halit kıvanç'ın 1983 basımlı "gool diye diye" kitabından;
spor takvimimizde kara, kapkara bir gün bu.. tekrar yaşamayı asla arzulamayacağımız bir tarih...
aslında pek o kadar kötü bir dönemde de değildik. ispanya'ya hakem komedisiyle 2-0 yenilmiştik bilbao'da.. bratislava'da zayıf ve eksik kadromuzla çekoslovakya'ya 3-0'dan fazlasını vermemiştik. daha sonra da 0-0 kalmıştık aynı rakiple.. irlanda'yı yenmeyi başarmıştık. ve şimdi chorzow'un silezya stadı'nda 60 bin polonyalının önüne çıkarken, "işimiz zor, ama elimizden gelen çabayı gösteririz" diyorduk. elimizden gelen çabayı bilmem, ama ben dilimden gelen başarıyı gösteremedim. orası muhakkaktı. doğru dürüst yayın bile yapamamıştık. ankara'da güneş tecelli arkadaşım vardı. telefonun öbür ucunda.. maç öncesi konuşmamız tamamlanmış, iş yayının başlamasına kalmıştı.
spiker kabinine yerleşirken, milli takımımızın zorlu bir sınava çıktığını düşünüyordum. bizi ve polonya'yı iyi tanıyan bir futbol otoritesi, romen spor yazarı chirila, "polonyalılar favori. hatta büyük favori. türklerin, polonya'nın bu hızını durdurmakta güçlük çekeceği kanısındayım. hele formda lubanski'yl tutmak imkansız gibi demişti. falcı mıydı neydi adam? kahve fincanına bakmış, telvedeki kara kabartıyı görmüş de, "yüreğiniz pek sıkılacak" demişti. sahiden maçla birlikte yüreğimiz de sıkılmaya başlamıştı. daha 4'üncü dakikada solaçıktaki adamları, faber gollerin kapısını açmıştı. neye uğradığını şaşırmıştı bizimkiler.. sahi o telaştan bizim takımı söylemeyi bile unuttum: ali (göztepe)-şükrü (fb), talat (gs) ercan (fb), fehmi (bjk) - ayhan (gs), sanlı (bjk), ergün (gs) - ogün (fb), fevzi (göztepe), faruk (bjk).
aslında o gün, radyo başında olsaydınız da, şu sıralarda bu takımı öğrenemeyecektiniz. çünkü yayına girememiştik henüz.. işin talihsiz bir yanı da, spiker kabinindeki telefonun sadece naklen yayın hattına bağlı oluşuydu. ankara ile yayını sağlayacak konuşmayı yapabilmek için, oradan çıkıyor, merdivenler iniyor, stadın içine giriyor, epey yürüdükten sonra bir odadaki telefondan yararlanabiliyordum. orada "tamam başlıyoruz" diyorlardı. fakat spiker kulübesine geldiğimde, hat bağlanmış olmuyordu. ben tribünde bu yolda ter dökerken, sahada da futbolcularımız polonyalıları durdurmak için benden fazla terliyordu. bir de
lubanski fırtınası başlamıştı şimdi.. kelcimiz ali, sanki üstüne elli kişiymişler gibi gelen polonya akıncılarını durdurmak için insanüstü çaba harcıyordu. fakat birinin attığını kurtarsa, ötekinin attığı ağlarımızı buluyordu. golcü lubanski idi ve ilk 10 dakikada 2-0 yenik duruma düşmüştük. böyle giderse nereye kadar giderdi bu?..
