dünyayı saran en büyük ateş futbol ateşi olsa gerek. birçok sebeple birçok yerde aşkını kanıtlayan insanlar belki biraz da endüstriyelleşmenin etkisi ile buna yönlendiriliyor. güçlü olmak ve hırs üzerine örülen bu büyük örgü zamanla her bedene oluyor. her ülkede sanal ya da gerçek sorunlardan kaynaklı rekabetler yaratılıyor, düşman kirlilikler biçimlendiriliyor ve belki de ekonomik sistemlerin yapamadığı futbol ile yapılıyor. ırak savaşı konuşulmadığı kadar yerel rekabetler konuşuluyor. bu döngü devam ettikçe içinde kalan obje, "taraftar" kimliğinden kendi pozisyonunu açıklamaya çalışıyor. kimi kupalara, kimi sonsuz efsanelere, kimi rakibi parçalamaya, tribünde boğmaya, sokakta kovalamaya, deplasmanı ona dar etmeye çalışıyor. tapınmalardan kurtulabilen küçük azınlık hariç herkes "asıl oğlan" olma peşinde koşuyor. esasen spor felsefesi de buna çok uygun düşüyor. rekabet oldukça bireysel üstünlük dürtüsünün uyanlması çok kolay oluyor. her yerde her takım, her taraftar kendini avutacak, dünyaya kendim daha "büyük" gösterecek nedenler buluyor.
dünyada bazı takımlar sayabiliriz ki aslında yaratılan bu suni rekabeti çoktan aşmış durumdalar. diğer takımlar onların ulaştığı noktaya ulaşmayı hayal bile edemiyorlar. oysa bu benim umurumda bile değil. yüz yaşına merdiven dayamış, birçok branşta faaliyet gösteren, binlerce sporcu yetiştirmiş bir kulüp olarak tarihe geçecek kadar önemli ama aynı zamanda okullarda ders olarak okutulacak kadar başarısız olan bir takımı tutuyorum. benim tuttuğum takımın bırakın dünyayı, türkiye'de bile en "büyük" olma ihtimali yok. 100 yıldır olmamış olanı, ömrümün kalan 25-30 senesinde isteyecek kadar da hayalperest değilim. zaten hiç böyle bir isteğim de yok.
çocukluğumda karşıyakalıydım. buna belki birinci dönem karşıyakalılıgı diyebiliriz. onun ne kadar muhteşem bir takım olduğunu düşünürdüm. siyah-beyaz tv dönemlerinde zaten yılda 3 maç yayınladığından, futbolun aslında ne kadar da farklı bir şey olduğunu anlayacak bir durumda değildim. o yaşta futbol sadece futboldur diye düşünüyordum. futbol güzeldi, semtimin takımını tutmak daha da güzeldi. zaten başka dünyalar, medya ile evimizi işgal etmemişti. sevgilere ipotek konmamış, insanların kendi şehirlerinin takımları, köklü kültürlere sahipse, şehrin ona sahip çıkmasını engelleyecek bir şey icat edilmemişti. eskişehir ve trabzon bunu doyasıya yaşıyordu. karşıyaka da yaşamaya başlıyordu. bu döneme belki de gönülden sevilen dönem denilebilir. hesapsız ve müdahalesiz dönemler. işgal edilmemiş evler, aileler, yürekler dönemi belki de.
