ilk basımı 2006 yılı olan serkan boyacıoğlu'nun derlediği "inadına göztepe" kitabından;
oğuz sarvan'ın "hoca takım tutar mı?" başlıklı yazısından;
1960'lı yılların başı. henüz ilkokula bile gitmiyorum. izmir'in kahramanlar semtinde oturuyoruz. kimden, nasıl etkilendim bilmiyorum, metin oktay hayranlığım var. bir gün, mahallenin ileri gelen çocuklarından biriyle pazara gittik ve üzerinde gs amblemi olan bir tişört aldık. ben utana sıkıla mahallede bu tişörtle dolaşırken o zamanlar hakem olan babamla karşılaştık. üzerimdeki giysinin babamda şaşkınlık yarattığını hisseder gibi oldum. söz konusu tişört daha ilk yıkamada solunca sadece birkaç gün giymiş bulundum.
o yıllarda radyo yayınları çok kısıtlıydı. halit kıvanç'ın anlatımını parazitler arasından dinlemeye çalışıyorduk. ne internet ne de cep telefonu. televizyon bile yok aslına bakarsanız... sokaklarda tek başıma yürürken kendimi metin oktay gibi hissediyordum. hiç maçını seyretmemiştim ama mahallede büyük çocuklardan efsane gibi dinliyorduk. görmeden futboluna hayran olmuştum. bu derece etkilenmem elbette sadece görmediğim futbolundan değildi. izmirli olmasının yanısıra son derece mütevazı ve centilmen kişiliği beni derinden vurmuştu. bir fenerbahçe maçında, kendisi aleyhine tezahürat yapan rakip takım taraftarlarına kalbini tutarak el sallaması ve onların da sevgisini kazanması hiç unutamadığım ve benim kişiliğimi etkilediğini düşündüğüm davranışıydı. futbol sadece futboldu belki de o zamanlarda henüz ve futbolcular da toplumun daha bir içindeydiler sanki.
derken, metin oktay italya'ya gitti, biz de izmir'in küçükyalı semtine taşındık. ilkokul son sınıftaydım. sanıyorum ki metin oktay'ı italya macerasına başlayışıyla eskisi gibi takip edemem, -dedik ya, dünya liglerini ayağınıza getiren teknoloji nerde?-, yavaş yavaş daha bilinçli duruma gelmem, göztepe'nin semtimizin kulübü ve iyiye giden bir futbol takımına sahip olması ona karşı sempati duymama neden oldu. artık futbola olan ilgi ve sevgimin bütününü göztepe'ye ayırmaya başlamıştım.
o gün, hayatımda unutamayacağım tarihi bir gündü. türkiye kupası ilk defa istanbul dışına çıkmış ve izmir'e gelmişti. finalistler iki izmir takımıydı. altay ve göztepe. maçı, kapalı tribünde, basın tribününün hemen yanındaki kapının dibinde seyrettim. hatırladığım veya algıladığım en önemli tablo, açık tribündeki toplam 20-30 kişilik göztepe taraftarıydı. stadyum tamamen doluydu ve o grup dışında hemen hemen herkes altaylıydı. en azından ben öyle algılamıştım. gene hatırladığım kadarıyla göztepe 2-0 öne geçti. daha sonra altay 2 gol atarak durumu 2-2 yaptı. sonuçta kupayı kazanan para atışı ile belirlenecekti. maçın hakemi yabancıydı. o yıllarda yabancı hakemlerin maçları yönetmesi alışılageldik bir durumdu. futbolcular para atışı için oyun alanının ortasında toplandılar. hakemin yanında, eğer yanlış hatırlamıyorsam altay'dan ayfer elmastaşoğlu, göztepe'den de gürsel aksel vardı. ama orada olduğunu çok iyi hatırladığım kişi göztepeli halil kiraz'dı. bütün stad heyecan içindeydi. ben de yavaş yavaş kapıya yaklaştım ve bir ayağım kapının iç tarafında diğeri dışında para atışının sonucu beklemeye başladım. hakem parayı havaya attı, para yere düştüğünde halil kiraz'ın kafasını tutarak üzülmesinden ve altaylıların sevinmesinden kimin kazandığı belli oldu. stadda gördüğüm son manzara buydu. o anda arkamı döndüm, koşar adımlarla oradan uzaklaşmaya başladım ve göztepelilik iliklerime kadar işledi. o güne kadar içimde gizli gizli büyüyen sempati bir anda sevgiye ve gençliğimin en büyük tutkusuna dönüştü. para atışı yapılıncaya kadar bile henüz sempati düzeyinde olan duygularım bir anda değişerek inanılmaz bir sevgiye dönüşmüştü.