trabzonspor izmir'de göztepe'yle berabere kalırsa, şampiyonluk ilk defa anadolu'ya gelecek. kabarmış heyecanımız nereye koysak durmuyor, mahallede arkadaşlara, başkandan araba isteyelim, dedim. trabzonspor başkanı, un fabrikası sahibi şamil ekinci. gülbahar'dan aga mesut, faroz'dan üveyiz ve ben, taksiyle fabrikaya gittik, başkanın odasına girdik. taraftarlar olarak otobüs istiyoruz, maça gideceğiz, dedik. yumuşak huylu, çok tatlı bir adam, derin bir sevinçle hiç soru sormadan telefonu kaldırdı, kanberoğlu şirketini aradı. "iki otobüs verin, çocuklar izmir'e kadar gidecek", istanbul'da galatasaray'la kupa maçımız da var, diye araya sokuşturduk, telefonda:"ordan istanbul'a geçecekler, sonra geri gelcekler..." iki otobüsü gülbahar mahallesinde parkın önüne çektik, faroz, arafil boyu, gülbahar gibi büyük mahallelerden onbeşer kişi, bahçecik, hacıkasım, yenicuma gibi diğer mahallelerden beşer kişilik kontenjan ayırıp haber gönderdik. yer kavgası, dövüş, hakaret, otobüslere bindik.
otobüs giresun sınırı aksu tesislerinde ilk molayı verdiğinde, neye uğradığımızı şaşırdık, hiç kimsede para yoktu. tüm otobüs gülmekten kırıldık. mahalle dayılarından biri (isimleri vermiyorum, bugünkü itibarları sarsılır) ilk nutkunu verdi:".mına koduğumun uşakları paranız yoktu, niye bindiniz!".. arafil boyundan aga mustafa'yı hatırlıyorum, gama bülent uzunboylu, babayiğit bir çocuk, bir de bokludere'den sultan'ı, ufak tefek bir oğlan ama bela, kavgasız dövüşsüz günleri yok, bir de faroz'da ünlü arap'ı. elimizde davullar, bayraklar. yemeği bitirdikten sonra topluca kasanın önüne geliyor, "trabzon-trabzon" diye bağırıyoruz. çocukların yüzlerinde zaptedilmez bir şehvet, azgın bir zalimlik anadan doğma huyları. pis dişleri, sırıtan dudakları, hemen herşeyi sarsarak yoklamaları, sağa- sola şeytani tekmelerle çeki düzen vermeleri, alaylı gülüşleri, küfürleri, dayanılacak gibi değil. hayatlarının tek bir gününü tatlı bir huzurla geçirmemiş zincirlerinden boşalmış tam bir serseri konvoyu. garsonlar, ahçılar, müşteriler başımıza toplanıyor, farozlu çocuklar "espiye deresine taşköprü kurulacak" oyun havasına kendi uydurdukları bir tür çiftetelliyle ortada oynuyor, biz el çırpıyor, tempo tutuyoruz. bağırmaktan şakaklarımız zonkluyor, üveyiz müdüre yanaşıp:"senin anlayacağın dayı, bu .mına koduğumun uşaklarının hiçbirinin parası yok!".
samsun sınırına gelmeden hiçkimsede ses kalmadı, bir de otobüs içinde sinir yıpratıcı kavgalarla birbirimize giriyoruz, sürekli acıkıyoruz, küçük bakkallar önünde durup, yüz kişi içeri dalıyor, domates, sigara, hıyar, karambole getirip, taşıyoruz. içimizde tek bir kişi bile acıksa, otobüsü durdurup tarlalara dalıyoruz! şehirden uzaklaştıkça ateş gibi parlıyor, fişek gibi patlıyor, köpüre köpüre şeytanlaşıyoruz. ve sonra otobüs içinde ganimetleri pay ederken yine suratlarımızı delip geçen alevli küfürlerle birbirimize saldırıyoruz. ankara'ya kadar lokantalar hesap vermeyişimize bozulmadı, "şampiyonluk hediyesi" olarak coşkumuzu alkışladılar, bu tölerans, bu gurur duygularımızı en şiddetli noktalara taşıdı, trabzon-ankara güzergahında bir namımız vardı.