* * *
aslında o yıllarda futbol takımız ikinci lig'de olmasına rağmen oldukça iyi kurulurdu. türkiye kupasında birçok takımı eler, üst turlara çıkardık. sanırım 1985 yılıydı, lisede öğrenciydim. ağabeyim istanbul'da öğretmenlik yapıyor. çeyrek finalde galatasaray ile eşleşmişiz ve ben kendimizi favori olarak görüyorum. dünya çok farklı dönüyor o yıllarda benim için. 15 yaşının verdiği gözlerle bakıyorum dünyaya. gece maçı falan yok o zaman. ağabeyim maça gidecek ve ben de maçı okulda el radyomdan dinleyeceğim. radyoyu açtım, açar açmaz adnan 25 metreden vurdu ve gol oldu. tam da yazılı başlamış, kulağımda radyo fırladım "goool" diye ayağa. hoca gülümsedi. sonradan yediğimiz gollerle 2-1 yenildik ve ikinci maça kaldı herşey. o gün akşam telefonda ağabeyim anlatıyor, ben sanki maçı canlı yaşıyorum, ikinci maç günü yine yazılım var ve yine maç saatine denk geliyor. eğitim sistemi bugünküne göre çok daha sıkı, sınava girmezsem sınıfta kalacağım. maç ve yazılı arasında bir tercih yapmam lazımdı ve ben atatürk stadı'nın yolunu tuttum. bu sefer ağabeyim ders verdiği okulda radyo başında, ben maçtayım. açık tribünde elimde kitaplar, yağmur altında maçı izliyorum. 84. dakikada zeki çok güzel bir gol attı. elimdeki bütün kitapları sahaya fırlatmışım. dahası yerimde duramayıp açık tribünden sahaya düşmüşüm. inanılmaz bir şeydi. bir baktım reklam panolarının arasındayım. o zaman kafamda kurduğum dünyaya uygun bir sonuçtu bu. herkesin sürprizi , benim favorim kazanmıştı. yan finale çıkmıştık ve o yılın en büyük favorisi trabzonspor ile oynuyorduk. dünyalar insanların bakışları kadarmış, sonradan öğrendim. bakışlar, öğrendiklerin ve gördüklerin kadarmış, sonradan öğrendim. gerçekler bazen bunlarla kesişmezmiş, bunu hayretler içinde öğrendim.
o yıl türkiye kupası yarı finalinde trabzonspor'a 1-0 ve 0-0 ile elendik fakat tüm türkiye'nin dikkatlerini üstümüze çekmiştik, bu, belki de ayak sesleri giderek daha kuvvetli duyulan ksk'nin ülke gündemine girmeye başlamasıydı. belki de gördüğümüz rüyaların yaklaştığının muştusuydu. gördüğümüz ve göreceğimiz tüm rüyaları o yıllarda tüketeceğimizi henüz bilmiyorduk.
o dönemler sol şarkılar dillerden düşmüyordu. zülfü livaneli ve ahmet kaya besteleri, her zaman aykırı olmakta öncü olan karşıyaka tribünlerinde boy gösteriyordu. yine bir maç öncesi sevgili kardeşim fatih şenolanlar'ın öncülüğünde ilk kez "şampiyon olmasan da, kupayı almasan da" diye başlayan ve bugün dillerden düşmeyen tezahüratı yapmıştık. yıllardır beklenen şampiyonluk gelmiyordu ve bu tezahürat günün anlam ve önemine çok uygun düşüyordu. bir de melodisi o gün dillerden düşmeyen bir şarkıdan esinlenmiş olunca, taraftarlar arasında çok kısa zamanda yayıldı ve benimsendi. o yıllarda maçlara beraber gittiğimiz küçük ama sürekli bir grubumuz vardı. ağabeyim mithat bilgiç, fatih, sadık, ayhan ve aydoğan kardeşler, cengiz, fevzi, erdoğan, cahit ve doğan. "şampiyon olmasan da"yı ilk kez bu grupla söylemiştik. o dönem 20'li yaşlara yaklaşıyorduk. şimdi de aynı grup aynı yerde, açığın girişinde oturuyoruz ve artık 40'lı yaşlara geliyoruz.
karşıyakalılık tartışmasız yorucu bir aşk işidir. çok emek ister. o müthiş 1987 yılında kış aylarında gittiğimiz bir inegöl deplasmanı var mesela. lideriz ancak rahat değiliz ve inegölden puanla dönmemiz gerekiyor. yine evden kaçmış gitmişim ve ayağımda kösele ayakkabılar. inegöl'de her yer bembeyaz. böyle kar görmemişiz, yolda yürüyemiyoruz. o dönem şimdiki kadar güvenlik tedbiri alınmadığından hemen stat önüne gittik. yaklaşık olarak 15-16 otobüs varız. bir baktık iki "hakem maça iptal edecek saha karla kaplı" diye bir söylenti dolaşıyor. inanılmaz bir panik bürüdü bizleri o anda. geri dönmek gerekecekti ve ertesi gün pazartesi olduğundan takım da inegöl'de yalnız kalacaktı. buna izin vermemek için hemen içen girdik ve sahaya indik. herkesin şaşkın bakışları arasında reklam panolarını ters çevirip başladık sahayı temizlemeye. bizi gören görevliler de geldi ve yaklaşık 1,5 saatte o saha tertemiz oldu bir ara ayaklarımda bir acı hissettim. bir baktım ayakkabılar karın içinde küçülmüş ve ayağımı müthiş şekilde sıkıyorlar. o gün ayaklarımı hissetmeden izledim o maçı. tribün yok, tellerin önüne dizilmişiz. altobelli rıza çaktı voleyi top üst direkte patladı ve maç berabere bitti. aldık takımı geldik. onları bırakıp dönemezdik ya.