arada naklen yayına başlamıştık çok şükür. hem yayına başlama güçlüğünden, hem de sahadaki işlerin iç açıcı gitmeyişinden, keyifsiz konuşuyordum. ümitsiz de. sanki dinleyiciyi alıştırıyordum, öyle ya, on dakikada iki tane yersek, geride daha seksen dakika vardı. fakat ne dersiniz, 2-0'dan sonra birden durmuştu polonyalılar.. daha uzağa atlamak için geriliyor, mesafe mi alıyorlardı? neyse ne, bunu fırsat bildi ve bizimkiler atağa kalktı.. (hani küçük gazinomsu eğlence yerleri şöhretsiz sanatçıların ilanını verirken "memleketimizin yegane biricik tek bülbül sesli kraliçesi" filan diye överler ya... hah işte aynen öyle...) bizim takım da 90 dakikadaki "yegane biricik tek" akınını yapıyordu. sanlı götürmüştü topu... uzattı... güzel pastı... fakat yetişen ayhan'ın şutunda top alman hakeme çarptı ve dışarı çıktı. böylece "yegâne, biricik, tek" gol şansımız da yok oldu gitti.
ilk yarıyı 2-0 bitirdiğimizde, hepimiz memnunduk. polonyalıların o ilk hızını kestiğimiz için.. bu arada kalecimiz ali artuner, iki muhakkak golü önlemiş ve bütün seyirci ali'yi alkışlamıştı.
bizim yayın ise ağır aksak gidiyordu. sık sık hatlar kesiliyordu. sonra güneş tecelli'nin sesini duyuyordum: "tamam, ağabey". hani tanrı da istemiyordu galiba bu maçı nakletmemizi.. belki acı haberi böyle canlı canlı duyurmayalım da milleti daha fazla üzmeyelim diye...
aradan bunca yıl geçti. gerçekleri daha serinkanlı görmek mümkün. fakat unutamadığım ve o günkü bozgunu yaratan nedenlerden biri, alman hakemin ikinci yarının hemen başında ofsayttan saydığı iki goldü. hele biri hakem kitabına "ofsayt işte budur" diye konacak bir resim gibiydi. oyun başlamış, lubanski topu ofsayttan alarak götürmüş, atmıştı. durum 3-0'dı. hemen ardından ofsaytın babası olan dördüncü gol geldi. polonyalı faber'in ayakkabısı çözülmüştü bir akın sırasında... kalemiz yakınında eğilmiş, ayakkabısını bağlıyordu. o anda ileriye bir top attılar. kimse yoktu, ayakkabı bağlayan ve belki 7-8 metre ofsaytta duran faber'den başka.. faber topun geldiğini görünce, ayakkabısını bağlamayı bıraktı, aldı topu.. sürdü ve attı içeri.. hakeme göre "gol"dü bu.. ve durum 4-0 olmuştu. işte takımımızı çözen de bu dördüncü gol oldu. haydi lubanski'nin gölündeki ofsayt için "tartışılır" diyebilirdik. fakat faber'inki asla tartışılamazdı. olay, "çalan hırsızın hiç mi kabahati yoktu?" diyen nasreddin hoca'nın fıkrasına benziyordu.
4-0'dan sonrasını "hatırlamıyorum" diye geçebilirim rahatça.. çünkü o arada yayın yine kesilmişti.. yanılmıyorsam, 6-0'da.. tekrar hatlar açıldığında, 7-0'la devam ediyordu anlatmama.. bu arada sanlı sakatlanıp çıkıyor yerine eskişehirsporlu ismail giriyordu. faruk da galatasaraylı mustafa ile yer değiştiriyordu. sanlı maçtan sonra ayağının acısına karşın acı acı gülerek anlatıyordu: "sakatlandım. yürüyordum. tabela 4-0'dı.. saha kenarına geldim. 5-0 oldu.. içeri gittim, duş yaptım geldim. 7-0 olmuştu."
hatlar bir kesile, bir gele naklen yayınımız sürerken, "hakemin son düdüğü.. maç bitiyor. 8-0 yenildik, sevgili dinleyiciler. 8-0.." dedim. telefonda güneş tecelli'nin sesi duyuldu.: "sahi bitti mi, sayın ağabeyim.. 8-0'da bıraktılar mı?"