araba, afyon'a doğru harekete geçince başka bir ülkeye girdiğimizi anladık, rüya bitmişti, bağırmalarımız, sloganlar, davul para etmiyor, garsonlar ellerine bıçak alıp kapıya diziliyorlar. "kimse para vermeden çıkamaz!" bu bizim için boğaya kırmızı göstermek, kavganın açılışı genellikle hep şöyle olur, farozlu çocuklardan biri arap'ın yanına gidip, "arap, şu garson var ya sana ana-avrat küfretti!", arap, "hangi .mına koduğumun çocuğu göster bana!", lokantanın ortasında garsonlar yere yatırılır, masalar dağıtılır, kavgaya girmeyenler, sırf şenlik olsun diye mütfaktaki tabakları tavanda kırarak çatışmaya akrobatik renk katıyorlar. lokanta sahibi yalvar rica araya giriyor, para-mara almadan, kapıya atıyorlar bizi. afyon'da efelenen garsonlarla gerçek bir meydan savaşı verdik, çünkü öylesine yanından geçtiğimiz bir lokantanın önünde üst üste dizili yüze yakın bira kasası görmüştük. biz içerde kavgayı başlatacağız, bir bölük dışardan kasaları otobüse yükleyecekti. afyonlular ellerinde sopa, on-yirmi kişi, hücuma geçtiler, bizim çocukların ellerinde hiçbir kesici alet yok, ancak üstün yetenekli küfürleri ve her an pislik çıkartmak için geliştirdikleri keskin görüşleri var, bir de kavga anında hipnoza girer gibi, öfkeden çılgına dönüyorlar, dövecek adam kalmadığında boş bir masayı saatlerce tekmeleyip, yumruklarını indirip... ya da, hiç gereksiz boş bir merdiveni sökmeye başlıyorlar! yani, efelerin hiç şansları yok.
içimizde tek mağdur kanberoğlu'nun şoförleri. araya giriyor, yalvarıyor, rezil olduk, firmamız mahvoldu, diye bağırıyorlar, dinleyen yok. şoförler kendi aralarında plan kurdu, hepimiz topluca yemeğe indiğimizde dağ başında otobüsleri kaçıracak, tedbir olarak otobüsün içinde adam bırakmaya başladık. ve şoförler bizi dinlememeye başladı, otobüsden biri "işeyeceğim dur" diyor, şoför durmuyor, çocuklar çok geçmeden otobüs koridorundaki tüm çöp kovalarını ağzına kadar sidik dolduruyor, yani şoförler bir nevi "rehin" kalmıştı elimizde. bir başka ülkenin topraklarındaydık, ya da herkesin beyninde bir kabuk çatlamıştı, sürekli boğuşan, dalaşan başıbozuk kalabalık girdiği dükkanları soyup otobüse taşıyor, yine mahallenin dayısı otobüsün mikrofonunda nutkuna başlıyor:".mına koduğumun hırsızları, şerefsizsiniz ulan, trabzon'un adını rezil ettiniz orospu çocukları, bir daha yapan olursa otobüsten atacağım...", sonra, "getirin ulan malları!" getiriyorlar, teker teker bölüştürülüyor. ve son gücümüzle bağırmaya başlıyoruz, ön taraf:"bordo!", arka taraf: "mavi!"... bordo-mavi, bordo-mavi izmir'e girdik.