aynı yıl söke deplasmanı var. yolda bir şeyler yemek için durduk. yaşlı bir amca geldi yanımıza ve dedi ki "oğlum seferberlik mi var, deprem mi oldu, savaş mı çıktı?" güldük ve neden böyle düşündüğünün sorduk. "evladım saatlerdir onlarca otobüs geçti, hep izmir plaka, nereye gider bu kadar adam." neşelendik yol boyu bu konuşmayla gururlandık. düşününce o an basit bir şey gibi geldi ama şimdi yeniden düşünüyorum da gerçekten nereye gitti bu kadar adam? hâlâ dönmediler mi? neredeler?
her şeyden öte artık her maç şampiyonluğa yaklaşan bir adım demek olduğundan sanki hep birlikte şampiyonluğu almaya gider gibi gittik söke'ye. rıza işi bitirdi ve geldik. yolda dönerken düşüncelere daldım büyümekte olan umudumuzu düşündüm. her şeyi başarabileceğimize inanıyorduk. biraz '68 kuşağı psikolojisi gibi bir şey. türk futbolunda devrim yapmaya geliyorduk çıkacaktık ve tüm haksızlıkları yenecektik. çok kalabalıktık. güçlüydük. gerçekten de birinci lig'de hiçbir takımın bu denli ateşli, bu denli coşkulu taraftan yoktu. her deplasmana binlerce kişi gidebiliyorduk. takımımız da kendine güveniyordu, her zaman yıldız futbolcular alıyorduk. ikinci bir trabzonspor olacağımıza inancımız tamdı. türkiye spora, futbola henüz farklı bir mantalite ile bakmıyordu. futbolun henüz yaşamları ve düşünceleri uyuşturan bir aktivite olmaması kendi içinde çelişik bir durum da oluşturuyordu. belki daha temiz bir futbol vardı ancak sürekli gelişme ve mücadele etme gelenekleri henüz tam anlamıyla oturmamıştı. eğer o şartlar bugün olsaydı, o takım bugün kurulabilseydi, yapmak istediklerimizi yapabilme ihtimalimiz olurdu. karşıyaka'nın temel şanssızlığı efsane kadrosunu çok kötü bir dönemde kurmasıdır. tüm karşıyaka, sokak sokak, ev ev yeşil kırmızıya boyanmıştı neredeyse bayrak asmayan ev yadırganıyordu. alsancak, bornova, bayraklı, kemeraltı, çankaya yine karşıyaka bayrakları ile donatılmıştı. herkes karşıyaka'nın çok güçlü geldiğini düşünüyordu. kupa kuraları çekilirken kimse bizimle eşleşmek istemiyordu. o döneme gelinceye kadar izmir futbolda yıllardır altay tarafından temsil edilegelmişti ve tam da bu yüzden diğer şehirlerdeki insanlar izmir'de maça kimse gitmez zannediyordu. istanbul takımlarının taraftarları izmir'deki maçlarda tribünleri tamamen kaplardı. televizyon sürekli bunu gösterir, biz de ikinci ligden hırslanırdık. şampiyonluğu kaybettiğimiz ezeli rakibimiz göztepe de izmir'in makus talihini değiştirememiş ve hemen ikinci lig'e dönmüştü. izmir yeni bir açılmaa her yerden fazla açtı.
