarındaki kasabalarından kalkıp gelmişler kore'ye... baba dişçi, anne öğretmen...çocukların hepsi okuyor. dünya kupası rüyasıyla, dünyanm yolunu tepmişler ailecek... tıpkı dört yıl önce fransa'ya gittikleri gibi... baba octavo, "abd'ye gittiğimizde bir, '90'da italya'ya gittiğimizde iki kişi eksiktik" diyor küçük kızlarının yaşlarını kastederek. seul'un gimpo havaalanından ulsan'a giderken umutluydular: "kazanırız" dediler, "hem türkiye maçım, hem kupayı!" hadi canım siz de!..
uçağa biniyorum... lee'cik el ediyor, yanını gösterip... gülümseyip geçiyorum. bu koreliler de pek hoş doğrusu... "sen öndesin, benim elimdeki boardine kartta 32a yazıyor diyorum içimden ve arkalara ilerliyorum. kafamı bir kaldırıyorum, 45-46-47... geri dönüp bakıyorum, lee hâlâ el sallıyor. meğer sıra numaralan 29'dan başlarmış... bu da neyin nesi? dünyanın herhangi bir yerinde böyle bir uygulama mevcut mudur?
lee'nin yanına oturuyorum ve 35 dakikalık yolculuk boyunca 'başarıyla' konuşamıyoruz! taşraya inince seul'u mumla arayacağımı bilmiyorum henüz... havaalanında iki meksikalı gazeteciyle birlikte bindiğimiz taksi, ne benim gitmek istediğim stadyumu anlıyor, ne de meksikalıların kalacağı, stadın yanındaki oteli... demiştim ya, latin alfabesi burada hiç işe yaramıyor. gece maçtan sonra trenle ulsan'a geçeceğimden, zor zahmet stadı bulup garın yolunu tutuyorum. bilet alınacak. kottuk rezeevasyonu yapılacak. gwangju küçük ama kore'nin beşinci büyük şehri. ve seul'u aratan, hiçbir şey anlamayan ve anlatamayan bir salağa dönüştüğüm yer oluyor burası... istasyondaki enformasyon masasındaki kız da olmasa, rahatlıkta tımarhaneye kapatılabilirim yaptığım hareketler nedeniyle... neyse ki, bilet işim halloluyor.
sonra bir çıkıyorum ortalığa. gwangju'da, her ne kadar ispanyol turistler ilgilenmese de, dünyanın tek bambu müzesi bulunuyor. kapının önünde broşür dağıtan hıristiyan misyonerler... broşüre şöyle bir göz atıyorum, bir çizgi hikâye... küçük bir kızın babasına "hadi isa'ya inanalım" demesiyle bitiyor. daha sonra her yerde karşılaşacağım üzere kore'de müthiş bir misyonerlik ağı var. özgürce hristiyanlığa çağırıyorlar halkı. söylenene bakılırsa çok da başarılı oluyorlarmış. hızla bu dine akıyormuş koreliler.
misal gece trenle arabayla taşradaki şehirlerde seyrediyorsanız insanın tüylerini ürperten bir görüntüyle karşılaşıyorsunuz. simsiyah gecenin ortasında -abartmıyorum- onlarca, yüzlerce kırmızı neon haç. binaların damlarına bacalarına takılmış, aynı renk, aynı boşutta yüzlerce haç arasında yüzüyor gibi oluyorsunuz. dedim ya tüyler ürpertici.
çok sentetik, çok... ispanya- slovenya
(...)
gelelim yerinde izlediğimiz ispanya-slovenya maçına... kataneç'in talebeleri beklenmedik derecede kötü bir kurguyla savunma oynamaya çalıştılar. iyi bir mendieta'nın olmadığı ispanya ise aslına bakarsanız, geçtiğimiz kupalardan çok da farklı değildi. valeron ve baraja ne kadar iyi oyuncular olsa da, raul ve tristan'ı besleyecek, luis enrique ve de pedro'yu hareketlendirecek çabukluk ve yaratıcılıkta değiller. ancak slovenya savunmasını o kadar geride kurdu ki, ileriyle geri hat arasında o kadar büyük boşluklar kaldı ki, ispanyollar beklemedikleri bu zaafı çok iyi değerlendirdi. ancak şunu da söylemeli- paraguay'a karşı bu kadar rahat olamayacaklar. hele sonrasında...
aslında derin teknik analizlere girmek için çok ama çok erken. onun yerine futbolla ilgili temel unsurlara girelim... şu ana kadar dört pas sonrasında atılmış bir gol gördünüz mü? ya da yıldızlaşan bir kaleci var mı? muhtemelen herkes için ikisinin de cevabı hayır. belki son beş dünya kupası'nın toplamında atılmadığı kadar uzaktan şut ve gol var ama... hele şu bierhoffun suudiler'e attığı golü gözünüzün önüne getirin. fevemova ile pas değil, şut ön plana çıkıyor. ve tabii takım değil, bireyler... staddaki seyirciler en çok kaleye 20 metre uzaklıkta birinin önüne düşen boş toplarda heyecanlanıyor. ya da duran toplarda... çok sentetik bir durum söz konusu.
tıpkı seyirciler gibi... dün gwangju stadı'nda neredeyse herkesin üstünde ispanya ve slovenya formaları vardı ve aynı tezahüratlar sürekli tekrarlanıyordu. halbuki tribünlerdeki avrupalıların oranı yüzde beşi geçmiyordu, öğrendiğimize göre, resmi yollarla maça gelmiş ispanyol seyirci yok. çok sentetik, çok...
son olarak, stad skorbordunda raul'ün golü beş kez tekrarlanıyor. ama cimirotiç'in düşürülmesinin tekrarı başlarken kesiliveriyor görüntü. demek ki yalnızca sentetik değil, aynı zamanda steril de olacak geleceğin futbolu...