ilk basımı 1993 yılında olan jupp derwall'ın "türkiye anıları" kitabından;
sondan bir önceki maçımızı antalya'da, kızgın güneşin altında oynadık. bu zor bir görev değildi, ama, beşiktaş'ın her hangi bir zaman, her hangi bir yerde berabere kalması ya da mağlup olması halinde, bu maçta yapılacak en küçük bir hata bizim için kötü sonuçlar doğurabilirdi.
antalya'da yaşanan gerilimin daha büyüğü olamazdı. sahaya girdiğimde "high noon" filmini hatırladım; bu filmde garry cooper, öğlenin 12.00'sinde, en üst noktaya ulaşmış güneşin altında rakibiyle düello yapmak zorunda kalıyordu. hani o öğle sıcağındaki meşhur sahne...
beşiktaş da istanbul'da, denizlispor karşısında oynayacaktı. bu, istanbul'da kimsenin başını ağrıtmayacak bir işti, hele beşiktaş'ın hiç.
neyse ki biz de antalya'da iki puan alarak eve dönmekte zorluk çekmedik. birkaç dakika geçmeden ilk golü atmıştık. daha sonra oyuna hâkim olarak, kısa bir süre önce küme düşmesi kesinleşmiş olan ve kızgın sıcakta kendini savunacak gücü gösteremeyen rakibimiz karşısında 3-1 galip geldik.
takımımız verdiği sözü unutmamıştı; hani, maçlara bir şampiyon gibi hakimiyet duygusu içinde çıkıp, ligi üst sıralarda bitireceği konusunda kendisine güvenil-meye değer bir takım olduğunu kanıtlama yolunda verdiği sözü...
antalya maçında aklımı en çok karıştıran da, yedek kulübesinde yanımda radyodan ve mini televizyonlardan beşiktaş-denizlispor maçını izleyen oyuncuların ve diğer takım görevlilerinin bitmek bilmez yorumlarıydı. denizlispor kendini şiddetle savunduğu ve bir adım bile gerilemediği bu dramatik maçta durum hâlâ 1-0 beşiktaş'ın lehineydi.
maçın spikeri beşiktaş'ın ceza sahasına yakın bir yerde, beşiktaş aleyhine bir serbest atış verildiğini bildirdiğinde, istanbul'daki maçın bitmesine birkaç dakika kalmıştı.
benim aklım hâlâ son maçtaydı ve gerek beşiktaş'ın gerekse galatasaray'ın kaderinin sezonun son maçında belirleneceğinin farkındaydım.
ve o anda olan oldu. sanki tek bir ağızdan çıkarıyormuş gibi tüm antalya stadı "gol, gol, goool !" sesleriyle inledi. bu, o an pek çok galatasaray taraftarını mutluluktan uçuran bir özgürlük çığlığı gibiydi.
sanki yer sarsılıyordu. havalandığımı hissettim; sevinç içinde tezahürat yapıyor, bana sarılıyor, kucaklıyor ve beni öpüyorlardı. ayaklarımın altında zemini hissedemez olmuştum; yedek oyuncularımızın omuzlarındaydım.
denizlispor sonunda başarmıştı. serbest atışta top gerçekten de beşiktaş kalecisi jurkoviç'in koruduğu ağlarla kucaklaşmıştı.
bizim maçın bitiş düdüğünün de bir dakika sonra çalması bir şanstı. sansasyon muhteşem oldu. işte, futbol böyleydi.
hayallerimizden bizi ayıran tek bir maç kalmıştı. buna inanamıyordum.
taraftarlar, oyuncular ve kulübümüzün görevlileri yeni türkiye futbol ligi şampiyonu'nu kutlamaya başlamışlardı bile. bense temkinli davranmaya çalışıyordum. kimse anlayamıyordu bu tavrımı.
şimdi her şey beklenmedik bir hediye gibi geri gelmiş de olsa, ben hâlâ, 20 dakikalık bir dikkatsizlik yüzünden her şeyi kaybetmiş olduğumuz rizespor olayının etkisi altındaydım.
türk dostlarımın gösterdiği gibi tepki göstermek, bir başka anlayış, yaşantı ve yaşam sevinci meselesiydi. oysa korkulu rakiplerimizden eskişehirspor karşısında yapacağımız bir maç daha vardı ve önce bu maçı kazanmalıydık.
thy uçağında istanbul'a giderken kaptanın bize ulaştırdığı haber beni huzursuz etti. kaptan, istanbul'da havaalanında bizi kutlamak, kucaklamak ve sevinçlerini paylaşmak için 20 bin kadar taraftarımızın beklediğini söylüyordu.
olup biteni aklım almıyordu. çünkü, bu dramatik sezonun son bölümü olarak en son maç da oynanmadığı sürece şampiyonluk hâlâ ortadaydı.
şöyle bir çevreme baktım. gayet anlaşılır bir şey olan bu erken sevinç gösterisi içinde, çok da fazla coşkuya kapılmayan bir tek ben vardım. bu tür taşkınlıkların oyuncuların kafasında yer edeceğini ve onları yaşamın gerçeklerinden uzaklaştıracağını düşünüyordum. bir sezonun ve bir şampiyonanın içinde en son maçın da bulunduğunu unutmamak gerekirdi.
havaalanında durum tahmin ettiğimden de kötüydü. polis bizi zarar görmeden otobüsümüze ulaştırmak ve florya'ya, kulüp binamıza doğru yola çıkarabilmek için elinden geleni yapıyordu. ancak, o akşam bize inanılmaz bir karşılama hazırlayan insanların mutluluğu karşısında onlar bile çaresiz kalmıştı.
tesislerimize kadar olan 3-4 km'lik yolu otobüsümüz ancak adım adım katedebildi.
bayraklar, mendiller, atkılar ve meşalelerden oluşan bir denizde batma tehlikesi içindeydik.
kulüp arazisi de binlerce kişiyle tıka basa doluydu. şarkılar söyleniyor, tezahürat yapılıyordu. galatasaray'a ait olan o günün sabahına kadar, gece boyunca, her yan taraftarların sloganlarıyla çınlıyordu.
o hafta günlerce bu atmosferin esiri olduk ve özellikle biz antrenörler için, oyuncular ve taraftarları son maçın birkaç gün içinde yapılacağına ve her şeyin ancak o zaman kesinleşeceğine ikna etmek zor oldu.
galatasaray'la geçirdiğim yıllar içindeki en kötü haftaydı.
şampiyonluğa bu kadar yaklaşmışken, mevcut durumun ve kendi gücümüzün en ufak bir şekilde abartılması ya da rakibimizin küçümsenmesi, sezon sonunda yine elimizin boş kalmasına neden olabilecekti.