'80lerin ortasında darbe ortamından sıyrılmak isteyen türkiye'ye yeni siyasi ve kültürel açılımlar gerekiyordu. türkiye hızla değişiyordu ve biz de bir anlamda bu hıza ayak uydurmaya çalışarak, yıllardır beklediğimiz şampiyonluğu almayı istiyorduk. aslında tam da bu döneme uygun bir yıldı 1987. averajla ya da çok az puan farkı ile elimizden kaçırdığımız 6 şampiyonluk hüsranımız vardı. 7. yıl artık bu kabus bitmeli ve her şey değişmeliydi. türkiye değişirken, türkiye futbolunu kökünden değiştirmek, istanbul saltanatını yıkmak isteyen büyük bir enerji ile gelen bir takım vardı. nitekim o yıl futbolda şampiyonluk ile birlikte basketbolda çifte şampiyonluk da geldi. 1987 bizler için yaşamın en güzel aktığı yıldı belki de. tam da bu yıla denk gelen çok özel bir karşıyaka spor kulübü yönetimi mevcuttu. ibrahim koç başkan olmuş, camiayı harekete geçirebilen, profesyonel bir yönetim anlayışı ile kulübün çehresini birden bire değiştirivermişti.
pek çok çileli deplasman ve iç saha maçını geride bıraktıktan sonra artık günleri, haftaları sayıyorduk. sezon sonu gelmişti. kaf kaf sürekli kazanıyor, her yerde çiçekler açıyordu. ankara deplasmanında petrolofisi maçım 2-0 kazanınca şampiyon olmamız kesinleşmişti ve giden taraftarımız ısrarla tur atmak istiyordu. oysa tur bir hafta sonra adanaspor maçında alsancak'ta atılacaktı. ankara'da cebeci inönü stadı'ndaki maçta taraftar bu şirin statla ilgili bir de şarkı yapmıştı "bitti yedi yıllık çile / kaf kaf artık şampiyonsun / turu atacağımız yer / cebeci stadı olsun." o gün bugündür o stadı hep sevmişimdir. ne zaman bir maçımız olsa koşar giderim. bakımsız olsa da, her yerinde anlaşılmaz merdivenler olsa da, çok dik olsa da, o stat biraz da o büyülü yılları hatırlatır bana ve daha birçok karşıyakalıya, oysa takım o gün turu atmayacak ve bize "tur haftaya" diyecekti, yine de 'tur' dendiğinde o bitmeyen, tükenmeyen istek geliyordu aklıma. yüreğimden kopan, umut edilen, özlenen ideal ile böylesine yüzleştiğim olmamıştı. umutlarımız gerçek oluyordu. o stat bu yüzden o gün orada olan herkes için kutsal olarak kaldı. adanaspor maçı o yıllarda alsancak stadı'nın en çok dolduğu maçlarından biri oldu, 15,277 biletli taraftarın içeri girdiği düşünülürse, o stadın başka herhangi bir maçta bu kadar biletli taraftarla dolduğunu sanmıyorum. kapalı tribün şimdiki gibi değildi. şeref tribünü bu denli büyük olmadığından daha fazla seyirci alıyordu. sabahın erken saatlerinde otobüsler, vapurlar, trenler, o dönem çalışan dolmuşlar karşıyaka'dan akın akın insan taşıyordu. bir rüya gerçek olmuştu ve işte yıllardır kovaladığımız şampiyonluğu doyasıya yaşamak için hepimiz koşup gelmiştik alsancak'a. stat baştan aşağıya doluydu, iğne atsan yere düşmez denen cinsten. her yer bayraklarla donatılmıştı. o dönem meşale yoktu. kâğıt konfetilerle yapılırdı tribün şovları.
ksk sahaya çıktığından her yerden binlerce konfeti havalandı, zemin bir anda bembeyaz oldu. başta kaptan büyük muharrem vardı. o an kaptanın başının ne kadar dik durduğunu düşündüm. gururla tribünleri selamladılar. bu bizim 7 yıldır beklediğimiz, özlediğimiz bir sahneydi.
fakat takım bu müthiş atmosferin de etkisiyle maça bir türlü ısınamıyordu ve derken adanaspor bir gol buldu. maçta gerginlikler de yaşandı ama sonrasında attığımız bir gol sayesinde mağlubiyet ile tur atmamış olduk. maç bitişiyle birlikte yer gök inliyordu. sarılan, ağlayan, yüzünü kapatan binlerce insanın ortasmdaydık. futbolcular tura başladığında tüylerimiz diken diken onları izliyorduk. bu sahne hayal değil gerçekti.