konak basmahane'de otobüsten indik, önce meydanda bir tur, sonra kordonu baştan sona, sonra, tek tek birahanelerin önünde, biz geldik, turu attık. askerliğini izmir'de yapan on-onbeş trabzonlu asker de karıştı araya. faytonlara doluştuk, para vermeden şehir turu attık. neşeden bir buluta binip durmaksızın içerek, birbirimize sarılarak uçuyorduk. rüya gibi şu sahne, kalabalık slogan atarak ilerlerken, önümüzden ağzına kadar çilek dolu bir el araması geçiyor, kalabalığın içinde bir müddet kayboluyor, arkadan araba çıktığında, dağ gibi yığılmış çileklerden birkaç çürük kalıyor tablanın ortasında. işportacı neye uğradığına şaşırıyor. bademciler, midyeciler, hıyar soyup satanlar, pilavcılar, hepsi nasibini alıyor. izmir basmahane'de yarım saat içinde tek bir işporta tezgahı kalmadı. basmahane'de büyük ve eski bir otele yerleştik. farozlu çocuklar, yaşlı otel sahibine, kendilerini "baba bak, bu trabzonsporlu turgay, bu cemil, yarın maçları var" diye takdim ediyor. otelin içinde sabaha kadar davul çalındı, biralar içildi, yataklar yetmedi, halı, kilim, sandalye görülen her yere kahramanlara yaraşır şekilde sızılıp kalındı. sabahın altısında bir alarm verildi, sessizce herkes uyandırıldı, hiç sebep yokken "bu otelci **** fenerliye benziyordu!" diye perdeler söküldü, çarşaflar yırtıldı, topluca beş kuruş verilmeden otelden kaçıldı. akşam ekibin yarısı gruptan ayrılıp, kırk-elli kişi genelevine gidiyor, parasız oldukları anlaşılınca genelev sokağında camlar çerçeveler iniyor, kadınlar topluca hücuma geçiyor, otelden konak meydanına doğru yürürken, pantolonsuz, ayakkabısız, izmir sokaklarında üşüyerek bizi arayan arkadaşları gördük! maçtan sonra tekrar gidilip intikam alınacak, planlarını yapıyorlar. acilen izmir'deki trabzonlu esnaflar bulundu. topluca mağaza önüne gidiyor, davul çalıp, slogan atıp, bordo-mavi bağırıyor, tozu dumana katıyoruz. trabzonlu hemşerimiz dükkan önüne çıkıp, horona başlıyor, şu yeryüzü topraklarında ancak bu kadar mutlu bir adam, sanki gurbet ellerinde, otuz senedir, orta asya'dan gelecek hemşerilerini bu an, bugün için beklemiş. silahı çıkartıp havaya sıkıyor.hayatın en büyük zaferi gibi esnaf komşuları ona sarı ıyor, tebrik ediyor, o herbirimize sarılıyor, ağlıyor. ve gerçeği söylüyoruz, "maça girecek paramız yok!". kendinden geçmiş adam tomar tomar paraları önümüze atıyor... bir başka hemşeri dükkanını arıyoruz, bir manifaturacı, trabzonlu, anadolu'dan kopup gelen bu kalabalığı bir kurtarıcı gibi karşılıyor, iki saniyede samimi oluyor, "ula hiçbirinizi bırakmam, yengeniz sizi bekliy!", "yapma dayı ikiyüz kişiyiz, eve sığmayız!", "gelmeyen olursa .mınıza korum sizin!, hepiniz geleceksiniz!". adamı durdurmak mümkün değil, kendinden geçip, "girin şu dükkana, >canınız neyi istiyorsa alın!", dükkanını yağmalatıyor. talan edilirken sevinçten ağlıyor. dükkandan çıkan herkesin ellerinde sütyenler, içdonları, ibrişim makaralar, hemşeri dayı, dükkandan çıkanların alınlarından öpüyor, bağırıyor sokağa:"koduk, koduk, koduk, istanbul'un .mına koduk, koduk uşaklar, koduk uşaklar, anasını .iktik istanbul'un..." herkes ağlıyor. yaka bağır açılmış. adam bayılmış. kimse su vermiyor. kimse adamı ayıltmak için yanına eğilmiyor. etrafını davulla çembere alıyor, bayrakları üstüne serip, ağlayarak bağırıyor herkes:"bordo, mavi, bordo, mavi... trabzon, trabzon!"... bayılan hemşerimiz esnaf, gözleri faltaşı gibi açılmış, bir manda gibi güçlü, yoldan geçen arabalara saldırıyor, tutmak imkansız, bağırıyor arabalara:"milyonluk eşşekler, milyonluk eşşekler!", (bu çok revaçta bir slogandı, istanbul takımlarındaki futbolculara söylenirdi.) yağmanın tuhaf bir coşkun tadı var, orta asya günlerinde, hanlar yağma şölenleri düzenlerdi. talan kültürü hırsızlık,namussuzluk, değil, çözemediğimiz, insan ruhunun temelinde bir tuhaf bölüşme, yani, malların "kendinden geçmesi", eşyaların, mülkün "kendinden geçmesi" gibi bir duygu. insani şekle sokamadığım bir içgüdü, ama, talan ettiren insan bir an kendini evliyadan yüksek bir gurur içinde görüyor.