şu futbol maçını kim 90 dakika yapmışsa, allah razı olsun.. yoksa o gidişle 8-0'lık bozgunumuz 18-0'a da çıkardı. çünkü son dakıka'arda kaleci ali'den başka pek kimse kalmamış gibiydi bizim kale önünde.. ve ali de ayakta kalan tek adamımızdı o hengâmede...
evet, son dakikalarda kalemizde ali karşısında üç, dört, beş polonyalı vardı atıyorlar, ali karşılıyordu. vuruyorlar, ali önlüyordu. ali uçuyor, ali yatıyor, ali kalkıyordu.. ama arada tutamadığı, uçarnadığı, kurtaramadığı da oluyordu. ya takımımızın öteki oyuncuları? çoğu karşı alandaydı. polonya cezaalanı yakınlarında.. maçtan sonra da kendilerini şöyle savunuyorlardı:
-ben mi? mahsus ileri gitmiştim. adamları ofsayta düşürelim, diye.
-ben şeref sayısı atalım. hiç olmazsa bir gol atalım diye ileri çıktım.
-savunmayı boşalttım ki ben.. çabuk top çıkaralım diye...
-ben gol atmaya gitmiştim.
-ben hücum için...
derken biri patlamıştı yine futbolculardan:
-bırakın sallamayı... giren gollerde ortak olmayalım, suçu paylaşmayalım, gol girerken fotoğraflarda görünmeyeyim diye kaçtık hepimiz bizim kale önünden.. yalan mı?..
ertesi sabah polonya basını büyük zaferi büyük puntolarla veriyordu. ancak hepsi de faber'in attığı goldeki açık ofsaytı belirtiyor, hakemi suçluyordu. bizim takım için fazla ağır bir şeyler yazmamışlardı. yazamazlardı da.. daha doğrusu hakkımızda hiçbir şey yazamazlardı. sahada yoktuk ki..
kolumda sakatlandığı için seke seke yürüyen sanlı sarıalioğlu olduğu halde, tren istasyonuna doğru yürüyorduk. hiç kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. trende aynı kompartımana yerleştiğimiz federasyon başkanı orhan şeref apak, bu sessizliği bozdu: "bakın" dedi. "bu işte 1 numaralı sorumlu benim.. eğer suçsa bu, 1 numaralı suçlu benim.. tarihimizin en ağır yenilgisini aldık. en ağır üzüntüyü çeken, 1 numaralı üzülen de benim. büyük zaferlerin tadını tattığım gibi. şimdi büyük acının ızdırabını da çekeceğim. ancak araba kırıldığı için yol gösteren çok olacaktır. ben o yol göstericiler içinde ard düşüncelilerin de bulunmasına ayrıca üzülürüm. gerçek şu ki, iki yıl önce kurduğumuz moskova galibi milli takımımızı artık bir revizyona tâbi tutmamız gerekiyor."
bu 8-0, türk futbolunun uğradığı en büyük bozgundu. razıyım ben.. bu en farklı yenilginin spikerliği bende kalmış olsun. bir başka spiker arkadaşıma hiçbir gün böyle bir maç anlatma acısı yüklenmesin. bir daha tekrarlanmasın bu 8-0'lık acı...
fatih uraz'ın "adamın abdalı kaleci olur" kitabından;
kahramanlar ve hainler
(...)
bizde ingilizlerden yenilen bol gollü maçların muhabbeti çok yapılır. öyle ki, bu hezimetlerden istihzayla bahsetmek hastalıklı bir tezahürün de resmidir kanımca. türkiye'nin yetiştirdiği en iyi kalecilerden ali artuner bile uzun yıllar önce lehlerden 8 gol yemişse diğer kalecilerin günahı nedir bunda? her ne kadar yine bir trajediye işaret etmiş olsam dahi belirtmeden geçemeyeceğim, berabere biten ingiltere maçlarında neden hoca ve tüm futbolcular övgüye mazhar olurken 8-0'ın ceremesini kaleciler çekiyor?