* * *
müthiş bir yıl geçirmiş karşıyaka'da futbol takımı yıllar sonra şampiyon olarak birinci lig'e çıkmış, basketbol takımı ise istanbul kulüplerini dize getirerek ilk kez şampiyon olmuş, bu da yetmemiş cumhurbaşkanlığı kupası'nı da almıştı. yükseliş trendi güçlüydü ve taraflı tarafsız herkeste beklentileri arttırıyordu. birinci lige çıkılan ilk maçta istanbul'da fenerbahçe ile oynanacağı belli olmuştu. beklenen gün gelmiş ve hesap görebileceğimiz bir maça hazırlanıyorduk. sezon açılışı maçıydı ve böylesine bir deplasman bizim kuşak için bir ilkti. sayısını hatırlayamayacağım kadar çok otobüsle yola çıktık. uğurlayanlar karşıyaka sahilinden bizi alkış ve tezahüratla yolcu etmişti. onlarca otobüs, beklentilerine, hayallerine yolculuk eden insanlarla doluydu. istanbul'a ilk deplasmanımdı. beklenen olmadı. maçı son dakika golü ile kaybetmiş ama iyi top oynamıştık. 2-1 mağlup ama gururlu olarak döndük. ardından sezonun ikinci haftası izmir'de hâlâ birçok kişinin hafızalarında olan karşıyaka-beşiktaş maçı bizi bekliyordu. o günkü gazeteleri saklayanların defalarca baktığı gibi o yıla kadar ilk kez izmir'de ev sahibi takım, bir istanbul takımına göre daha fazla taraftar topluyordu. karşıyaka'nın yarattığı heyecan bütün kenti sarmış ve stadın büyük bölümü dolmuştu. çoğunluğu karşıyakalıların oluşturduğu kalabalık yüksel'in iki şık golü ile sahadan mutlu ayrılırken yüksel can da bu maçtan sonra "altın kafa" lakabını alacaktı. ilk denememizde olmamıştı fakat ikinci büyük buluşmada bunu başarmıştık. işte karşıyaka ligi sallamaya geldiğini türkiye'ye haykırıyordu. beşiktaş galibiyetinin kutlamaları gece yanlarına kadar sürmüştü. bu galibiyet o sezon her maçımızı dolu statlarda oynamamızı sağlayacaktı.
* * *
takım ilk yıl itibarıyla oldukça iyi bir performans sergilemişti. herkes bilinci lig'deki ikinci yılda daha iyi olacağımızı düşünüyordu. takım takviyelerle güçlenip sezona girmeyi planlıyordu. yayınlar henüz şifreli kanallarda olmadığından deplasmandaki maçları televizyondan seyretmeye alışkın türkiye, karşıyaka seyircisiyle yavaş yavaş tanışmaya başlamıştı, en uzak deplasmanlara bile birçok otobüsle gidiliyordu ve bu kalabalık taraftar grubu gittikleri yerlerde oldukça büyük ilgi uyandırıyordu, ilgi giderek tepkiye ve kıskanmaya dönecek, kıta sûrede herkes istanbul takımlarını bırakıp k5k ile çekişmeye başlayacaktı. dişlerine göre bir takım nihayet gelmişti, tıpkı istanbul takımları gibi kalabalık taraftarıyla geliyordu ama arkalarında herhangi bir destek yoktu. yeni tezahüratlar ve sanki şampiyon olmuşçasına yaşadıkları dinmek bilmeyen bir coşkulan vardı. birçok kent ksk gelmeden heyecana bürünmeye başlıyordu. anadolu'da yeni heyecan dalgası yayılmaya başlamıştı. karşıyaka geliyordu...
çıktıktan sonra birkaç yıl işler iyi gitse de bozulmaya başlamıştı bir daha da o zamanki adıyla birinci lig denen cehennem hiç beklediğimiz gibi olmadı. orta sıralarda süründükçe bahaneler bulmaya hâkemleri, federasyonu suçlamaya, haklı olduğumuzu düşündüğümüz durumlardan sonuçlar yaratmaya çalıştık. oynanan bir oyun vardı ama bizim anladığımız tür bir oyun değildi bu. bizim bir figüran olduğumuzu anlamam zaman aldı.