alsancak stadına geldiğimizde bir biletle on kişi girmeye çalıştı, girenler, içerde tertibat aldı. uzun ipler sarkıtıldı dışarı, 19 mayıs bayramında gibi omuz omuza üç-dört kişi yükseldi, kale bedenine saldırır gibi. üst trübini polis bize verdi. koskoca trübinde kabak gibi ortadayız, çünkü sadece ikiyüz kişi kadarız. trübin çıplak. alt trübinde, beşbinin üstünde ve düzenli tezahürat yapan göztepe seyircisi. başetmek imkansız. farozlu çocuklar, trabzon tarihine geçmiş, 157 metrelik şerit bayrağı trübine çekti. bayrağın başına nöbetçiler koyuldu. göztepe'nin de düşmemek için bir puana ihtiyacı var, "göz-göz göztepe" diye >başladılar, "**** trabzon" diye bitirdiler.bitirmeyeceklerdi. mahalle dayılarından biri aşağı trübine bir nutuk çekti:".mına koduğumun göztepelileri, bir puan vereceğiz size, sesinizi çıkartmayın, biz burdan şampiyonluğu alıp, akşama döneceğiz!"... göztepe seyircisi susmadı. hiç kimsede ses kalmamış. trübinin üstünden on-onbeş çouk onar metre aralıklarla dizildi, sonra hep birlikte pantolonları aşağı indirip, aşağı trübinin üstüne işemeye başladı. göztepe seyircisi kaçışmaya başlayınca, onların trübin de kelleşti! trabzon denildiği gibi yaptı, beraberliğe yattı, bir puanı bıraktı. hakemin son düdüğüyle fetih tamamlandı. film koptu.
hayatımın hiçbir dönemi hiçbir filmde, hiçbir yerde görmediğimiz, duymadığımız bir şekilde o an ikiyüz seyirci transa girdi, yüz seyirci sara nöbetine tutuldu. delirmiş, çıldırmış, çapulcu sürüsü gitmiş, ağlayarak yerlerde yuvarlanan, kendinden geçerek eli kolu kaskatı geçilerek bayılmış onlarca çocuk! herkes bir yerde baygın şekilde titreyerek ağlıyor, ya da bayılanları ayıltıyor.heyecan dalgası bedenleri en üst noktada kazıklaştırmıştı. doktor değilim, tıpçı değilim, beş-on çocuk heyecandan acı çekerek kaskatı kaldılar! çoşku yerini sakinliğe bıraktı, gurur yerini kedere bıraktı, herkes iç çekerek, hıçkırarak ağlıyor, kimse kimsenin yüzüne bakmıyor, bir kenarda çömelmiş, düşmüş, kıvrılmış çocuklar, isli bir lambanın alevi gibi kendi başına ağlıyor! ve nasıl olduysa, davulcular davula vurmaya başladı, birkaç delikanlı, ünlü espiye türküsüyle oynamaya başladı, işte orada, üstünü başını yırtanlar, herkes birbirini parçalıyor. parçalanma hali, oyun eşliğinde yükseliyor, davul hızlanıyor, acaip, baş, ayak hareketleri, düşüp bayılana kadar. hırsla gişelerin demirleri kopartılıyor, kopartılan demiri kendi kafasına vuruyor. bu dünyada ulaşılacak arzuların en sonuna gelmişler gibi, yeni bir din sevinci, bir ihtilalin ilk günü gibi, çok "ünlü" bir şey oldu bu sokakta, gece karanlığında ıssız dağlar başında vahşi havyanlarla danseden afrika büyücüleri gibi hepsi. trabzon bayrakları yırtılmaya başlandı, bayraklara dişlerini geçirerek yırtıyorlar, "bitti artık, koduk istanbul'un .mına!", ya, kudurarak göklere uçan köpeklerin ruhundan birşey, ya, yarıştan yeni çıkmış ingiliz atlarına terli terli içirilen şampanyalar gibi.. tepişme, gurur, zevk, acı, herşey önce bir felaket gibi sardı bedenleri, şimdi, gayipten haber veren kahinler, falcılar, müneccimler benzeri tırnak ve el kol hareketleriyle vücudlarında derileri pençe sıyrıklarıyla kazıyorlar. dibine kadar esrar içmiş vahşi köpekler! köpürmüş neşe, ağızlarda tutkal gibi köpürüyor.bedenler, denizin ortasında >kasırgaya tutulmuş bir kibrit çöpü gibi. bu anı, hiçbir şekilde, hiç kimseye anlatacak kelime yok. sopalar kırbaç olup birbirlerini dövüyor, şişeler kafalarda kırılıyor. ve, o an işte, alsancak stadının beton duvarına uçarak kafa atma faslı başladı. sersemleyip yere düşüyorsun, doğrulup, tekrar geri çıkıp, yeniden