dağhan ırak'ın "hükmen yenik!: türkiye'de ve ingiltere'de futbolun sosyo-politiği" kitabından;
erken cumhuriyet dönemi (1923-33): ilk adımlar
türkiye spor tarihiyle ilgili yazılmış en sağlam eserlerden biri olan gürbüz ve yağız evlatlarda, yiğit akm erken cumhuriyet dönemindeki spor politikalarının osmanlının son döneminde ittihat ve terakkinin politikalarının bir devamı niteliğini taşıdığını öne sürer2 ve merkezi spor organizasyonuyla beden sağlığının rekabetin önüne konduğunun altını çizer. akının bu hipotezinin doğruluğunu kanıtlayan pek çok örnek bulmak mümkündür. ancak futbolda bunun tam olarak böyle işlemediği söylenebilir. her ne kadar oluşturulan merkeziyetçi yapının olimpik sporlara futboldan daha çok önem verdiği görülse de, yeni cumhuriyetin kadrolarının futbolun siyasal gücünün farkında olmadığı iddia edilemez. futbolun popülaritesinden kaynaklanan özel politik bağlamı, onu bu dönemde de diğer sporlardan farklı bir yerde tutmuştur.
erken cumhuriyet döneminde, yönetici kadrolar futbolun benzersiz özelliklerinin ve bunun olası siyasi sonuçlarının farkındaydı. futbol belki devletin beden sağlığını öne koyan spor politikalarım yaymak için en ideal spor dalı olmayabilirdi, ancak dış dünyaya, yeni cumhuriyeti ve hatta türkiye halkının kendisine tanıtmak, benimsetmek için önemli bir araçtı. türkiye millî futbol takımının ilk uluslararası maçını romanya’yla cumhuriyetin ilanından üç gün önce oynaması kuşkusuz bir tesadüf değildi. futbol, türkiye’de halkın gönlünü baştan beri milliyetçilik üzerinden kazanmıştı. ulus inşa etmeye çalışan hiçbir hükümet bunu görmezden gelemezdi. ankara’daki ilk futbol sahası olan istiklâl sahası'nın açılışı ve muhafızgücü kulübü’nün kuruluşu göstermekteydi ki, cumhuriyet kadrolarının niyeti futbolu görmezden gelmek değil, onu kendi aktörlerini yaratarak kontrol altında tutmaktı. bu politika, başka nedenlerle de beraber, bu kadrolarla futbol dünyasının başat aktörlerini zaman zaman karşı karşıya getirecekti.
ittihat ve terakki destekli olduğu bilinen fenerbahçe, yeni elitle karşı karşıya gelen ilk futbol kulübü oldu. aslında problemi yaratan son derece basit bir olaydı. 15 ağustos 1924’te oynanan bir fenerbahçe-galatasaray maçında fenerbahçe aleyhine bir penaltı düdüğü çalınmış ve takımdan bir oyuncu hakem tarafından oyundan atılmıştı. bu olay, kısa sürede fenerbahçe’nin 1924-25 futbol sezonundan çekilmesine ve yeni kurulan türkiye futbol federasyonuyla ilişkilerini dondurmasına kadar gitti. sarı-lacivertli kulüp ayrıca soviyetler birliği'yle oynanacak maç için millî takıma oyuncu vermeyi de reddediyordu. fenerbahçe’nin bu protestosu yeni federasyonun otoritesini ciddi şekilde sarsmıştı. bir sezon sonra fenerbahçe lige geri döndüğünde herhangi bir cezaya çarptırılmadı.
öte yandan fenerbahçe’nin futbol sahalarındaki yokluğu, galatasaray’ın ülkenin yeni yöneticileriyle daha iyi ilişkiler kurması için bir vesile olmuştu. galatasaray’ın zaten ülke yönetiminde temsilcileri vardı. türkiye futbol federasyonu başkanı yusuf ziya öniş, galatasaray lisesi mezunuydu. yusuf ziya öniş döneminde ingiliz teknik direktör billy hunter, millî takımı 1924 olimpiyatı’na hazırlamak üzere türkiye’ye getirilmişti. hunter, galatasaray’ın başına geçti. böylece galatasaray, 1925-29 yılları arasında üst üste dört lig şampiyonluğu kazandı.
yeni yönetimin galatasaray’a karşı bir sempatisinin olması, yine de genel bir tarafsızlığın çok fazla ihlal edilmesine neden olmadı. bunun çok basit bir mantığı vardı; devlete en yakın gözüken galatasaray da dahil olmak üzere, futbolun büyük aktörlerinin tamamı hâlâ federasyonun ya da diğer spor birimlerinin boyunu aşıyordu. bu kulüpler cumhuriyetten eski, herhangi bir devlet kurumunun hayal edebileceğinden de popülerdi. kulüplerle yaşanabilecek açık bir restleşme, uluslaşma süreci içinde oluşturulan yeni kurumlara zarar verebilirdi. dolayısıyla, federasyon ve devlet kulüplerle çatışmaktan çok onları kontrol altında tutmayı hedefledi. fenerbahçe’nin ligden çekildikten sonra ceza almamasında da yine bu politikanın payı vardı.
cumhuriyetin kuruluş sürecinde kulüplerin en önemli ihtiyacı kuşkusuz stadyumlardı. zira istanbul’daki bütün büyük futbol sahaları yabancıların mülkiyetindeydi. istanbul’un işgalden kurtuluşunun ardından, taksim stadyumu millileştirildi ve galatasaray’ın kullanımına bırakıldı. fenerbahçe ise kendi stadyumuna ileride kulüp başkanı ve başbakan olacak şükrü saraçoğlu’nun 1929’da meclis’ten çıkarttığı “aynı semtte kurulmuş olan ve faaliyet gösteren spor kulüplerinin sayısı birden fazla ise, o semtte üye sayısı daha fazla olan kulüp faaliyetine devam eder” kararıyla kavuştu. bir zamanlar ironik bir şekilde ittihatçıların kulübü olan ittihatspor bu kararla tarihe karışıyor, sahası fenerbahçe’ye kalıyordu. beşiktaş da bu stadyum dağıtımından payını almakta gecikmedi. çırağan sarayı’nın yangından geçmiş arka bahçesi artık siyah-beyazlıların sahasıydı. üç istanbul kulübüne verilen stadyumlar, devletin popüler futbol kulüplerini kontrol etme çabasının ilk adımıydı. ikinci adım ise yeni dönemin yıldızı parlayan politikacılarının kulüp yönetimine girişiyle gerçekleşti. erken cumhuriyet kadroları, kulüplere sızarken ittihatçıların yöntemini uyguluyordu. kulüpler, tek parti döneminin etkili politikacıların yanlarında tutmanın çıkarlarına olacağını anlamıştı. kimse böyle bir desteği reddedip rakiplerinden geri kalmak niyetinde değildi. spor dünyasıyla siyaset arasındaki sıkı ilişki devam ediyordu.