ardından düştük. sonra bir umutla çıktık. yine düştük. derken artık olgun bir insan olmaya, dünyayı ve olayları sorgulamaya başlamıştım. her taraftar gibi ben de zamanla kendime, içinde bulunduğum grupla ilgili sorular soruyor, bu doğrultuda, inançlarımı revize ediyordum. bu dönem taraftarlığınım ikinci dönemi olarak "yerelliğe sarılma" dönemiydi. doğduğum toprakların takımını tutmak, eskiye oranla daha mantıklı, birçok kişi tarafından kolaylıkla kabul gören bir anlayıştı. bu durum kişiyi rahatlatır. artık en büyük olma tutkusu yerine, bir görev gibi görülen taraftarlık modeli vardır. başarısızlıklar açıklanabilir. daha rahat özeleştiri yapılabilir. ancak bence bu da yetersizdir. karşıyaka'yı yarım anlamaktır bu bence.
90'lı yıllar ile birlikte türkiye, türkiye ile birlikte ksk ve ona dair beklentilerimiz bir kez daha kılık değiştiriyordu. artık öyle süslü püslü hayaller yerine daha güncel başarılar beklemeye başlamıştık. bu tüm ülke için böyleydi. 80'lerin ikinci devresiyle birlikte futbol yeni bir sürece girmişti. artık trabzonspor'un bile şampiyon olamadığı, karadeniz fırtınasının bile sustuğu, susturulduğu bir dönemdeydik.
1994-1995 sezonunda son kez şampiyonluk sevinci yaşadık. tribünler yine çok coşkuluydu, taraftar yine çok ateşliydi. ertesi yıl sezon yine bir istanbul maçı (fenerbahçe) ile açılmış ancak bu kez tutunamamıştık. 4-0'lık yenilgi ve "asansör takım" yakıştırmaları moralimizi bozuyordu. ardından içerde birkaç galibiyetle kara bulutları biraz olsun dağıttık. sonrasında gelen inişli çıkışlı sonuçlarla ilk devre bitmişti. ikinci devrenin ilk maçı çok konuşulacaktı. fenerbahçe geliyordu ve başkanı ah şen o dönemlerde türkiye sporunun antipatik bir figürü olarak gittiği her yerde tepki alıyordu. maç öncesi çeşitli basın kuruluştan aracılığı ile ali şen kendisine "padişah" yakıştırması yapmış, karşıyaka başkanı iskender me-sudiyeli de buna cevap olarak " ne padişahlığı, biz cumhuriyet çocuğuyuz" demişti. tüm bu açıklamaların gerdiği ortama bir de ksk'nin düşme hattına yakın oluşu, fb'nin de şampiyonluk yarısında trabzonspor'un oldukça gerisinde kalmış olması eklenince tüm gözler izmir atatürk stadı'na çevrilmişti, o zamanlar 90 + uygulaması olmaz, hakemler 1-2 dakika oynatır ve maçları bitirirdi. maç boyunca iyi savunma yapmamıza rağmen atkinson'un çok bariz bir ofsayt golü ile 93. dakikada yıkıldık. bu gol daha sonra tvlerde yeni yeni moda olan yorum programlarında tartışıldı ve çok net olarak görüntülendi. o programlarda tartışılan şampiyonluk mücadelesiydi. oysa ki ksk'nin kaderi değişmiş, düşme potasına girmişti. gerçi hemen ardından futbolcular bunu bir gurur meselesi yapmış ve düşme hatundaki en büyük rakipleri vanspor'dan bir puan almış, eskişehirspor'u da deplasmanda 2-0 yenmişlerdi. sonrası ise bir dönemin bitişiydi. 12 maçta toplanan tek puan...
2005 sonrası yıllar karşıyaka'nın sportif başarısızlıktaki düşüşünü frenlediği yıllar oldu. özellikle futboldaki alt eğri düzleşirken biraz daha kendine güvenli bir futbol takımı kimliği camiaya yerleşti. bu durumu belki de küllerinden doğuşun bir habercisi olarak adlandırmak için henüz erkense de voleybol bayan takımının en iyi derecesini yine bu dönemde kazanması, basketbolda play-off'ların biraz daha direngen geçmesi tüm ekonomik krizlere inat yükseliş olmasa da düşüşün durduğu bir dönem olarak tanımlanabilir.