uçarak betona kafa... yeniden gerilip gerilip uçarak betona kafa! bayılana kadar! alnınız parçalanıncaya, şişler boynuz gibi yumrulaşıncaya kadar! zafer, çapulcuların kahramanlaştığı o andır, zafer, kuvvetin tek bir bedende toplandığı o andır, zafer, tarihin aklını çelmektir, zafer, ruhumuzu bedenimizden uçurtan o andır! zafer, damarlarını çatlatarak bu ağır hayatın altında büyüttüğümüz bu bedenin duyduğu en büyük şehvettir! zafer, bütün çapulcuları kahramanlaştırır, o yüzden tarihin o günü, ordaydık, biz yüz taraftar! türk medyasının, ertuğrul özkök'lerin, reha muhtar'ın, ali kırca'ların, tansu çiller'lerin neden ingiltere'ye koştuğunu anlıyorum, çapulcular, kahramanlık yağmalanırken, orda olmak zorunda! ta.aklarını karıştırarak yeşil yeşil kusan bir delikanlı, kustuğu yerden bağırdı:".mına koduğumun uşakları, toplanın, kupayı almaya istanbul'a gidiyoruz." (tuhafınıza gitmesin, kimse, arkadaşlar, çocuklar diye hitap etmez, bir nutuk şekli, hitabettendir, .mına koduğumun uşakları cümlesi, burda küfür yoktur, sevecenlik, dostluk bildirir. trabzonlu eski bir yöneticiyle lüks bir lokantadayız, garson, "buyrun, ne emredersin" dedi, bizimki:".mına koduğumun uşağı bana birbuçuk kıymalı getir", dedi, ürktüm, abi, buralarda söyleme böyle, rezil etme bizi, der gibi, oldum. garson, bu dili iyi anlıyor, gülerek, şakalaşarak servisi tamamladı.)
otobüsler çanakkale boğazına ecaabat'a vardığında, hayattan artık hiçbir şey beklemeyen kahramanlar yorgunluktan uyumuştu. ancak, öc almk isteyen maceracılar boş durmamış, ecaabat'ta araba vapurunun hemen orda, sağda, turistik eşyalar satan bir dükkana girip, dükkan sahibini konuşmaya tutup, arkadan kasalarla, koli koli anahtarlık, oyuncak ayılar, bebekler, ağızlıklar, yüzlerce tesbih çalıp otobüse boşalttılar. mahallenin dayısı yine nutkuna başladı:".mına koduğumun uşakları, trabzon'un şanına leke sürüyorsunuz, şampiyonluğumuza leke sürmeyelim uşaklar, getirin bakayım kolileri!" koliler geliyor herkese pay ediyor. benim kucağıma da dört-beş maymun, üç-beş tesbih, maskot atılıyor. arabanın önünde oturanlar, tekirdağ'dan geçilirken, mürefte yakınlarına sızıp bir şarap fabrikası soyulması planları yapıyor. şoför, anayoldan çıkmam diye diretiyor. bir bakkaldan on-onbeş şişe şarap çalınıp, iş tatlıya bağlanıyor. istanbul göründükçe, uykulu gözler açıldı, otobüsün tüm koltuklarını dehşet dolu bir pervasızlık sarmaya başladı. cepte beş kuruş olmadığı için, ilk durak, kapalıçarşı. yan tarafta mısır çarşısı'nda trabzonlu esnaf bulunuyor. sokakta iki saat süren bir tezahürat, paralar toplanıyor. hiç gerek yokken, döner tezgahından döner çıkartılıp grubun ortasına getiriliyor, dişleyenler, kopartanlar, sopalar, döner kılıçlarıyla çarşı birbirine giriyor. aklımızda iki acil program var, bayraklar ve fişekler.kutu kutu fişekleri alıyoruz. büyük bayraklar yeniden özenle büyük sopalara çekiliyor! galatasaray maçında ( http://www.macanilari.com....5-4_-197519768614--.html) trübünün önüne beş-altı büyük bayrak çıkartıyoruz, o günün fotoğraflarına bakın, ali sami yen bu büyüklükte bayrakları o gün görüyordu. polis saldırıya geçti tribüne. bizden bir kişi alıp, sekiz-on polis ayaklar altında dövüyor, sonra çeke çeke dışarı çıkartıyor. biz polise saldırıya geçiyoruz, içimizde ağzı burnu parçalanmayan kalmadı. polis demirkapıların arkasına saklanıyor, bir pundunu kollayıp tekrar saldırıyor. ve taktik olarak, tribünün arkasından yine tek bir kişi alıyor, yine tekmeler altında sürükleyerek dışarı çıkartıyor. polisle iki saat süren bir çatışma. tribünde bayrakları havalandıran çocuklar