ilk basımı 1993 yılında olan jupp derwall'ın "türkiye anıları" kitabından;
türkiye'de de, ülkenin diline hâkim olmanın getireceği avantajların bilincindeydim. mustafa, ahmet ve ben üç dilde konuşuyorduk ve hiçbir zaman bu dillerden birinin önceliğe sahip olduğu duygusunu yaşamıyorduk. ben mustafa ile ingilizce konuşuyordum. mustafa, ahmet'le türkçe konuşuyordu. ahmet de benimle almanca.
futbol o kadar güzel ve buna karşın pek de karmaşık olmayan bir oyundu ki, belki bu yüzden mükemmel anlaşıyorduk. açık söylemem gerekirse karar vermek benim için zor oldu. orta karar ingilizcemle işi yürütmeye devam mı etmeliydim, yoksa derdimi anlatabilmek için kendi kendime öğrenmenin ötesinde, türk-çeyi bir öğretmenle birlikte gerektiği gibi mi öğrenmeliydim?
her şey farklı gelişti. ilk haftalar ve aylar kulüple ve takımla ilgili o kadar çok sorun getirdi ki, bunların yanı sıra bir de yeni bir dil öğrenmek için konsantre olmam mümkün değildi. bunun için yeterli zamanım da yoktu.
sonraları ilk başarılar ortaya çıkıp ileriye doğru atılan ilk adımlar kendini göstermeye başlayınca kendimi isimlerin, fiillerin, sıfatların, telaffuz biçimlerinin, negatif cümlelerin değirmenine bırakma ve doğal akışa uyma denemesinde bulundum. dilimi, yeni bir lisan öğretmek adına çözmek için büyük çaba gösteren harika bir öğretmenim vardı. hatta beni yetenekli bulduğunu bile söylüyordu. sonraki yıllarda beni duysaydı bütün iddialarından vazgeçmek zorunda kalabilirdi.
öğretmenim hak ettiğimden çok daha büyük çaba gösteriyordu. benim öğrenmeye ayıracak, hatta ders saatlerine uyacak kadar bile zamanım yoktu. ağlanacak durumdaydım. çin'de çince öğrenmek daha zor olamazdı herhalde.
florya tesislerine geldiğimde o gün iki asistanım mustafa ve ahmet'e türkçe olarak şu açıklamada bulundum: "türkçe öğreniyorum." cevap, bir kahkaha patlamasıydı.
"çok saygısızsınız," diye yine türkçe karşılık verdim.
"why do you learn turkish, herr derwall? (neden türkçe öğreniyorsunuz? )" diye sordu mustafa.
"sind sie nicht zufrieden mit uns? (bizden memnun değil misiniz?)" diye ekledi ahmet.
"tam tersi," dedim türkçe. "çok memnunum."
"okey," dedi mustafa. "we don't want to bother you. (pekala, sizi rahatsız etmek istemeyiz)"
"gidin başımdan," dedim onlara bir kez daha türkçe. ".antrenmana yine geç kalacaksınız. oyuncular bekliyorlar."
türkçe muhabbetim yarıda kesilmişti. yine de öğrenmekten duyduğum mutluluğu vurgulamak için "size göstereceğim!" diye bağırdım arkalarından.
ne düşündüklerini yüzlerinden okumak mümkündü: "önümüzdeki haftalar, aylar ve hatta yıllar boyunca bize muhtaç olmaya devam edecek."
türkçe öğrenmek zorunda kalan biri, ya bir yabancı dil dehası, ya, bir robot, ya da istanbul'da doğmuş olmalıydı. bu lisanın zorluk derecesini anlatmak için daha açık bir tasvir gelmiyor aklıma.
hangi dili kullanırsak kullanalım o günlerde müthiş eğlenmiştik. ama takım her zaman maç öncesinde de, antrenmanlarda da açık seçik verilen direktiflerle sahaya gönderiliyordu.
normalde aramızda beş dil konuşmak bile anlaşmayı sağlamak için yeterli olmayabilirdi. sorun çıkmamasını öncelikle futbolculara borçluyduk. herkes, sadece anlaşma sağlamak için değil, insanî ilişki kurmak için de çaba gösteriyordu.