* * *
biz karşıyakalıyız ve sadece karşıyakalılık kültürünü anlamak bile bir ömür demektir. işte aşkın bu üçüncü halinde "öteki" olabilen ender taraftarlardan biri olabilmek ve böylece sevmek yatıyor. karşıyakalılık belki ismindeki "karşı" tanımlamasının da tetiklemesiyle "karşı duruşu olabilen" bir taraftar kültürüdür. bu anlamda tribünde oluşan bir aşk gerginliğidir. bunun altında yatan da "başarısızlığını bile sevebilme" halidir. sporun özüne endüstriyel bir rekabet girince bu bir ölçüde imkânsızlaşsa da ksk bunu başarabilmiş tek türk kulübüdür. yüzlerce kilometreyi gidebilmek, ertesi gün işine aynı güç ile dönebilmek, maçın sonucunu ertesi gün öğrenmek bile tuhaf bir durumdur aslında. şaka gibi, "şampiyonlar finali" şarkı sına inatla ikinci lig'de sürünürken söylemenin başka bir açıklaması olabilir mi? emsali görülmemiş zaferler alan dünya takımları, büyük puntolarla adları yazılan türk takımları varken bu denli bir reddetme ayrı bir karşı duruşu gerektirir. bugün açıklanması gereken bu denli başarısız bir takımın arkasından bu kadar büyük, bu kadar ateşli bir aşkın beslenmesidir. geçmişinde bol kopalı, şaşaalı dönemleri olsa bu durum belki bir ölçüde izah edilebilir. ancak dünya üzerinde neredeyse hiçbir başarısı olmayan bir takımın kendi kültürünü yaratması, bir de 35/2 gibi müthiş bir sembol türetmesi, aykırılığın yaratıcılığı olsa gerek. bugün 35/2 herkesin bildiği bir marka olduysa, onca başarısızlığa rağmen tüm ülkenin en merak edilen, en az sevilen ama en renkli görülen takımı ksk olduysa, bunu kültürü sayesinde yaratmıştır.
bir diğer bakımdan ülke kamuoyunun bu denli değişik ve iç dinamikleri olan, yüz yaşına gelmiş bir takıma olan duyarsızlığının da medya esaretinden başka bir açıklaması olmasa gerek. uyuşmuş ve başarıya endekslenmiş değer yargılarına sahip türk halkı "öteki" olmayı pek de sevmez, öteki olabilen, kendi duruşuyla "evet başarısızım ama karşında ayak diriyorum" diyebilen bir kültürün öcü gibi görülmesi bu yüzdendir. oysa bu anlayışın avrupalı örnekleri çoktan hak ettikleri yeri almışlardır. bir napoli aynı durumdayken kendisine ilahi bir el değmiş, maradona denen bir cambaz tarafından bir süreliğine de olsa "ötekilerin intikamı"nı alabilecek bir role büründürülmüştür. ülke şartları ve bugün gelinen endüstriyel futbol ortamında bu, artık "prens öpücüğü" masalına benzese de, karşıyakalının öteki olma isteği ve inadı sürdüğü sûrece ülkenin bu anlamdaki tek umudu olacaktır. kupalara ve efsanelere değil, sadece orada olmaya gelen taraftan olduğu sûrece ezeli rakipleri yok olsa da karşıyaka yüzlerce yıl "öteki" o labilecektir. diyalektik bir çelişki gibi, karşıtını içinde bulunduran sistem, rezilliğini fark edenleri "karşıyakalı" yapacaktır. sistemin varlığı ve kötülüğü ksk kültürünü besleyecektir.
2008-2009 sezonundaki birinci lig play-off maçlan ülke futbolunun ksk ye ne kadar ihtiyacı olduğunu bir kez daha göstermiştir. özellikle final maçında düzgün bir organizasyon yapılamasa bile 10 binin çok üzerinde bir taraftar ile ankara'ya akan karşıyaka taraftan, taraftarsız kulüplerle, belediye takımlarıyla doldurulan futbol sistemini tekrar sorgulatmıştır. iyi bir karşıyaka on binleri peşine takacağı gibi ülke futboluna da yeni bir heyecanı getirecek yegâne güçtür. tıpkı basketbol liglerindeki en düşük bütçeye rağmen tek gerçek deplasman özelliğini on yıllardır tek basma sürdürdüğü gibi.