dışında hiç birimiz bir saniye olsun maça bakamıyoruz.kupayı galatasaray alıyor, dışarı çıktığımızda toplanıp, polis arabalarına saldırı, sonra galatasaraylı dövmek için sokak aralarına dağılıyoruz, yüzlerce mont, eşofman, sarı-kırmızılı bayrak topluyoruz. taksim meydanında taktik geliştirip, sarı-kırmızılı bayraklarla bağırıyoruz, bayragı gören cimbomlular keklik gibi düşüyor, tam zamanı deyip çocukları paramparça ediyoruz. tekrar gelen yok, tekrar sarı-kırmızılı bayrakları sallıyoruz, staddan yeni gelmekte olan cimbomluları tekrar tuzağa düşürüp... iyi cins, kalite üç-beş meşin mont yüzünden kafile içinde sert tartışmalar trabzon'a kadar sürdü! viyana kapılarından dönen osmanlı orduları gibi, istanbul'dan, "cumhurbaşkanlığı kupasında ananızı .ikeceğiz" deyip geri döndük. kafile ani bir kararla, beyoğlu'nun tüm arka sokaklarında o zamanlar zibil kadar çok, otel adı adında çalışan genelevlerine taşındı. giren çıkmıyor otellere. otobüsü kaldıramıyoruz. gecenin iki-üçüne kadar pavyonlardan gelecek çocukları bekliyoruz. toplamak için çocukların peşlerinden gidiyorum, otel odalarında gördüğüm sahneler, aile var, anlatamam. çocuklar karılarla sabahlamış ve para vermiyorlar, tüm otellerin pezevenkleri sokağa doluşmuş, otelden dışarı çıkamıyor bizimkiler, çocuklar pezevenklere saldırırken, "karı satılır mı ulan, kavatlar, orospu parasıyla ekmek yenir mi ?" diye saldırıya geçiyor, ayakkabıları, gömlekleri otelde kalmış.
ankara'da otobüs mola veriyor, tuvaletten döndüğümüzde otobüs kaçmış. parasız ankara'nın göbeğinde kalıyoruz. nerden para bulacağız diye turlarken, eski terminalden tandoğan'a, ordan beşevler'e kadar yürümüşüz, tam önüme beyaz bir güvercin düştü. elime alıp sevmeye başladım. kahveden bir adam yanıma koştu, "arkadaşım seksen lira veririm bana ver!", otobüs parası otuz lira, seksen, çok para. kuş parayla satılır mı, pirelendim, bunda bir iş var. bir daha geldi, "arkadaşım kandırıyor seni, bu kuş en az 150 lira eder!".. cebeci istasyonunun yanında 130 liraya beyaz güvercini sattık, terminale koşup, trabzon'a döndük.
birkaç yıl sonra çoktan ankara'ya yerleşmiştim, bir gece evde yoktum, sabah eve geldiğimde, evin önünde iki otobüs. ankaragücü maçına ( http://www.macanilari.com...nspor-198119820604--.html) gelmişler, kapıyı kırıp içeri girmişler, halı, kilim, buldukları her yere uzanıp yatmışlar, yetmemiş, kilimleri apartmanın merdivenlerine çıkartıp, on-onbeş kişi de orada uyuyakalmış. tam bir felaket! "aaaa gara nihat gelmiş" diye ayaklandılar, sarılacağım, sarılamıyorum, hoşgeldiniz diyeceğim, diyemiyorum, bu belayı başımdan nasıl atayım, hepsi arkadaşım. birkaç yılda, kitaplığımda üçyüz-dörtyüz kitap taşımıştım, değişen sadece buydu hayatımda. içlerinden biri "ne yazıyor gara bu kitaplarda" dedi, "bilmem" dedim, "hepsini okudun mu?" "eh işte".. topluca maça gittik. maratonun yarısını polis bize verdi. ne olduysa bizimkiler yan trübüne saldırıya geçti. tribün boşaldı.polis çember kurarak bizim tribüne saldırıya geçti, dairenin içine sıkıştırdı, joplarla maçın henüz başında bizimkileri stad dışına çıkarttı. koskoca tribün boşaldı, nasılsa polis bana dokunmamıştı, ben de eskisi gibi taraftarın ortasında başrollerde değildim, artık. o boşalmış tribünün tam ortasına gidip, tek başıma oturdum. ankaragüçlüler tek kişiye dahi tahammül edemedi, saldırıya geçti, kımıldamadan, yerdimde oturdum. iki sıfır yenildik, zaten ankaragücü'ne şansımız tutmuyordu.aynı mahalleden birlikte top oynadığımız arkadaşlar, ilerleyen yıllarda şampiyon trabzon kadrosunda efsaneleşti, hikayelerini gazetelerden okudum.
milliyet gazetesi spor servisinde her pazar akşamı, yıldız değerlendirmeleri geliyordu, gizlice, trabzonspor'a, akçabaat sebatspor'un tüm futbolcularına üçer yıldız koyuyordum. bir de milliyet gazetesi yılın sporcçusu anketi düzenledi, milliyet'in onbinlerce iadesi depoda duruyordu, tek tek kuponları doldurup, şenol güneş adına kutuya attım, o yıl şenol güneş yılın sporcusu oldu.holiganlık bir gençlik hastalığıdır onu kimse tutamaz. bu hastalığı birçok kirli politikacı, kirli işadamı kullanıp, kahramanlıktan pay ister, zaferin gölgesinde kirli hayatlarını, kirli paralarını temize çekerler, bu yüzden trabzsonspor'dan soğudum. hiç kuşkunuz olmasın, osmanlı ordularındaki genç levendler de aynı azgın alevli heyecanları duyuyordu. bu gençlerin ateşi dindirmek için anadolu'da binlerce dergah açıldı, yüzlerce tarikat kuruldu, bu ateşi dindirmek, ehlileştirmek için. o gün, padişahlar kullanıyordu bu genç alevi... bugün futbol heyecanıyla gençlerin delirmiş alevini büyük işadamları kullanıyor. trabzonspor böyle oldu, tüm futbol tarihi böyle oldu. bizler gençtik, kudurmuş delilerdik, gerçekten, tanrı'nın yarattığı hayvanlar gibi sahici vahşilerdik, birileri bu "vahşiliği" kullanıp, köşe oldu, bakan oldu, olmaya devam edecek. kitaplarımdan bunu öğrendim, bu yüzden, trabzonspor'uma rağmen, yazarlık hayatımda tek bir futbol yazısı yazmadım. ben 13-14 yaşındayken kalearkasında top topluyordum, antremanlarda, maçlarda ikibuçukluk yapıyordum, şenol güneş'in nasıl iyi kaleci olduğunu bilirim, bazen topu tutamıyor, kalearkasından ben uçuyordum. seyirci kahkahalarla beni alkışlıyordu bir müddet. çok seviyordum bu alkışları ve bu uçuşları. bazen içimden, şöyle bir ses geçiyordu:"şenol tutamazsın topu, ben uçayım!". bunca sevmeme rağmen şenol'u, neden böyle düşünüyordum.çünkü ben de insanım, ben de alkış istiyorum, bu zafer onların zaferi, bunu çok düşündüm, topu, türk edebiyatının orta sahasına doğru sürmeye başladım. birgün anasını .ikeceğim diyorum, istanbul'daki edebiyatçı milyonluk eşşeklerin, bakalım... asla başkalarının kahramanlığını yağmalamayacağım. ama tarihinin en kötü futboluna rağmen gözüm dalıyor bazan maça, ".mına koduğumun uşakları" diye gizli, pervasız, allahsız bir sevinç hüzünle dolduruyor içimi. aynaya baktığımda suratımda o günlerden kalma, köpek kıçındaki yarık gibi itliği hala orada görüyorum.
ve şimdi çok daha iyi anlıyorum, hepimizin gerçek takımı fener'dir. ipne, puşt, birbirinin kuyusunu kazan orada, arkasından konuşan orada, ruhsuzlar orada... hepimiz fenerliyiz, ruhumuza en uygun fenerbahçe, birgün pendik'e yenilir ertesi gün manchester'i yener. eğer bir takım tutacaksanız, galatasaray'ın o klas, centilmen, çok bilmiş, ağırbaşlı havalarına kanmayın, yarın açıkta kalırsınız, biz, birbirimizle dalaşacağımız, küfürleşeceğimiz insanlar olmadan yaşayamayız.....